Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyince hâke nebât
Mütevazî olanı rahmet-i Rahmân büyütür. 1
Mütevazî olanı rahmet-i Rahmân büyütür. 1
Tevazu; alçak gönüllü olmak, Hakk'a boyun eğmek ve hakkı kabul etmektir. Tevâzûun azlığı kibir alâmeti, aşırılığı ise zillettir. Ayrıca aşırı tevâzû nefiste kibrin bir alâmeti olarak tezâhür edebilir. Bu hassas dengeye dikkat etmek gerekir.
Peygamberimiz'den bir sonraki nesil olan Tâbiîn'in büyük âlimi Hasan-ı Basrî'ye göre tevâzû, bir kimsenin evinden çıkıp giderken yolda rastladığı her Müslümanı kendisinden üstün kabul etmesidir. Büyük sûfi Fudayl bin İyâz'ın kendisi gibi zâhid ve muhaddis olan Şuayb bin Harb'e, Kâbe'yi tavaf ettikleri bir esnâda söylediği şu sözler de aynı anlayışı yansıtmaktadır:
– Şuayb! Eğer bu yılki hacca sen ve benden daha günahkâr bir kimse gelmiştir, diye düşünüyorsan bil ki bu çok fenâ bir zandır.
Dünyâ hayâtında insanları süsleyen en mühim zinet tevâzûdur. Bu haslet kul olmanın bir gereğidir. Hiçbir şeye mâlik olmayan, bütün ihtiyaçlarını “el-Ganî” olan Rabbi'ne arz eden bir insanın, başka türlü düşünmesi ve davranması da beklenemez. Zîrâ bu, hakîkate aykırı bir hareket olur. Çünkü gurur, övünme ve bencillik eşyâ ile insan arasına çekilen bir perdedir.
Bu perdeyi kaldırmadan hiçbir şeyi olduğu gibi görmek mümkün değildir. Kendini beğenmiş kimselerin tasavvurlarındaki âlemin, gerçeğine nisbetle büsbütün farklı bir manzarası vardır. Bu vehimlerden sıyrılarak hâdisâtı hakîkat vechile göremeyen kimseler, hatâlara sürüklenmekte, başkalarından daha çok kendilerini aldatmakta, daha kötüsü de Allâh Teâlâ'nın gazabına ve hoşnutsuzluğuna mâruz kalma bahtsızlığına dûçâr olmaktadırlar. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Allâh Teâlâ'nın rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allâh onu bir derece yükseltir. Kim de Allâh'a karşı bir derece kibir gösterirse, Allâh da onu bu sebeple bir derece alçaltır, netîcede onu esfel-i safilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)
Gurur ve kibrin ne derecede kötü bir huy olduğunu gösteren diğer bir hadis-i şerif de şöyledir:
“Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allâh, onları muhâtab almaz, yüzlerine bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır.”
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in bu cümleyi üç kere tekrarlaması üzerine Ebû Zerr -radıyallâhu anh-:
– Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir ey Allâh'ın Resûlü, diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“– Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır.” cevabını verdi. (Müslim, Îmân, 171)
“– Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır.” cevabını verdi. (Müslim, Îmân, 171)
Hadisten de anlaşılacağı üzere büyüklenmek ve gurûra kapılmak insanı, âhiret gününde Cenâb-ı Hakk'ın kelâmından, nazarından ve tezkiyesinden mahrum ederek elim bir azaba müstahak kılacak kadar kötü bir haslettir. Böyleleri, hakîkatten saptıkları gibi insanların gözünde de sevimsiz hâle gelirler. Tevâzû ise insanı hakîkate alıştırır; aynı zamanda onu derinleştirir ve yüceltir. Bir mütefekkirin dediği gibi; “İçtimaî hayatta herkesin göreceği ve görüneceği, mertebe denilen bir pencere vardır.
Boyu kısa olanlar o pencereden görünebilmek için tekebbürle yükselirken, büyükler de tevâzû ile eğilmek durumunda kalırlar. İnsanda büyüklüğün mikyâsı küçüklük yani tevâzu, küçüklüğün mîzânı da büyüklük yani tekebbürdür.”
Nihayette b ütün insanlar tevâzû ehlini gayr-i ihtiyâri sever.
Nihayette b ütün insanlar tevâzû ehlini gayr-i ihtiyâri sever.
Çünkü, her şey gibi muhabbet de yukarıdan aşağıya doğru akar.
Allâh Teâlâ tevâzûyu ilk olarak en sevgili kulu olan Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e emretmektedir. “Sana tâbî olan mü'minlere alçak gönüllü davran!” (eş-Şuarâ 26/215)
emrini alan Resûl-i Ekrem Efendimiz;
“Allâh Teâlâ bana, «O kadar mütevâzî olun ki kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!» diye emretti.” (Müslim, Cennet, 64)
buyurmuş ve hayâtını tevazûun zirvesinde yaşayarak biz ümmeti için sayısız örnekler sunmuştur. Cenâb-ı Hakk'a kul olmayı kendisi için en büyük şeref bilerek ne krallığa ne de melikliğe meyletmiştir. Efendimiz'in bu tercihini anlatan rivâyet şöyledir:
“Birgün Allâh Resûlü, Cibril ile oturmuş sohbet ediyordu. O anda semâdan bir melek indi. Cebrâil -aleyhisselâm- bu meleğin dünyaya ilk defâ indiğini söyledi.
Melek; «Yâ Muhammed! Beni sana Rabbin gönderdi. Melik bir peygamber mi yoksa kul bir Peygamber mi olmak istediğini soruyor.» dedi. Efendimiz Cebrâil'e baktı. O da mütevâzî olmasını işâret ederek;
«Ey Allâh'ın Resûlü! Rabbine karşı mütevâzî ol!» dedi. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-;
“Kul bir Peygamber olmayı isterim.” ( İbn-i Hanbel, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20) buyurarak
müstesnâ bir tevâzû nümûnesi ortaya koydu. Bu tercihten sonra kulluk, insanın ulaşabileceği en şerefli makam oldu.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- kendisine aşırı ta'zim gösteren kimselere; “Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Yüce Allâh beni resûl edinmeden önce kul edinmişti.” (Heysemî, IX, 21) ikâzında bulunarak kul olmanın kıymetini göstermiştir.
Abdullâh bin Cübeyr -radıyallâhu anh- anlatıyor; Birgün Efendimiz bir grup sahabiyle yolda yürürken onlardan birisi örtü ile Allâh Resûlü'nü güneşten korumak istedi. Resûlullâh gölgeyi görünce başını kaldırdı, bir kimsenin kendisine gölgelik yapmakta olduğunu gördü. Adama: “Bırak!” dedi. Örtüyü alıp yere koydu ve; “Ben de sizin gibi bir insanım! ” buyurdu. (Heysemî, IX, 21)
Peygamber Efendimiz Cenâb-ı Hakk'ın Habîbi ve insanların en şereflisi olmasına rağmen hiçbir kimsenin yapamayacağı kadar tevâzû göstermiş, insanların arasında onlardan biri gibi yaşamıştır. Abbâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Resûlullâh Efendimiz 'e:
– Yâ Resûlallâh! Kendin için bir taht edinip orada otursanız. Görüyorum ki halk seni rahatsız ediyor, dedim. Allâh Resûlü şöyle buyurdu:
“– Hayır! Allâh beni içlerinden alıp huzûra kavuşturuncaya kadar aralarında duracağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlar beni rahatsız etsin! ” (İbn-i Sa'd, II, 193; Heysemî, IX, 21)
Bu engin tevâzûu sebebiyle Peygamber Efendimiz ne kapalı kapılar ardına çekilir, ne perdeler arkasına gizlenir ne de kendisinin önüne hususî olarak yemek taşınırdı. Toprak üzerinde oturur, yerde yemek yer ve; “Ben kulun oturduğu gibi oturur, kulun yediği gibi yerim. Ben ancak bir kulum!” buyururdu. (İbn-i Sa'd, I, 372)
Köleler arpa ekmeğine bile dâvet etseler dâvetlerine icâbet eder (Heysemî, IX, 20) ve çocuklara dahî selâm verirdi. (Buhârî, İsti'zân, 15) Şu rivâyet ne kadar dikkat çekicidir:
Medineli herhangi bir kişi, hatta bir köle bile Peygamberimiz'in elinden tutar, onu istediği yere kadar götürür, merâmını arzeder ve müşkilini hallederdi. (Buhârî, Edeb, 61) Abdullah Vassaf, âcizlere şefkatli olanların ve tevâzû gösterenlerin hakîkatte yükseldiğini şöyle ifâde eder:
Her âcize şefkat et şefî ol
Mahlûka tevâzû et refî ol.
Mahlûka tevâzû et refî ol.
Sevgili Peygamberimiz, Allâh Teâlâ indindeki (katındaki) izzeti bilindiği ve sonsuz lutf-u ilâhîye mazhar olduğu halde sahâbe-i kirâmdan duâ isteyecek kadar mütevâzî davranabilmiştir. Hz. Ömer şöyle anlatır; Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'den umre yapmak için izin istedim. İzin verdi ve:
“– Bizi duadan unutma, sevgili kardeşim!” buyurdu.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in bu sözüne karşılık bana dünyayı verselerdi bu kadar sevinmezdim. (Ebû Dâvûd, Vitir, 23)
Fahr-i Kâinât Efendimiz evindeyken elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder (İbn-i Sa'd, I, 366) ve koyununu sağardı. (Heysemî, IX, 20) Yine o, eşyâsını kendisi taşır, hiç kimseye yük olmak istemezdi. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-'in anlattığı şu hâtırâsı bunun pek güzel bir misâlidir:
“…Birgün Efendimiz ile berâber çarşıya gitmiştim. Peygamberimiz oradan elbise satın aldı. Hemen koşarak onları elinden almak istedim. Bunun üzerine:
«Bir kimsenin, eşyâsını kendisinin taşıması daha uygundur.
«Bir kimsenin, eşyâsını kendisinin taşıması daha uygundur.
Ancak taşımaktan âciz olursa Müslüman kardeşi ona yardım eder.» buyurdu.” (Heysemî, V, 122)
Enes -radıyallâhu anh-'ın anlattığına göre Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- hastaları ziyâret eder, cenâze teşyîinde bulunur ve herkesin binek olarak kullandığı şeyleri kullanmaktan çekinmezdi.
Meselâ merkebe binmekten kaçınmazdı. Nitekim Hayber'in fethedildiği, Kureyza oğullarına sefer yapıldığı günlerde yuları hurma lifinden olan bir merkebi binek olarak kullanmıştı. (Hâkim, II, 506) Hiçbir biniti olmadan yaya olarak yürüdüğü de çoktu ve bu onun için gâyet normal bir hâldi.
Câbir -radıyallâhu anh-; “Hastaydım, Resûlullâh beni ziyâret etti. Hiçbir şeye binmeden yürüyerek gelmişti.” (Buhârî, Merdâ, 15) sözleriyle onun bu mütevâzî davranışını anlatmaktadır.
Mescid-i Nebevî inşâ edilirken herkes gibi kerpiç taşıyan, hendek kazımında herkes açlıktan karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, 2 ashâbı arasında onlardan fark edilmeyecek şekilde yaşar ve kendini onlardan üstün görmezdi. Abdullah bin Büsr -radıyallâhu anh- şöyle bir hâdise anlatır:
“Fahr-i Cihân Efendimiz'in dört kişinin taşıyabildiği «Garrâ» adlı bir yemek kazanı vardı. Kuşluk vakti girip kuşluk namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu kabı getirdiler. Ashâb-ı kirâm etrafına toplandı. Sahâbîler çoğalınca Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- diz çöktü. Bunu gören bir bedevî, hayâtında hiçbir zaman bu kadar yüce bir tevâzû görmemiş olmanın verdiği şaşkınlıkla:
– Bu nasıl oturuş, diye sordu. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
«– Allâh Teâlâ beni inatçı bir zorba değil, şerefli bir kul olarak yarattı.» buyurdu. ” (Ebû Dâvûd, Et'ime, 17)
«– Allâh Teâlâ beni inatçı bir zorba değil, şerefli bir kul olarak yarattı.» buyurdu. ” (Ebû Dâvûd, Et'ime, 17)
Fuzûlî, Allâh Resûlü'ne ezelde bahşedilen büyüklüğün, bir kul gibi davranmasıyla aslâ yok olmayacağını bir temsille şöyle dile getirir:
Saâdet-i ezelî kâbil-i zevâl olmaz
Güneş yer üstüne düşmekle pâymâl olmaz.
Allâh Resûlü bir kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir sefer esnâsında ashâbına koyun kesip pişirmelerini emretmişti. Ashâbından biri; “Yâ Resûlallâh, onu ben keseyim.” dedi.
Başka biri; “Yâ Resûlallâh, yüzmesi de benim vazifem olsun.” dedi.
Bir başkası da; “Yâ Resûlallâh, pişirmesi de bana âit olsun.” dedi. Resûl-i Ekrem
Efendimiz de:
“– O hâlde odunu toplamak da bana âit olsun.” buyurdu.
Sahâbîler; “Yâ Resûlallâh! Biz onu da yaparız, senin çalışmana gerek yok.”
dedilerse de Peygamberimiz :
“– Sizin benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allâh Teâlâ kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” buyurdu. (Kastallânî, I, 385)
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hem devlet başkanlığı hem de ordu kumandanlığı gibi pâyeleri şahsında topladığı halde, eşine rastlanmaz bir tevâzû örneği sergilemiştir. Bu azim ve gayretleri, Allâh Teâlâ'nın inâyeti ile buluşunca kendisine büyük fetihler müyesser olmuştur. Ancak bunların hiçbiri Fahr-i Kâinât Efendimiz 'in tevâzûunu en küçük bir şekilde zedelememiştir.
Efendimiz'in fetihten sonra Mekke-i Mükerreme'ye girişi en büyük tevâzû örneklerindendir . Orada bulunan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvir ederler:
“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke'yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu.
“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke'yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu.
Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke'ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:
«Ey Allâh'ım! Hayat ancak ahiret hayâtıdır!» diyordu.” (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1) 3
«Ey Allâh'ım! Hayat ancak ahiret hayâtıdır!» diyordu.” (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1) 3
Peygamber Efendimiz, bunca zaferlere rağmen insanlara karşı mütevâzî davranmaktan hiçbir zaman geri durmamıştır.
Meselâ ashâbından birisi deve üzerinde giderken o, sâde bir insan gibi yaya olarak yürüyebilmiştir.
Birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, muhacir ve Ensâr'dan bâzı kişilerle birlikte Muaz bin Cebel'i Yemen'e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı. Muaz -radıyallâhu anh- binek üzerinde gidiyor, Resûl-i Ekrem Efendimiz ise yanı sıra yaya yürüyor ve kendisine bazı tavsiyelerde bulunuyordu.
Muâz:
– Yâ Resûlallâh! Ben binitliyim, sen ise yaya yürüyorsun! Ben de inip seninle ve ashâbınla birlikte yürüsem olmaz mı, diye mahcûbiyetini dile getirdi. Onu teskîn eden Efendimiz, kendisini meşgul eden esas meselenin ne olduğunu açık bir şekilde gösteren şu cevâbı verdi:
“– Ey Muâz! Bu adımlarımın, Allâh yolunda atılan adımlar olmasını arzu ediyorum.” (Diyârbekrî, II, 142)
Nâmık Kemâl, tevâzûun en büyük yücelik, halka hizmetin de efendilik olduğunu ve bunların en güzel örneklerinin Peygamberimiz'in hayâtında bulunduğunu şöyle dile getirir:
Tevâzû ayn-ı rif'at, hizmet-i millet siyâdettir
Olunsun hulk-i Peygamber'le istişhat lâzımsa.
Olunsun hulk-i Peygamber'le istişhat lâzımsa.
Yine Server-i âlem Efendimiz, bu derin tevâzuu sebebiyle yolculuk esnâsında arkadan gider, yürümekte güçlük çeken kimseleri terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94)
Böylesine derin bir tevâzuun özünde, dünyâdaki makâm ve mevkîlerin bir kıymet ifâde etmemesi vardır. Onun gözünde hayât ancak âhiret hayâtı idi ve yarışanların bunun için yarışması gerekiyordu.
Bütün bu rivâyetlerde gördüğümüz misâller onun yüksek tevâzûundan bize akseden pırıltılardır. O ise anlattığımızdan daha yükseklerde, daha ötelerdedir. Çünkü tevâzû onun şiârıdır. Ümmetin vazifesi de onun izini tâkip etmek ve münevver yolunda yürümek olmalıdır.
Bu hakîkati Mevlânâ hazretleri, çevresindekilere tatbîkî olarak ne güzel anlatmıştır:
Hz. Mevlânâ'yı görmek üzere Konya'ya gelen bir papaz, maiyyeti ile birlikte yolda giderken hazrete rast gelir.
Hürmet ederek huzûrunda eğilir. Mevlânâ da aynı hürmetle mukâbele eder.
Papaz başını kaldırdığı zaman Mevlânâ'yı aynı ihtirâm vaziyetinde bulur. Nihâyet bu tevâzu karşısında hayrân kalıp Müslüman olur. Mevlânâ eve döndüğü zaman oğlu Sultan Veled'e şu müthiş sözü söyler:
– Bir râhip tevâzû faziletini elimizden almak istedi. Allâh'a şükür ki bu yolda biz onu mağlûb ettik. Çünkü tevâzu ve hilim, Âlemlerin Efendisi'ne mensup olanların şiârıdır. (Ali Nihat Tarlan, s. 28)
Dipnotlar:
1.Tohum toprağa düşmeyince filizlenip büyüyemez. Bu bakımdan Allâh Teâlâ 'nın rahmeti, kibirlileri değil, ancak mütevâzî olanları büyütür ve yüceltir.
2.İ bn-i Hanbel, II, 381; Buhârî, Rikâk, 17.
3.Sevgili Peygamberimiz,dünya hayatına nisbetle âhiretin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ifâde eden bu sözü hayâtı boyunca sık sık tekrarlardı. Rivâyetlerde, Mescid-i Nebevî inşâ edilirken, Hendek kazılırken, Fetih günü Mekke'ye girerken ve Vedâ haccı esnâsında arefe günü mü'minlerin çokluğunu gördüğünde söylediği sâbittir. (Buhârî, Cihâd, 33, 110; Menâkibu'l-ensâr, 9; Megâzî, 29; Müslim, Cihâd, 126, 129; Tirmizî, Menâkıb, 55; İbni Mâce, Mesâcid, 3)
1.Tohum toprağa düşmeyince filizlenip büyüyemez. Bu bakımdan Allâh Teâlâ 'nın rahmeti, kibirlileri değil, ancak mütevâzî olanları büyütür ve yüceltir.
2.İ bn-i Hanbel, II, 381; Buhârî, Rikâk, 17.
3.Sevgili Peygamberimiz,dünya hayatına nisbetle âhiretin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ifâde eden bu sözü hayâtı boyunca sık sık tekrarlardı. Rivâyetlerde, Mescid-i Nebevî inşâ edilirken, Hendek kazılırken, Fetih günü Mekke'ye girerken ve Vedâ haccı esnâsında arefe günü mü'minlerin çokluğunu gördüğünde söylediği sâbittir. (Buhârî, Cihâd, 33, 110; Menâkibu'l-ensâr, 9; Megâzî, 29; Müslim, Cihâd, 126, 129; Tirmizî, Menâkıb, 55; İbni Mâce, Mesâcid, 3)