Kar Çiçeği
Mikail Doğan
Soğuk ve karlı bir kış günüydü. Vasily, hastane odasında solgun bir gül misâli yatağına uzanmış kitap okuyordu. Dikkat ettim; okuduğu daha önce benim de okuduğum ‘Ölüm Ötesi Hayat’ isimli kitaptı. Kitapta neler yoktu ki: Haşir, Âhiretin ispatı, yeniden diriliş keyfiyeti. Kitaba kendini o kadar kaptırmış ki, odaya girdiğimi bile fark etmedi. Ben de onu görebileceğim bir kenara sessizce oturdum ve izlemeye koyuldum. Vasily’yi çok sevdiğimi bilen oda arkadaşları da, ona orada olduğumu hissettirmediler.
Bu, Vasily’yi kaçıncı ziyaret edişimdi hatırlamıyorum. Her gelişimde onun hastalığına daha da alışmış olduğunu görürdüm. Gencecikti. O yaşta insan neler istemezdi ki… Fakat o asla hâlinden şikâyetçi olmuyordu. Onu gören hastalığından zevk alıyor zannederdi.
Elindeki bavulla yurdun kapısında göründüğü ilk gün geldi gözümün önüne. O gün okulun intibak programına gelmişti şehir dışından. Öyle yorgun ve solgun görünüyordu ki, bu hâlini tren yolculuğuna bağlamıştım. Zayıf, sarı saçlı, yeşil-çekik gözlü, hafif kambur ve yaşına göre uzun boylu bir çocuktu; utangaç ama, aynı zamanda mütebessimdi. İşte o gün başlamıştı muhabbetimiz ve sonra da artarak devam etmişti. Lise birinci sınıfta okuduğu bir gün, yanıma solgun bir yaprak gibi gelmişti. Her zamanki hürmetli tavrıyla; “Hocam, biraz rahatsız hissediyorum kendimi. Doktora gitmek istiyorum.” demişti. Ben de “Hayrola Vasily, neyin var?” diye sormuştum. “Bilmiyorum hocam biraz hâlsizim. Üstelik iştahım da yok, yemek yiyemiyorum.” deyince de dayanamayıp izin vermiştim. Birkaç saat sonra elinde bir reçeteyle çıkagelmişti. İştah açıcı ve ağrı kesici ilâçlar yazmışlar, hastalığına bir teşhis koyamamışlardı. Fakat zaman ilerledikçe bu ilâçların Vasily’nin hastalığına çare olmadığını görmüştük. Durumu iyice kötüleşmeye başlayınca da elinden tutup işte bu hastaneye getirmiştik onu. Burada öğrendik ilik kanseri, kan kanseri olduğunu.
Vasily’nin sesiyle sıyrıldım hatıralardan. Yattığı yerden oda arkadaşlarına elindeki kitaptan güzel bir bölüm okumak istediğini belirtip, “Sâlih kullarıma, gözün görmediği, kulağın işitmediği ve beşerin kalbine dahi gelmeyen şeyler hazırladım.” mânâsındaki kudsî hadîsi okudu. “İnsanı ne kadar rahatlatıyor bunlar değil mi?” diye de yorumunu ekledi. Arkadaşları, Vasily’ye beni göstererek orada olduğumu fark ettirmek istediler. Vasily, yavaşça başını çevirince gördü beni:
— Hocam, kusuruma bakmayın, sizi fark edemedim. Ne zamandan beri buradasınız?
— Çok olmadı. Kitabı öyle zevkle okuyordun ki, bölmek istemedim.
— İşte böyle zaman geçiriyoruz hastane odasında hocam. Bazen kitap okuyoruz bazen de sohbet ediyoruz. Genelde ben konuşuyorum; ama alıştılar artık bana.
Bir müddet muhabbet ettikten sonra bir ihtiyacının olup olmadığını sordum. Hiçbir ihtiyacının olmadığını sadece annesini, babasını ve kız kardeşi Aygül’ü çok özlediğini söyledi (bu ismi ona Vasily takmıştı). Ben de onlara ulaşmaya çalışacağımı söyleyip oradan ayrıldım.
Dışarı çıktığımda gördüğüm manzara muhteşemdi. Her taraf bembeyazdı… Kar, gelinin başından aşağı saçılan çiçekler gibi yağıyordu insanların üzerine. Ne yazık ki bu güzel manzaraya âdeta karalar çalınıyordu hastane odalarında. Izdırap ve sıkıntılardan güzellikleri göremeyen ve ümidi azalmış hastalar, ister istemez müteessir ediyordu insanı. Enfes bir manzara olmasına rağmen zevkle seyredemiyordum beyaz örtüsüne bürünmüş sokakları, caddeleri, ağaçları ve çatıları… Fakat Vasily’yi düşününce bir nebze rahatladım. Ümidini kaybetmemiş, bilakis Allah’a olan imanı ve teslimiyeti artmıştı; kul olduğuna hamdediyordu.
Türkiye’den gelen biri olarak bu soğuk ve karı görünce baharın ve yazın geleceğine inanmakta zorlanıyordum. “Allah’ın rahmetinin eserlerine bakın ki, yeri ölümden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, ölüleri de diriltecektir.”(Rum, 30/50) mealindeki âyet aklıma geldi. Bir defa daha idrak ettim ki, buralarda da her kışı bir bahar takip edecek, ölmüş her bitki, bahar gelince yeniden yemyeşil örtüsüne bürünecek, dirilecekti. Bu düşüncelerle okulumun yolunu tuttum.
‘Okul, yurt…’ derken aradan birkaç gün geçti. Neden sonra Vasily’yi ziyaret etmek geldi aklıma ve pazardan sevdiği meyvelerden aldım. Onu biraz mutlu edeceğini düşünerek solgun kar çiçeğinin yattığı hastaneye doğru yürüdüm. Odasının önüne gelip kapının camından baktığımda onu yatağında göremedim. Üstelik yatağı düzeltilmiş ve kitapları da yatağının baş ucunda değildi. Nereye gitmiş olabilirdi ki? Kapıyı tıklatarak içeri girdim. Oda arkadaşları yerlerinden doğrularak “Hoş geldiniz!” dediler. Öyle saygılıydılar ki, Vasily ile olan arkadaşlıklarının zamanla onlarda böyle bir değişikliğe vesile olduğu anlaşılıyordu. Şaşkınlığımın sebebini biliyorlardı. Vasily’nin ailesini görmek için köyüne gittiğini, bizlere haber vermemelerini tembihlediğini söylediler.
Öyle ya, ailesini özlediğini belirtmişti bir önceki ziyaretimde. Eyvah, yoksa bana gönül mü koymuştu? “Bir bakarız.” demiştim ona. Bana kızmış olmalıydı. Yoksa mutlaka haber verirdi. Fakat nasıl olurdu? Her an müşahede altında tutulmalıydı! Hemen fırladım koridorlara ve karşıma çıkan ilk hemşireye onu sordum. Bu konuda bir bilgisi olmadığını söyleyince de, kar çiçeği için getirdiklerimi oradakilere vererek bin bir endişeyle okuluma yöneldim.
Yürürken bir yandan da neler yapabileceğimi düşünüyordum. Aklıma sırdaşım, hayırhahım Ferhat Bey geldi. Yurda girince ilk iş olarak onu aradım telefonla. Vasily’yi sordum. Haberi olmadığını söyledi. Ne yapmalıydım? Bu karda kışta ne yapabilirdim? Biraz düşündüm. Trenle köyüne ulaşmak mümkün değil. Tekrar Ferhat Bey’i aradım. Arabasıyla Vasily’lere gitmeyi teklif etti. Sevindim. Müdür beyden izin alarak ikinci günün sabahında yola koyulduk. 6–7 saatlik bir yol… Her taraf beyaz örtüsüne bürünmüş. Yollar aşırı soğuktan buz tutmuş. Fakat arabayla gitmekten başka çaremiz de yok.
Teybimizde ‘Süleymaniye’lerden, ‘Hisar’lardan yükselen ses yankılanırken, ben de ‘solgun kar çiçeği’ni düşünüyordum. Hayat doluydu Vasily, bizimle çay içmeden, sohbet etmeden duramazdı. Bir vesile bulur gelirdi yanımıza. Beni her görüşünde hafifçe kaşlarını kaldırıp tebessüm edişini, geceleri yatarken ‘En Sevgili’yi görme umuduyla gözlerini yumuşunu, sabahları uyandırdığımda yatağında doğrulup bağdaş kuruşunu ve gözünü ovuşturuşunu hatırladım. Gözlerim buğulandı.
Derken evleri göründü uzaktan. Bir odanın lâmbası yanıyordu sadece. Pencerelerin perdesi çekilmişti. Bizleri karşısında görünce ne çok sevinecekti kim bilir! Arabadan indik. Etrafı çitle çevrilmiş, genişçe bir avlusu bulunan ahşap eve doğru yürüdük. Değişik çiçek desenleriyle rengârenk süslenmiş kapının tokmağına usulca dokunduk. İçeriden âdeta parmağının ucuna basa basa yürüyen birinin ayak sesleri geliyordu. Vasily’nin ayak sesleri olmalıydı. Kapı gıcırtıyla açıldı. Önce annesi, arkasından babası ve kız kardeşi Aygül… Onu aradım gözlerimle. Her gelişimizde o açardı kapıyı oysa. Geldiğimizi sezerdi âdeta.
Annenin ve babanın hâlinde bir durgunluk vardı. Gözleri yaşardı bizi görünce annenin. Genişçe bir odaya buyur ettiler bizi. “Hoşgeldiniz!” dediler mahzûn bir ifadeyle. Gece susmuş, ölü toprağı serpilmişti ortalığa sanki. Vasily’nin hastalığı onları iyice üzmüş olmalıydı ki, önceki gibi şen şakrak konuşmuyorlardı. Bense hâlâ nur yüzlü Vasily’nin kapı ağzında görünmesini bekliyordum. Sesimizi duymuş olmalıydı. Neden gelmiyordu ki yanımıza? Geç kalmış olma endişesi içerisinde nerede olduğunu sordum. Anne ağlamaya başladı. Baba Aygül’ü bağrına bastı; neden sonra “Vasily öldü!” diyebildi sadece. Kulaklarıma inanamadım. Donuk bir yüz ifadesiyle bakakaldım Ferhat Bey’e. Sadece titrek bir sesle “Vasily öldü mü?!” diyebildim. Ne diyeceğimi şaşırdım. Yutkundum. Ağlasam rahatlayacağım; ama göz pınarlarım kurumuş sanki. İnanamıyorum öldüğüne. Daha doğrusu inanmak istemiyorum. Yaşamak nasıl nimetse, ölmek de öyle, biliyorum…
Fakat, elveda demeden ayrılmak... Sanki kapıdan görünüverecek. Ne ümitleri vardı geleceğe dâir! “Hocam, bir ben bileyim, bir siz bilin, bir de Allah bilsin bunları.” dediği nice sırrını anlatmıştı bana. Annesi iç hasbıhâlime son verdi ağlamaklı sesiyle. Vasily’nin son günlerini anlattı bize. Son anlarında bile metanetini hiç kaybetmemiş. Hattâ ölmeden önce anne ve babasına; “Beni çok seviyor musunuz? Beni mutlu etmek istemez misiniz?” demiş. İkisi birden; “Elbette oğlum, seni çok seviyoruz. Dünyanın en mutlu insanı olman için elimizden gelen her şeyi yaparız.” demişler. O da kendinin Müslüman olduğunu açıklayıp onu mutlu edecek tek şeyin onların da Müslüman olduklarını işitmek olacağını söylemiş. İslâm’da huzur bulduğunu, bu sayede hastalığın ızdıraplarını âdeta hissetmediğini anlatmış. Hattâ şöyle demiş: “Allah sevdiği kuluna hastalık verirmiş. Buna öyle inanıyorum ki anne, hastalığımdan bile hoşnut olmaya başladım. Ölümden korkmuyorum baba. Nasıl yaşamak bir nimetse, ölmek de Rabb’imize kavuşmamızı sağlayan bir nimettir.” Bu sözleri duyan anne ve baba Müslüman olmaya karar vermişler o an. Vasily de şahadet kelimesini tekrar ettirerek annenin de babanın da kurtuluşuna vesile olmuş. Son anında bile kulluğun en güzel misâlini vermiş. Odasındaki hastaların bile Müslüman olmasına vesile olmuş.
Birden mezarına gitmek ve orada vedalaşmak geldi aklıma. Fakat ailesi, yoğun kar yağışı yüzünden yolların kapalı olduğunu, oraya ulaşmanın neredeyse imkânsız olduğunu söyledi. Yine de gitmek istediğimizi belirttik. Bu sefer gitsek bile kardan dolayı mezarı bulamayacağımızı söylediler.
Demek beyaz yorganını çektin üzerine. Ah Vasily! Geceleri üstün açılınca ben örterdim. Kıvrılır yatardın yatağında. Fark edince de beni, doğrulup teşekkür ederdin. Uyuyamadığın gecelerde sohbet arkadaşı olurduk.
Vasily, solgun kar çiçeği, şimdi sen de filiz vereceksin kar yığınları arasından başını çıkarıp ötelere... Küheylanlar gibi şaha kalkacaksın ve kim bilir ne güzel âlemlere seyahat edeceksin.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/350/4079.mp3[/SES]
Mikail Doğan
Soğuk ve karlı bir kış günüydü. Vasily, hastane odasında solgun bir gül misâli yatağına uzanmış kitap okuyordu. Dikkat ettim; okuduğu daha önce benim de okuduğum ‘Ölüm Ötesi Hayat’ isimli kitaptı. Kitapta neler yoktu ki: Haşir, Âhiretin ispatı, yeniden diriliş keyfiyeti. Kitaba kendini o kadar kaptırmış ki, odaya girdiğimi bile fark etmedi. Ben de onu görebileceğim bir kenara sessizce oturdum ve izlemeye koyuldum. Vasily’yi çok sevdiğimi bilen oda arkadaşları da, ona orada olduğumu hissettirmediler.
Bu, Vasily’yi kaçıncı ziyaret edişimdi hatırlamıyorum. Her gelişimde onun hastalığına daha da alışmış olduğunu görürdüm. Gencecikti. O yaşta insan neler istemezdi ki… Fakat o asla hâlinden şikâyetçi olmuyordu. Onu gören hastalığından zevk alıyor zannederdi.
Elindeki bavulla yurdun kapısında göründüğü ilk gün geldi gözümün önüne. O gün okulun intibak programına gelmişti şehir dışından. Öyle yorgun ve solgun görünüyordu ki, bu hâlini tren yolculuğuna bağlamıştım. Zayıf, sarı saçlı, yeşil-çekik gözlü, hafif kambur ve yaşına göre uzun boylu bir çocuktu; utangaç ama, aynı zamanda mütebessimdi. İşte o gün başlamıştı muhabbetimiz ve sonra da artarak devam etmişti. Lise birinci sınıfta okuduğu bir gün, yanıma solgun bir yaprak gibi gelmişti. Her zamanki hürmetli tavrıyla; “Hocam, biraz rahatsız hissediyorum kendimi. Doktora gitmek istiyorum.” demişti. Ben de “Hayrola Vasily, neyin var?” diye sormuştum. “Bilmiyorum hocam biraz hâlsizim. Üstelik iştahım da yok, yemek yiyemiyorum.” deyince de dayanamayıp izin vermiştim. Birkaç saat sonra elinde bir reçeteyle çıkagelmişti. İştah açıcı ve ağrı kesici ilâçlar yazmışlar, hastalığına bir teşhis koyamamışlardı. Fakat zaman ilerledikçe bu ilâçların Vasily’nin hastalığına çare olmadığını görmüştük. Durumu iyice kötüleşmeye başlayınca da elinden tutup işte bu hastaneye getirmiştik onu. Burada öğrendik ilik kanseri, kan kanseri olduğunu.
Vasily’nin sesiyle sıyrıldım hatıralardan. Yattığı yerden oda arkadaşlarına elindeki kitaptan güzel bir bölüm okumak istediğini belirtip, “Sâlih kullarıma, gözün görmediği, kulağın işitmediği ve beşerin kalbine dahi gelmeyen şeyler hazırladım.” mânâsındaki kudsî hadîsi okudu. “İnsanı ne kadar rahatlatıyor bunlar değil mi?” diye de yorumunu ekledi. Arkadaşları, Vasily’ye beni göstererek orada olduğumu fark ettirmek istediler. Vasily, yavaşça başını çevirince gördü beni:
— Hocam, kusuruma bakmayın, sizi fark edemedim. Ne zamandan beri buradasınız?
— Çok olmadı. Kitabı öyle zevkle okuyordun ki, bölmek istemedim.
— İşte böyle zaman geçiriyoruz hastane odasında hocam. Bazen kitap okuyoruz bazen de sohbet ediyoruz. Genelde ben konuşuyorum; ama alıştılar artık bana.
Bir müddet muhabbet ettikten sonra bir ihtiyacının olup olmadığını sordum. Hiçbir ihtiyacının olmadığını sadece annesini, babasını ve kız kardeşi Aygül’ü çok özlediğini söyledi (bu ismi ona Vasily takmıştı). Ben de onlara ulaşmaya çalışacağımı söyleyip oradan ayrıldım.
Dışarı çıktığımda gördüğüm manzara muhteşemdi. Her taraf bembeyazdı… Kar, gelinin başından aşağı saçılan çiçekler gibi yağıyordu insanların üzerine. Ne yazık ki bu güzel manzaraya âdeta karalar çalınıyordu hastane odalarında. Izdırap ve sıkıntılardan güzellikleri göremeyen ve ümidi azalmış hastalar, ister istemez müteessir ediyordu insanı. Enfes bir manzara olmasına rağmen zevkle seyredemiyordum beyaz örtüsüne bürünmüş sokakları, caddeleri, ağaçları ve çatıları… Fakat Vasily’yi düşününce bir nebze rahatladım. Ümidini kaybetmemiş, bilakis Allah’a olan imanı ve teslimiyeti artmıştı; kul olduğuna hamdediyordu.
Türkiye’den gelen biri olarak bu soğuk ve karı görünce baharın ve yazın geleceğine inanmakta zorlanıyordum. “Allah’ın rahmetinin eserlerine bakın ki, yeri ölümden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, ölüleri de diriltecektir.”(Rum, 30/50) mealindeki âyet aklıma geldi. Bir defa daha idrak ettim ki, buralarda da her kışı bir bahar takip edecek, ölmüş her bitki, bahar gelince yeniden yemyeşil örtüsüne bürünecek, dirilecekti. Bu düşüncelerle okulumun yolunu tuttum.
‘Okul, yurt…’ derken aradan birkaç gün geçti. Neden sonra Vasily’yi ziyaret etmek geldi aklıma ve pazardan sevdiği meyvelerden aldım. Onu biraz mutlu edeceğini düşünerek solgun kar çiçeğinin yattığı hastaneye doğru yürüdüm. Odasının önüne gelip kapının camından baktığımda onu yatağında göremedim. Üstelik yatağı düzeltilmiş ve kitapları da yatağının baş ucunda değildi. Nereye gitmiş olabilirdi ki? Kapıyı tıklatarak içeri girdim. Oda arkadaşları yerlerinden doğrularak “Hoş geldiniz!” dediler. Öyle saygılıydılar ki, Vasily ile olan arkadaşlıklarının zamanla onlarda böyle bir değişikliğe vesile olduğu anlaşılıyordu. Şaşkınlığımın sebebini biliyorlardı. Vasily’nin ailesini görmek için köyüne gittiğini, bizlere haber vermemelerini tembihlediğini söylediler.
Öyle ya, ailesini özlediğini belirtmişti bir önceki ziyaretimde. Eyvah, yoksa bana gönül mü koymuştu? “Bir bakarız.” demiştim ona. Bana kızmış olmalıydı. Yoksa mutlaka haber verirdi. Fakat nasıl olurdu? Her an müşahede altında tutulmalıydı! Hemen fırladım koridorlara ve karşıma çıkan ilk hemşireye onu sordum. Bu konuda bir bilgisi olmadığını söyleyince de, kar çiçeği için getirdiklerimi oradakilere vererek bin bir endişeyle okuluma yöneldim.
Yürürken bir yandan da neler yapabileceğimi düşünüyordum. Aklıma sırdaşım, hayırhahım Ferhat Bey geldi. Yurda girince ilk iş olarak onu aradım telefonla. Vasily’yi sordum. Haberi olmadığını söyledi. Ne yapmalıydım? Bu karda kışta ne yapabilirdim? Biraz düşündüm. Trenle köyüne ulaşmak mümkün değil. Tekrar Ferhat Bey’i aradım. Arabasıyla Vasily’lere gitmeyi teklif etti. Sevindim. Müdür beyden izin alarak ikinci günün sabahında yola koyulduk. 6–7 saatlik bir yol… Her taraf beyaz örtüsüne bürünmüş. Yollar aşırı soğuktan buz tutmuş. Fakat arabayla gitmekten başka çaremiz de yok.
Teybimizde ‘Süleymaniye’lerden, ‘Hisar’lardan yükselen ses yankılanırken, ben de ‘solgun kar çiçeği’ni düşünüyordum. Hayat doluydu Vasily, bizimle çay içmeden, sohbet etmeden duramazdı. Bir vesile bulur gelirdi yanımıza. Beni her görüşünde hafifçe kaşlarını kaldırıp tebessüm edişini, geceleri yatarken ‘En Sevgili’yi görme umuduyla gözlerini yumuşunu, sabahları uyandırdığımda yatağında doğrulup bağdaş kuruşunu ve gözünü ovuşturuşunu hatırladım. Gözlerim buğulandı.
Derken evleri göründü uzaktan. Bir odanın lâmbası yanıyordu sadece. Pencerelerin perdesi çekilmişti. Bizleri karşısında görünce ne çok sevinecekti kim bilir! Arabadan indik. Etrafı çitle çevrilmiş, genişçe bir avlusu bulunan ahşap eve doğru yürüdük. Değişik çiçek desenleriyle rengârenk süslenmiş kapının tokmağına usulca dokunduk. İçeriden âdeta parmağının ucuna basa basa yürüyen birinin ayak sesleri geliyordu. Vasily’nin ayak sesleri olmalıydı. Kapı gıcırtıyla açıldı. Önce annesi, arkasından babası ve kız kardeşi Aygül… Onu aradım gözlerimle. Her gelişimizde o açardı kapıyı oysa. Geldiğimizi sezerdi âdeta.
Annenin ve babanın hâlinde bir durgunluk vardı. Gözleri yaşardı bizi görünce annenin. Genişçe bir odaya buyur ettiler bizi. “Hoşgeldiniz!” dediler mahzûn bir ifadeyle. Gece susmuş, ölü toprağı serpilmişti ortalığa sanki. Vasily’nin hastalığı onları iyice üzmüş olmalıydı ki, önceki gibi şen şakrak konuşmuyorlardı. Bense hâlâ nur yüzlü Vasily’nin kapı ağzında görünmesini bekliyordum. Sesimizi duymuş olmalıydı. Neden gelmiyordu ki yanımıza? Geç kalmış olma endişesi içerisinde nerede olduğunu sordum. Anne ağlamaya başladı. Baba Aygül’ü bağrına bastı; neden sonra “Vasily öldü!” diyebildi sadece. Kulaklarıma inanamadım. Donuk bir yüz ifadesiyle bakakaldım Ferhat Bey’e. Sadece titrek bir sesle “Vasily öldü mü?!” diyebildim. Ne diyeceğimi şaşırdım. Yutkundum. Ağlasam rahatlayacağım; ama göz pınarlarım kurumuş sanki. İnanamıyorum öldüğüne. Daha doğrusu inanmak istemiyorum. Yaşamak nasıl nimetse, ölmek de öyle, biliyorum…
Fakat, elveda demeden ayrılmak... Sanki kapıdan görünüverecek. Ne ümitleri vardı geleceğe dâir! “Hocam, bir ben bileyim, bir siz bilin, bir de Allah bilsin bunları.” dediği nice sırrını anlatmıştı bana. Annesi iç hasbıhâlime son verdi ağlamaklı sesiyle. Vasily’nin son günlerini anlattı bize. Son anlarında bile metanetini hiç kaybetmemiş. Hattâ ölmeden önce anne ve babasına; “Beni çok seviyor musunuz? Beni mutlu etmek istemez misiniz?” demiş. İkisi birden; “Elbette oğlum, seni çok seviyoruz. Dünyanın en mutlu insanı olman için elimizden gelen her şeyi yaparız.” demişler. O da kendinin Müslüman olduğunu açıklayıp onu mutlu edecek tek şeyin onların da Müslüman olduklarını işitmek olacağını söylemiş. İslâm’da huzur bulduğunu, bu sayede hastalığın ızdıraplarını âdeta hissetmediğini anlatmış. Hattâ şöyle demiş: “Allah sevdiği kuluna hastalık verirmiş. Buna öyle inanıyorum ki anne, hastalığımdan bile hoşnut olmaya başladım. Ölümden korkmuyorum baba. Nasıl yaşamak bir nimetse, ölmek de Rabb’imize kavuşmamızı sağlayan bir nimettir.” Bu sözleri duyan anne ve baba Müslüman olmaya karar vermişler o an. Vasily de şahadet kelimesini tekrar ettirerek annenin de babanın da kurtuluşuna vesile olmuş. Son anında bile kulluğun en güzel misâlini vermiş. Odasındaki hastaların bile Müslüman olmasına vesile olmuş.
Birden mezarına gitmek ve orada vedalaşmak geldi aklıma. Fakat ailesi, yoğun kar yağışı yüzünden yolların kapalı olduğunu, oraya ulaşmanın neredeyse imkânsız olduğunu söyledi. Yine de gitmek istediğimizi belirttik. Bu sefer gitsek bile kardan dolayı mezarı bulamayacağımızı söylediler.
Demek beyaz yorganını çektin üzerine. Ah Vasily! Geceleri üstün açılınca ben örterdim. Kıvrılır yatardın yatağında. Fark edince de beni, doğrulup teşekkür ederdin. Uyuyamadığın gecelerde sohbet arkadaşı olurduk.
Vasily, solgun kar çiçeği, şimdi sen de filiz vereceksin kar yığınları arasından başını çıkarıp ötelere... Küheylanlar gibi şaha kalkacaksın ve kim bilir ne güzel âlemlere seyahat edeceksin.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/350/4079.mp3[/SES]