Tasavvuf Kelimesi'ndeki Harflerin Anlamları:(T)evbe,(S)afâ,(V)elayet,(F)enâ:

Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi tasavvufî yaşantı Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile ortaya çıkmıştır.Kaynağı Kur'an-ı ...


  1. Alt 04-22-2009, 06:03 #1
    fehim Mesajlar: 89
    Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi tasavvufî yaşantı Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile ortaya çıkmıştır.Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şeriflerdir. Asr-ı saâdet'te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre yoktu. Sufilik yaşanırdı, fakat adı yoktu.Tasavvuf ilminin müslümanlar arasında zuhuru, hicri ikinci asrın ortalarına doğrudur.

    Bugün elimizde mevcut eski tasavvuf kitaplarından sayılan "Nefehâtül-Üns" ün beyanına göre, sofi ismi verilen ilk zat hicrî 150 tarihlerinde vefat etmiş olan Ebu Hâşim isminde bir zâhiddir. Bu zatın Suriye'de Remle şehrinde bir zaviye meydana getirdiği ve sâliklerine sofi ismi verdiği rivayet edilmektedir.
    Süfyan Sevri, Ebu Hâşim hakkında: "Ben Ebu Hâşim'i görmeden önce sofinin ne olduğunu bilmiyordum" demiştir".Sofi ismi Peygamber Efendimiz zamanında yoktu. Bu kelime "Tâbiîn" devrinde söylenmeğe başladı.Saadet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle sohbet şerefine eren Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı almışlardı. Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı. Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem veriyordu.

    Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra Ashâb-ı kiram'a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara "Tabiîn" denilmiştir. Ondan sonra da "Tâbiîn"e erişen "Tebe-i tabiîn" gelmektedir. Bu üç nesil, eri hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Peygamber Efendimiz zamanında bütün müslümanlar o'nun sohbetlerinde feyz aldıklarından, kendilerine "sahabe" ismi verilmişti. Hazret-i Muhammed sallâllahu aleyhi ve sellem efendimizin irtihallerini müteakip, sahabe-i kiramdan bu feyzi ahzedenlere "tabiîn" denmeye başlandı. Bu sırada müslümanlar arasında vahdet zayıflamaya, birtakım bâtıl fikirler İslâm camiası içersine sokulup yayılmağa başladı, işte tam bu sırada bir topluluk, sâlih ameller işlemekte, doğrulukta, dinlerine olan samîmi bağlılıklarında, zühd ü takvada ileri giderek, uzlet ve vahdeti ihtiyar ettiler. Kendi nefisleri için birtakım zaviye ve hücreler meydana getirdiler. Bu şekilde hareket eden kimselere "sofiyye" denmeğe başlandı.

    İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye'nin ne olduğunu bilmiyordu, amma yaşıyordu. Peygamber Efendimizin sohbetinde kendilerine icabeden herşey veriliyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu. Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu. Herkes nasibi kadar alıyordu. Kimisi çok alıyordu, kimisi az alıyordu. Hele bunların arasında bir zümre vardı ki; "Seninle beraber olanlardan bir taife de -gece- kalkıyorlar." (Müzemmil: 20) âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle seçilmişlerdi.

    İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya başlamıştır.
    Zühd hareketi "Mutasavvıfe" adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki, İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi.

    İslâmiyetin ilk zamanlarında nefislerini riyâzat ve zâhidliğe vakfedenlere "zâhid, âbid" gibi isimler verilirdi. Daha sonraları zahidâne hayata sülük etmiş kimselere "sofi" denmeye başlandı.
    Sofiyyenin zuhuru ile şeriat ilmi iki kısma ayrılmıştır :
    a) Fukahâ ve ehl-i fetvaya mahsus olan ahkâm-ı âmmedir ki, ibadât ve muamelâttan ibarettir.
    b) Tasavvuf ehline ait mücahede, muhasebe-i nefs, bunlardan hasıl olan zevk, vecd haletleri, bunları ifade için kullanılan ıstılâhat ve izahattır. Daha ziyade zevken anlaşılabilen bu haller için"Men lem yezuk lem ya'rif" yani "Tatmayan bilmez" derler. Hazret-i Mevlâna'ya "Âşıklık nedir?" diye sordukları vakit: "Benim gibi ol da öğrenirsin" demiştir.
    Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu. Böylece "Tasavvuf ilmi " doğmuş oldu.Namaz, oruç ve diğer amellerin zahirî bir şekli varsa ve bunlar zahirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşu gibi bâtınî bir şekli de vardır. Bu da bâtını fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder.

    Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir. Tarikat-ı Muhammediye'dir. Gaye, Allah-u Teâlâ'yı en güzel şekilde zikretmek ve O'na kulluk yapmaktır.

    Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi tasavvufî yaşantı Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile ortaya çıkmıştır.
    Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şeriflerdir. Asr-ı saâdet'te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre yoktu. Sufilik yaşanırdı, fakat adı yoktu.Tasavvuf ilminin müslümanlar arasında zuhuru, hicri ikinci asrın ortalarına doğrudur.
    Bugün elimizde mevcut eski tasavvuf kitaplarından sayılan "Nefehâtül-Üns" ün beyanına göre, sofi ismi verilen ilk zat hicrî 150 tarihlerinde vefat etmiş olan Ebu Hâşim isminde bir zâhiddir. Bu zatın Suriye'de Remle şehrinde bir zaviye meydana getirdiği ve sâliklerine sofi ismi verdiği rivayet edilmektedir.Süfyan Sevri, Ebu Hâşim hakkında: "Ben Ebu Hâşim'i görmeden önce sofinin ne olduğunu bilmiyordum" demiştir".

    Sofi ismi Peygamber Efendimiz zamanında yoktu. Bu kelime "Tâbiîn" devrinde söylenmeğe başladı.Saadet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle sohbet şerefine eren Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı almışlardı. Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı. Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem veriyordu.

    Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra Ashâb-ı kiram'a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara "Tabiîn" denilmiştir. Ondan sonra da "Tâbiîn"e erişen "Tebe-i tabiîn" gelmektedir. Bu üç nesil, eri hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Peygamber Efendimiz zamanında bütün müslümanlar o'nun sohbetlerinde feyz aldıklarından, kendilerine "sahabe" ismi verilmişti. Hazret-i Muhammed sallâllahu aleyhi ve sellem efendimizin irtihallerini müteakip, sahabe-i kiramdan bu feyzi ahzedenlere "tabiîn" denmeye başlandı. Bu sırada müslümanlar arasında vahdet zayıflamaya, birtakım bâtıl fikirler İslâm camiası içersine sokulup yayılmağa başladı, işte tam bu sırada bir topluluk, sâlih ameller işlemekte, doğrulukta, dinlerine olan samîmi bağlılıklarında, zühd ü takvada ileri giderek, uzlet ve vahdeti ihtiyar ettiler. Kendi nefisleri için birtakım zaviye ve hücreler meydana getirdiler. Bu şekilde hareket eden kimselere "sofiyye" denmeğe başlandı.

    İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
    Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye'nin ne olduğunu bilmiyordu, amma yaşıyordu. Peygamber Efendimizin sohbetinde kendilerine icabeden herşey veriliyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu. Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu. Herkes nasibi kadar alıyordu. Kimisi çok alıyordu, kimisi az alıyordu. Hele bunların arasında bir zümre vardı ki; "Seninle beraber olanlardan bir taife de -gece- kalkıyorlar." (Müzemmil: 20) âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle seçilmişlerdi.

    İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya başlamıştır.
    Zühd hareketi "Mutasavvıfe" adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki, İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi. İslâmiyetin ilk zamanlarında nefislerini riyâzat ve zâhidliğe vakfedenlere "zâhid, âbid" gibi isimler verilirdi. Daha sonraları zahidâne hayata sülük etmiş kimselere "sofi" denmeye başlandı. Sofiyyenin zuhuru ile şeriat ilmi iki kısma ayrılmıştır :
    a) Fukahâ ve ehl-i fetvaya mahsus olan ahkâm-ı âmmedir ki, ibadât ve muamelâttan ibarettir.
    b) Tasavvuf ehline ait mücahede, muhasebe-i nefs, bunlardan hasıl olan zevk, vecd haletleri, bunları ifade için kullanılan ıstılâhat ve izahattır. Daha ziyade zevken anlaşılabilen bu haller için"Men lem yezuk lem ya'rif" yani "Tatmayan bilmez" derler. Hazret-i Mevlâna'ya "Âşıklık nedir?" diye sordukları vakit: "Benim gibi ol da öğrenirsin" demiştir.

    Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu. Böylece "Tasavvuf ilmi " doğmuş oldu.Namaz, oruç ve diğer amellerin zahirî bir şekli varsa ve bunlar zahirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşu gibi bâtınî bir şekli de vardır. Bu da bâtını fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder.Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir. Tarikat-ı Muhammediye'dir. Gaye, Allah-u Teâlâ'yı en güzel şekilde zikretmek ve O'na kulluk yapmaktır.

    www.tasavvufalemi.com'dan alınmıştır...
    Tasavvufla ilgili harika bir site daha mutlaka ziyaret edin: http://muhammedinur.com/

    [[[NOT: Allah Razı olsun bu siteyi kur'an kadirşinas,feraset ve basiret sahibi insanlardan, Demek ki ahirzaman fitne ve fesadından korunmak için önceden tedbir alıp,hazırlık yapmışlar.Ecdadınıza rahmet...
    İlk dönem Tasavvuf ehline; halkın göstermiş olduğu ilgi,sevgi ve muhabbeti kıskanarak; içtihad hatası ettikleri için, sufileri karalama gafletine düşen o devirdeki bir takım kitap ve hased sahibi kimselerin söylediklerine kıpulak veren ve dindar geçinen bilgi sahibi fakat cahillerin,tıpkı Necip Fazıl'ın ham softa kaba yobaz dediği gibi; internet aracılığıyla etrafa saçtıkları fitne-fesat tohumlarının şerrinden kadirşinas bu necip milletin evlatlarını muhafaza buyursun.AMİN.AMİN.AMİN!!!

    Konu kipchak tarafından (04-22-2009 Saat 14:51 ) değiştirilmiştir.
  2. Alt 04-22-2009, 06:17 #2
    fehim Mesajlar: 89
    TASAVVUF İNSANIN KENDİ İÇİNDE YAPTIĞI YOLCULUKTUR...CEMALNUR SARGUT

    Dinin zahir yüzünden başka, bir de insanoğlunu kemale eriştirmek, sağlam ve yıkılmaz bir iç hayatı kazandırmak için riyâzat( nefisle mücadele, nefsi kırma ), mücahede ( nefsin arzularına direnme, cehd ve gayret etme ), tasfiye( saflaştırma, temizleme ), hâlini ıslah potası içinde temizleme ve pişirme tarafı vardır. Ben ahlak sahibiyim demekle cehil ve gaflet ( Hakkı unutmak ) cehennemlerinden kurtulmak ve hakiki cennet olan ezeli yakınlığa erip aslî fıtratını( yaratılış ) bulmak kabil değildir. Akıllı bir kişi benim hiçbir şeye ihtiyacım yok demeyip, kendini dünya kirlerinden arıtmaya ve ruhundan cehil ve gafleti silip, onu aslî temizliği ile meydana çıkartmaya gayret etmelidir.(1)
    Bu arınmanın yolunu da bize tasavvuf göstermiş, bu gayrette olan kişilere ışık tutmuş, yollarını aydınlatmıştır.
    Kişinin kendini Allah'ın gözetimi altında hissetmesi ve bu şuurla davranıp yaşaması tasavvuf adını alır. Yani kişi her muamelesini Allah'la yapıyormuşcasına kendini mesul hisseder. Tasavvufun yolu ise; bu tavrı en ciddi şekilde yaşamak için konulan özel metodların tamamıdır. Abdülkadir Geylani'ye göre Tasavvuf kelimesinin harflerinin her birinin ayrı bir anlamı vardır. Şöyle ki:
    T: Tevbe
    S: Safâ, arınma
    V: Velâyet
    F: Fenâ'dır.( yokluk )
    Tasavvuf sekiz temel üzerine kurulmuştur. Birincisi; cömertliktir. Bu İbrahim (a.s)ın sıfatıdır. İkincisi; rıza'dır ki, bu İshak (a.s)ın sıfatıdır. Üçüncüsü; Sabır'dır ve Eyyüb (a.s)'ın sıfatıdır. Dördüncüsü; işarettir ki ( Allahın her hadisedeki rolünü bilmek ), Zekeriyya (a.s)'ın sıfatıdır. Beşincisi; Kurbettir ki( yakınlık ), Yahya(a.s)'ın sıfatıdır. Altıncısı; Tasavvuftur ki( mana yolculuğu ), Musa (a.s)'ın sıfatıdır. Yedincisi; Aşktır ki İsa (a.s)'ın sıfatıdır. Sekizincisi; Fakirliktir( kulluğu bilmek ) ki, bu da Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)'in sıfatıdır.(2)
    Semâ'nın ve zikrin hakîkatine vâsıl olan kimseye ten tekke, gönül makam olmuştur.
    Tasavvuf Cenab-ı Hakkın bir kulunu nefsinden öldürüp kendisiyle diri kılmasıdır. Tasavvuf dedikodu ve lafla olmaz, maddî alışkanlıklara ve aşırı isteklere açlık ve sevilen şeylerin terk edilmesi ( tapmayı terk ) ile olur.(Cüneyd-i Bağdadî)
    Bir gün Ken'an Rifai'ye “ Tasavvuf nedir? ” diye sorulduğunda “ gönül bilgisidir ” diye cevaplandırıyor. Sonra fikrini şöyle izah ediyor: “ En büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir şey yoktur ki Allah'ın iradesi ile olmasın. Seni idare eden ruhun ve aklındır. Ruhun ruhu da Allahdır. Her şeyi hareket ve sükuna getiren kendi mânâsıdır. Mânânın mânâsı da yine Allah'dır. Şu halde ruhu ruha terk etmek ve kendi gözü ile kendini görmesini temin etmek icab eder. Her madde bir mânâyı işaret için vücut bulmuştur. İnsan ise kâinatın mânâsıdır. Onun için koca Mevlânâ “Beytullah Beytullah olalı Allah gidip orada oturmadı, benim gönlüm hanesinde ise ondan gayrı bir şey yok” diyor ki işte tasavvuf bu bilgiyi edinebilmektir. Fakat Eflatun'un da söylediği gibi, bu bilgi kitaplardan öğrenilmiyor. İnsan onu kendi kalbi hazinesinden pek ince bir tefekkür ( fikir yürütme, düşünme ) ile çıkarabilir ve mukaddes ateşi kendi zatî ( aslî, öz ) menbaından uyandırabilir.”
    Açarsak, tasavvuf, dinin istediği sadece namaz kılmak, oruç tutmak, sabahlara kadar oturup ibadet etmek, hayrat ve hasenatta bulunmak değildir. Şunu bilmek lâzımdır ki Allah fiili ile, kavli ile, sıfatı ve zâtı ile zahir ve batın bütün tasarrufatı ( bir şeyi kullanma yetkisi ) ile insandan zuhur etmiştir. Binaenaleyh Allah'ın lutfu, keremi, kahrı, gazabı insanlara, yine insanlardan zuhur eder. O halde her muamelenin Hakla olduğunu bilirsen kimden incinecek ve kimi inciteceksin? Bizim vücudumuz Allah'ın sözüne, fiiline, zâhiri( görünür ) ve bâtıni( öz ) tasarrufuna bir alettir, çoğu zaman insan, Hakkın bu tasarrufunu kendinden zanneder. Halbuki bu tasarruf ödünç ve emanettir. İşte Resûlullah'ın, nefsini bilen Rabbini bilir, diye ifade ettiği düsturun manası budur.”
    “Mükevvenat ( yaradılmışlar ), yani kesret ( çokluk ), Allah'ın birliğine mâni değildir. Nasıl ki denizin dalgaları, denizin birliğine mâni değilse..” “Meselâ adetleri alalım: 1,2,3 diyoruz. Fakat aslında iki var mıdır? İki, birin tekrarıdır. Anlaşılıyor ki kesretin ifadesi olan bütün adetlerin vücudu birin tekrarından oluşuyor, yani birden başka adet yoktur. Hep vahdet-i vücut.. Bu vahdet ilmi hasıl olunca faili( fiili yapan, özne ), mevcudu yalnız Allah bilirsin. Hazret-i Ebûbekir bunun için hiçbir şey görmedim ki onda Allah'ı görmeyeyim dedi. İşte bunu bildin mi ne kediyi, ne köpeği, ne soğanı, ne de sarmısağı fena görmez, tahkir edemezsin.”
    İşte buradan hareket edip bütün kâinatı Allah'ın dünya planında zuhura gelişi olarak nazar-ı itibare aldığından o “her zerrede bir nur her katrede bir zuhur vardır” diye şu âlem içre ne varsa hepsi ile muamelesini Hakla muamele biliyor, herşeyi Hak diye taziz ediyor ( şerefli kılıyor ) , tebcilediyor ( yüceltiyor ) ve seviyor. Seviyor! Bizce üstünde en çok durulacak nokta budur ki şu suretle Ken'an Rifai, Allah sevgisini mücerretlikten ( soyut ) kurtararak müşahhasa ( somut ), dünyaya, mahlukata getirmiş, yani başka bir deyişle kuvveden fiile( niyetten eyleme ) intikal ettirebilmiştir.
    Hazret-i Şems, “Söz iş içindir, iş söz için değil” diyerek aynı manayı ifade etmektedir.
    Buradan da anlıyoruz ki, tasavvuf, bir ilim değil bir yaşam şeklidir. Bunun yolunu insan-ı kâmiller göstermiştir.
    Gene Ken'an Rıfaî diyor ki; Tasavvuf, ölümsüz hayat ve her hâl ve vakitte edebdir.
    Tasavvuf güzel ahlâktır . İç ve dış edebiyle edeblenmektir. İç edeb; her yerde ve her şeyde Allah'ı temaşa( ibretle bakmak ) edebilmektir. Yukarıda Hocamızın dediği gibi, fiildeki hakiki faili görmektir. Dış edeb ise; içten gelen edebin terbiyesiyle herkese ve her şeye eşit muamele edebilmek, hürmet edebilmek, hoş görebilmek ve Allah'ın emirlerine uyabilmektir.
    Tasavvuf, dilde hiçbir şey gönülde herşeydir. Tasavvuf gönül bilgisidir. (3)
    Tasavvuf lâ ilâhe illallah'ın manasını aşikâr etmektir. Narda( ateş, sıkıntı ) nurda, ganide( doymuş ) fakirde, kafirde ve mü'minde aynı tecelliyi görmektir. Allah'tan gayrı olmadığımızı bilip onu uzaklarda aramamaktır. Allah ile aradaki perde bizim kendi vücudumuzdur.
    Küllü düşünüp nefse indirgemektir. Bunun için de insanı tasavvuf terbiyesi ile küll( bütün ) namına her türlü fedâkarlık, feragat( hakkından vazgeçmek ), meşakkat( güçlük, sıkıntı ) ve mahrumiyeti göze alabilecek bir terbiye sistemine tâbi tutmaktır.Tasavvuf insana cennet ve cehennemin hakikatini öğretir. Çünkü tasavvuf ehline göre cehennem Allah'ın olmadığı yerdir. Öyle bir yer olmadığına göre cehennem ( acı ve ızdırap ) yoktur. Ağyar yok, zıtlar vardır. İkbâl'e göre cennet ve cehennem birer mahâl değil, birer hâlettir ( takdiridir ). Cehennem, cezalandırıcı, intikam alıcı, Allah tarafından kulları için hazırlanmış ebedî bir işkence yeri değil, Allah'a ulaşmış bir varlığın, Allah'ın rahmetini, cana can katıcı rüzgârına karşı tekrar hassas kılacak uslandırma yolları getiren bir tecrübedir ( rafineri ). Kur'an'a göre cehennem, insanın bir insan olarak muvaffakiyetsizliğini acı bir şekilde anlamasıdır.
    Tasavvuf, hürriyettir . Hakiki hürriyet, nefsin elinden azad olmaktır. Yoksa ben hürüm, hürriyet var demekle bir kimse hür olamaz, insan nefsinin zebunu iken, hiçbir veçhile hür sayılamaz. Meselâ bir sigara dumanına bile hüküm geçiremeyip terketmek istediği halde ona esir olmaktan kurtulamayan insan nasıl olur da hürlük iddiasında bulunabilir? Ancak, iştihalarının ( istekler ), insiyaklarının ( iç güdüler ), arzularının esiri değil, emiri olan insan Koca İskender'e, “Sen benim bendemin bendesisin” diyen Diyojen gibi, bihakkın hür olabilir.
    Tasavvuf birlik demektir. İnsanlıktan maksat da her şeyi birlemektir. Lâ ilâhe illallah'ın manası, bütün mevcudatın Allah'ın emrine zebun( aciz, esir olmak ) ve mağlup olduğunu görmektir. Bütün mevcudat, mahiyetlerini ancak Hakk'ın emriyle izhar( aşikar etmek, açığa çıkarmak ) eder.
    Bütün bunları özetlersek diyebiliriz ki Ken'an Rifai'nin tasavvuf anlayışı cümle mevcudatı Hak, Hakk'ı da halk bilmek esasına dayanan ve insandan kendi fâni vücudunu, bâki olan Hakk'ın yani halkın hizmet ve menfaati yolunda nefsin isteklerini yok etmesini taleb eden bir âlem görüşüne dayanıyordu. Zira o, İnsan idrakine namütenâhi ( bitmez tükenmez ) cüzler şeklinde dökülen küllî varlığı, mânâ dolu bir vahdet halinde idrak edebilme keyfiyetini benliğine bütünü ile mâl edebilmiş olan gerçek bir mutasavvıftı.
    Gerçek mutasavvıf değerini ve derecesini düşünmekle vakit kaybetmeyen, kendi hakikatini ortaya koymak amacı ile, hayatı tabiattan aldığı gibi kabul edip, insan ve eşya münasebetlerini taşın suda yaptığı tek merkezli daireler gibi teklikten çokluğa götüren insandır.
    Tasavvuf aslında herhangi bir din kaydından müstakil olarak mevcut olup, insanla başlayan ve insanla tekâmül eden bir düşünce silsilesi ve hayattecrübesidir. Din ise tasavvufun şerh ve tefsirine muhtaçtır.(4)
    Şeriat; “Seninki senin, benimki benim”, der.
    Tarikat; “Seninki senin, benimki de senin”, der.
    Hakikat; “Ne seninki senin ne de benimki benim”, der.
    Gerçek mutasavvıf, dünyaya hakkını veren, kendisine verilen her güzelliği hâlinde ve üzerinde gösterip onun şükrünü ödeyen ve aynı zamanda ahirete de aynı değeri verendir. Ken'an Rifai, bu hakikati şu örnekle açıklıyor: Diyor ki, “Benim üç gözlüğüm vardır. Biri ile yakını görürüm. Yani, dünyayı...Biri ile uzağı görürüm. Yani, ahireti...Üçüncü gözlüğüm ilehem yakını hem uzağı, yani hem dünyayı hem de ahireti görürüm. İşte bu tasavvuf gözlüğüdür.”(5) diyor. İşte gerçek mutasavvıf, dünya işi ve hizmetinden elini bir an çekmeden gönlüyle her an sevgiliyle olabilendir.
    Gerçek mutasavvıf küçük hadiselerden dünya ve mana gerçeğini aşikar eder.
    Etajerin üstünde ampul kesmek için bir bıçak vardı.
    Ken'an Rifai: -“ Bu nedir? ” diye sordu.
    -Ampul bıçağı,dendi.
    -“ Ne için ortada bıraktın? Biri gelir, farkına varmaz elini kesiverir ” dedi ve şöyle devam etti:
    -“ Demek ki böyle kesici ve kırıcı aletleri bir kazaya sebebiyet vermemek için ortada tutmayıp kaldırmak lâzım olduğu gibi insanın kalbini ve ruhunu cerihadar ( yaralı ) edecek kötü ahlakları da vücud ortalığından kaldırmak lazımdır. Onların yeri de senin vücudun ortalığı değildir .”(6)
    Sonuçta diyebiliriz ki cenneti dünyada bulmanın yolu tasavvufî terbiyeden geçer. Gerçek cennet olan huzur ve mutluluk aynı terbiyenin sonucu olarak hürriyete kavuşmakla neticelenir. Bu bakış açısından tasavvuf, insanın insanlığını bulma yoludur vesselam.

    1 Ken'an Rifai, Sohbetler, sf: 474
    2 Abdülkadir Geylani, Futûh'ul-Gayb, sf: 197
    3 Ken'an Rifai
    4 20. Yüzyıl Işığında Müslümanlık, sf: 180
    5 20. yy Işığında Müslümanlık, sf: 179
    6 20. yy Işığında Müslümanlık, sf: 354
    Orjinal metin için tıklayın:http://tanburtaksimi.blogcu.com/tasa...t_3875676.html
    [[[NOT: Allah Razı olsun bu makaleyi kaleme alan CEMALNUR SARGUT hocamızdan... İlk dönem Tasavvuf ehline; halkın göstermiş olduğu ilgi,sevgi ve muhabbeti kıskanarak; içtihad hatası ettikleri için, sufileri karalama gafletine düşen o devirdeki bir takım kitap ve hased sahibi kimselerin söylediklerine kulak veren ve dindar geçinen bilgi sahibi fakat cahillerin,tıpkı Necip Fazıl'ın ham softa kaba yobaz dediği gibi; internet aracılığıyla etrafa saçtıkları fitne-fesat tohumlarının şerrinden kadirşinas bu necip milletin evlatlarını muhafaza buyursun.AMİN.AMİN.AMİN.

    Konu fehim tarafından (04-22-2009 Saat 06:30 ) değiştirilmiştir.
  3. Alt 04-22-2009, 10:16 #3
    Ziyaretci
    abı-hayat Mesajlar: n/a
    s.a çok faydalı bir yazı olmuş emeğinize ve yüreğinize sağlık

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.