Ol Seyyidü’l-Kevneyn (İki Cihan Efendisi) Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
Ol Rasûlü’s-Sekaleyn (İns ü Cinnin Peygamberi)
Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
Ol İmâmu’l-Harameyn (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i
Münevvere’nin İmâmı) Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
Ol Ceddü’l-Haseneyn (Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz’in
Mübârek Ceddi) Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِه۪ وَ صَحْبِه۪ وَ باَرِكْ وَ سَلِّمْ
Kâinâtı sonsuz rahmet-i ilâhiyyesi ile kuşatan Allah Teâlâ,
bu rahmet ve merhametinin en mükemmel eseri olan insana,
varlıklar manzûmesinin zirvesini lutfetmiş ve onu,
bu makâma lâyık hâle gelmesini sağlayacak
birtakım vasıflarla techiz etmiştir.
Ancak; akıl, idrak ve iz’an gibi bu ilâhî lutuflar bile,
insanoğlunun yüce hakîkatlere tam mânâsıyla ulaşabilmesine,
yâni Allah katında makbul sayılacak derecede vâkıf
olabilmesine kâfî değildir. Bunun içindir ki Rabbimiz,
bu nîmetlerine ilâve olarak bir de
“peygamberler göndermek”
sûretiyle insanoğluna
“vâsıl-ı ilâllâh”
olma yolundaki yardımlarını kemâle erdirmiştir.
Bu kâmil yardımın zirvesi de,
peygamberler içinde yaratılışta ilk,
beşeriyet âlemine gönderilişte son olan
“Nûr-i Muhammedî”
ve O’nun dünyâmızdaki sûreti olarak
ikrâm edilen Âhirzaman
Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.
Varlıklar zincirinin sebep ve zirvesi
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
mîlâdî 571 yılının 20 Nisan’ına tesâdüf eden 12 Rabîulevvel
Pazartesi sabahı,
güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine
tenezzül ederek dünyâmızı şereflendirmiştir.
Bilinen bir gerçektir ki, ilk yaratılan,
O’nun nûrudur.
Bütün varlıklar,
o nûrun şerefine halk edilmiştir.
O’nun dünyâyı şereflendirmesiyle
Allâh’ın rahmeti bu âlemde tuğyân etti.
Sabahlar ve akşamlar âdeta renk değiştirdi.
Duygular derinleşti.
Gönüller feyz ve bereketle doldu.
Sözler, sohbetler,
lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ,
ayrı bir letâfet kazandı.
Putlar sarsılarak yere devrildi.
Kisrâlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar
ve kuleler yıkıldı.
ve kuleler yıkıldı.
Sâve Gölü[1], zulüm bataklığı hâlinde kurudu.[2]
Zaman ve mekânda gerçekleşen bu tecellî,
Son Peygamber’in zuhûrunun ilk bereketi idi.
Kaynakların verdiği bilgiye göre,
Allah Rasûlü’nün süt annelerinden biri de,
tâlihli hanım Süveybe Hâtun’dur.
Bu hanım,
Rasûlullâh’ın amcası
ve
ve
azılı düşmanı olan
Ebû Leheb’in câriyesi idi.
Süveybe Hâtun,
bir pazartesi günü Ebû Leheb’e yeğeninin doğum müjdesini
haber verince,
Ebû Leheb,
sırf kavmî asabiyetten dolayı bu câriyeyi âzâd etti.
Bu ırkî asabiyetten meydana gelen sevinç bile,
Ebû Leheb’in pazartesi günleri azâbını hafifletmeye yetti.
Bu hâdiseyle alâkalı olarak,
Ebû Leheb’in kardeşi
Abbas -radıyallâhu anh- şunları nakleder:
“Ebû Leheb’i ölümünden bir sene sonra rüyamda gördüm.
Kötü bir hâlde idi:
«−Sana nasıl muâmele edildi?»
diye sordum.
Ebû Leheb:
«−Muhammed’in doğumuna sevinerek Süveybe’yi âzâd
ettiğim için pazartesi günleri azâbım biraz hafifletilmektedir.
O gün baş parmağımla işâret parmağım arasındaki küçük bir
delikten çıkan su ile serinlemekteyim.» cevâbını verdi.”
(İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125)
İbn-i Cezerî şöyle der:
“Ebû Leheb gibi bir kâfire bu lutufta bulunan Cenâb-ı Hak,
Peygamber Efendimiz’in doğduğu geceyi zikir ve ibâdetle ihyâ
eden bir mü’mine,
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hürmetine
kim bilir ne tür nîmetler ihsân eder,
ne gibi lutuf ve ikramlarda bulunur, düşünmek lâzımdır!
O hâlde mü’minlere yakışan,
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
doğduğu günü ihyâ edip
fakirlere her türlü yardımda bulunmaktır.
Böyle yapanlar,
o yıl belâlardan kurtulur ve ne dilekleri varsa yerine
gelir.”
(Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniye, I, 39)
Öyleyse mü’minler,
Allah Rasûlü’nün doğduğu ayda bol bol mânevî sohbetler
yapıp feyz tâzelemeli,
mübârek ayın rûhâniyetinden istifâde edebilmek için
Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi aşkına gönüllerini
ve sofralarını açarak ümmete ziyâfetler vermeli,
fakir, garip,
yetim, çâresiz ve kimsesizlere
her türlü iyiliği yaparak mahzun gönülleri şâd etmeli,
onları sadakalarla sevindirmeli
ve Kur’ân okuyup okutmalıdırlar.
*
Varlık Nûru’nun muhterem pederleri Şam’a
ticâret maksadı ile gitmiş,
dönüşte Medîne’de hastalanarak kudsî doğumdan iki ay evvel
vefât etmişti.
Mübârek yavru,
iklim şartlarından dolayı ve Arab örfü sebebi ile,
dört yaşına kadar süt annesi talihli kadın
Halîme Hâtun’un yanında kaldı.
Altı yaşında iken,
annesi Hazret-i Âmine, hizmetçileri olan
Ümmü Eymen’i de yanına alarak
“Varlık Nûru”nu,
babası Hazret-i Abdullâh’ın kabrini ziyâret için
Medîne’ye götürdü.
Bu esnâda Hazret-i Âmine hastalandı.
Ebvâ Köyü’nde vefât etti.
Oraya defnedildi.
Şâir bu hâli ne güzel anlatır:
Ey Ebvâ’da yatan ölü,
Bahçende açtı dünyânın,
En güzel gülü…Varlık Nûru bu sûretle anneden de öksüz kalmış olarak
dadısı Ümmü Eymen ile Mekke’ye döndü.
Artık dedesinin yanındaydı.
Fakat sekiz yaşında iken, dedesi Abdülmuttalib de vefât etti.
Daha sonra O’nu amcası Ebû Tâlib yanına aldı
ve fedâkârâne bir sûrette himâye etti.
Fakat Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-
risâlet vazîfesine başlayıp da müşriklere karşı
en çok himâye ve müdâfaa edilmeye muhtaç
olduğu bir zamanda,
bu fedâkâr amcası da vefât edecekti.
Böylece bütün fânî ve zâhirî destekler son bulacaktı.
Bundan sonra O’nun yegâne sahibi,
koruyucusu ve terbiye edicisi, sadece Rabbi idi.
Hayâtının en zayıf anlarında gördüğü bu zâhirî ve fânî
destekler,
sırf O’nun her hâlükârda insanlığa
-az çok- taklîd edilebilir ve mükemmel
bir örnek olması hikmetine dayanıyordu.
O’nun yetim ve öksüz çocukluğu ile gençliği,
en parlak bir istikbâle liyâkat ifâde eden
bir nezâhet ve ulviyet içinde geçiyordu.
Osman Nuri Topbas/altinoluk.com