İmhaldeki Sır
Ruhi Eriş
İki büyük hastahaneye ve şehirler arası otobüs terminaline yakın olması hasebiyle bu durakta gün boyu kalabalık eksik olmazdı. Otobüs durağına yakın olan minibüs durakları, kalabalığın daha da artmasına sebep oluyordu. Hastalar ve hasta yakınları her gün değişse de, bizim gibi dört mevsim aynı saatlerde burada araba bekleyenler birbirinin simasına âşina olmuştu. Durağa yakın büyük köprünün altında yaşayan, her gün aynı saatlerde görmeye alıştığımız bir sakini daha vardı buranın. Onunla ilk defa yüz yüze gelen biri, âni bir ürpertiyle sarsılır ve hızla oradan uzaklaşırdı. Köprünün durağa uzak bir yerinde çöpten topladığı kolilerden kendine barınacak bir yer yapmış, yaz-kış orada yaşayan bu adamı ilk gördüğümde ben de irkilmiştim. Zamanla onun bu aykırı görüntüsüne alışmıştık. Aslında kimseye bir zararı yoktu. Her sabah biz otobüs beklerken, o da duraktaki büfenin önüne gelir, büfecinin kendisine plâstik bir bardakta vereceği çayı sessizce beklerdi. Bazen de çayla birlikte bir ekmek parçası düşerdi nasibine. Tepkisi hiç değişmezdi. Her zaman, geldiği gibi, kalabalıklar arasından sessizce süzülür giderdi. Birçokları gibi ben de onun etrafında cereyan eden hâdiseleri merak ederdim. Ne sabah işe yetişme telâşı yaşayanlar, ne akşam bineceği otobüsü bekleyenler onu zerrece alâkadar etmiyordu. Toza toprağa bulanmış yüzünde hep aynı donuk ifade vardı.
Saçı sakalı birbirine karışmış bu adamın bir gözü âmâydı. Bu hâl onu daha korkunç yapıyordu. Alnı, yüzü ve çıplak ayakları, kirden toprak rengini almıştı. Birbirine karışmış yağlı saçları omuzlarına sarkıyordu. Ne zamandır suya, sabuna dokunmuyordu kim bilir? Sırtından yaz-kış eksik etmediği palto lime lime olmuştu. Bacaklarında ise dizleri parçalanmış, yamaları sarkmış, kirden kayışlaşmış bir pantolon vardı. Bazen büfeciyle bir müşteri, bazen de durakta sırasını bekleyen minibüs şoförleri aralarında onun nasıl bu hâle geldiğini konuşurdu:
“Hasımları; eşini ve çocuklarını gözünün önünde öldürmüşler. O yüzden aklını oynatmış zavallı.”
“Yok yok öyle değil. Evi-barkı çoluk çocuğuyla beraber yanmış. O yangından sonra böyle olmuş…” Bu felâket senaryolarına, bazen işyerinin bütünüyle yandığı, bazen bütün ailesinin depremde enkaz altında kaldığı şeklinde ilâveler olurdu. Hâdiseye kara sevda cephesinden yaklaşanlar da yok değildi: “Çok sevdiği biri varmış; ama kavuşamamışlar zavallılar!” Bu söylenenlerden hangisinin ne derece doğru olduğu bilinmezdi. Bilinen tek hakikat; halife olarak yaratılan, varlık ağacının en mükemmel meyvesi insanın duçar olduğu bu ibretlik tabloydu.
…
O gün durağa geldiğimde, onu büfeciden aldığı çayı içerken gördüm. Çayını bitirdikten sonra büfecinin dışarıya bıraktığı karton kolileri koltuğunun altına alarak, barınak olarak kullandığı köprü ayaklarına doğru ilerleyen adam, birden, köprüden, bizim bulunduğumuz durağa inen merdivenlere bakışlarını sâbitlemiş, öylece kalakalmıştı. Her gün yüzlerce insanın kullandığı merdivenlerde ilk defa birilerini fark etmişti. Bu hâli onu tanıyan ve orada bulunan herkesi şaşırtmıştı. İster istemez bakışlarımız ona çevrildi. Koltuğunun altındaki koliler yere düşmüştü. Dehşetle açılmış tek gözü, merdivenlerden inen biri ihtiyar, diğeri genç iki çiftin üstünde takılı kalmıştı. Kendi hâlinde bir ihtiyar, bir de genç çift ellerinde çantalarla durağa geliyordu. Gelenleri daha önce bu durakta hiç görmemiştim; fakat pejmurde adamın gelenlerden bazılarını tanıdığı anlaşılıyordu.
Adam gelenlerin önüne geçip el ve kollarını açarak inleme yalvarma arasında garip sesler çıkarmaya başladı. Konuşamadığı için ne dediğini anlayamıyorduk. Gelenler adamı birden bire karşılarında bu şekilde görünce korku içinde durakladılar. Kadın imdat dileyen bakışlarla kocasının koluna sarıldı. Genç adam ise sabah sabah karşısına çıkan bu garip adama bir mânâ veremiyor, dikkatini ondan ayırmadan ‘yardım edin’ dercesine bakışlarını ara ara bizlere kaydırıyordu. Yalvarır gibi sesler çıkaran bu garip adamın sağlam olan gözünden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Genç adamla göz göze geldiler. Genç adam kirli saç ve sakallar arasından gözlerine çevrilmiş tek göze dikkatle bakınca tanımıştı adamı. Genç adamın dudaklarından hayret ve şaşkınlık ifade eden, “Tamer Bey siz misiniz?” sözleri döküldü. Ardından “Evet, evet sizsiniz. Ama Allah’ım ben ne yapmışım?!..” sözleri etrafa yayıldı. Pejmürde adam, “Evet!” mânâsında başını öne eğdi. Ağlaması devam ediyordu. Bu durum orada hâdiseye şâhit olanları hüzünlendirmişti.
Birkaç saniye içinde olup bitenleri anlamaya çalışıyorduk ki; genç adam elindeki çantaları yere bırakarak yandaki sokağa daldı. Ne anne-babasının, ne de eşinin bir şey demesine fırsat vermişti. Sadece, “Allahım ben ne yapmışım?!..” dediğini anlayabilmiştik. Garip adam da geriye dönerek yolun karşısına doğru koşmaya başladı.
İsminin Kâşif olduğunu öğrendiğimiz genç az sonra geri geldi. Nefes nefese kalmıştı. Ondan neden kaçarcasına gittiğini ve ismi Tamer olan bu garip adamın hikâyesini anlatmasını rica ettik.
Yıllardır aramızda dolaşan meçhul adamın sır perdesi aralanacaktı. Büfeciden aldığımız sandalyelere oturup anlatılanları merakla dinlemeye başladık. Durakta sıralarını bekleyen minibüs şoförleri de yanımıza gelmişti.
Tamer Bey, Kâşif Bey’in yıllar önce çalıştığı fabrikanın personel müdürüymüş. İşçilere her konuda müsamaha gösterir yardımcı olurmuş. Ama iş namaz kılmaya, Kur’ân-ı Kerîm okumaya gelince, çok acımasız davranıyormuş. Öğle paydosu sırasında dahi ibadetlerini yapmaya gayret edenlere, mâni olmaya çalışırmış. Sigara ve çay molası verildiğinde, bilhassa ibadet edenleri takip eder, namaz kılan birini gördüğü veya duyduğu anda mesai kesme cezasını acımadan yazarmış. Bununla kalmaz, en ağır işleri de onlara yaptırırmış. Ramazan ayı geldiğinde, Tamer Bey oruç tutulmasını engellemek için, her yolu denermiş. Yine de işçilerin pek çoğu oruçlarını aksatmadan tutarlarmış. Kâşif Bey çocukluğunda birkaç sene hafızlık eğitimi almış; ama babasının tayini dolayısıyla hafızlığını tamamlayamamış. Ramazan ayı aynı zamanda Kur’ân ayı sayıldığından, öğle yemeği saatinde işçilerle mukabele okumaya karar vermişler. Ustabaşı bile bu teklifi memnuniyetle kabul etmiş. Tamer Bey’den çekinse de fırsat buldukça kendisi de onlara katılıyormuş. Bir hafta geçmemişti ki, Tamer Bey hâdiseyi duymuş, Kur’ân okuyan işçileri suçüstü(!) yakalamış.
Kâşif Bey’in anlattıklarını dinledikçe bir yandan hayretimiz artıyor, diğer yandan da bir an önce neticeyi öğrenmek istiyorduk. Vicdanımız, Tamer Bey’in yaptıklarının yanına kâr kalmaması gerektiğini söylüyordu.
“O günü hayatım boyunca unutamadım.” diyerek anlatmaya devam etti Kâşif Bey. “Az önce de, o gün yaptığım büyük bir hatadan tövbe etmek için en yakın camiye koştum. Tamer Bey o gün bize bir sürü hakaretler yağdırdı. Ne irticacılığımız kaldı, ne de yobazlığımız. Hâlbuki biz sadece Rabb’imizin Kelâmı’nı Ramazan ayında biraz daha fazla okuyarak ibadetimizi yapmaya çalışıyorduk. En son bizi rejim düşmanı ilân edip, Kur’ân-ı Kerîm’e ağır hakaretlerini sürdürünce dayanamadım söze karıştım. ‘Tamer Bey kendinize gelin! Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Allah kelâmı olan Kur’ân’a hakaret ediyorsunuz. Çarpılıp kalacaksınız şimdi.’ Biz atadan dededen böyle duymuştuk. İşte o anda gözü dönmüş bir vaziyette Kur’ân-ı Kerîm’i elimden aldığı gibi bağıra çağıra odasına yöneldi. ‘Gelin benimle. Hepiniz gelin. Gelin de nasıl çarparmış görelim bakalım.’ diyordu. Onunla beraber odaya girdik. Tamer Bey’in yaptıklarını dehşet içinde izliyorduk. Donmuş kalmıştık. Odasındaki dolaptan eksik etmediği şişedeki içkiyi elinde tuttuğu Kur’ân-ı Kerîm’in üstüne bir anda boşalttı. İğrenç bir içki kokusu yayıldı odaya. Hiçbirimiz bir şey yapamamıştık. Tek tesellimiz, o anda bu adamın yaptığının karşılığını hemen göreceğine olan inancımızdı. O zevkten elleriyle karnını tuta tuta kahkahalar atıyor, ‘Hani ne oldu çarpmadı işte. Ben size göstereceğim demedim mi?’ şeklindeki alaylı sözleri odanın duvarlarından yansıyıp kulaklarımızda çınlıyordu. Bırakın bu eski kafalılığı. Aydınlık düşünceye gelin. Bilimin gerçeklerine inanın artık!”
Kâşif Bey bir an soluklanmak için duraklayınca hepimiz gayriihtiyarî nefret dolu bakışlarla çöp adamın az önce gittiği yöne baktık. Kâşif Bey son cümlelerini ayakta tamamladı; sesindeki eziklik hissediliyordu: “O gün ben de dâhil, hepimizin inanç ve itikadı yara almıştı. Ne namaz kaldı sonraları, ne de Kur’ân okuma hevesi. Bazılarımız ibadetlerine devam etti belki; ama o günkü iğrenç tablo aklımızın bir köşesinde yer etmiş habis bir ur gibi inancımızı karartmıştı. Ben daha sonra o fabrikadan ayrılıp başka bir şehre çalışmaya gittim. Kaç senedir gelmemiştim buraya. Düğün vesilesiyle geldik. Az önce köprünün üstünde şehirler arası otobüsten indik. Merdivenlerden durağa gelirken Yüce Allah (cc) bu adamı karşıma çıkardı. Mukaddes Kitab’ına hakareti reva göreni daha dünyada ne hâle getirdiğini kör gözüme gösterdi. Gördüğüm manzara inanç dünyamda ayaküstü müthiş bir ameliyat-ı cerrahiye yaptı ki, Yüce Rabb’ime ne kadar şükretsem azdır. Bu aslında Kur’ân-ı Kerîm’in bir mu’cizesi arkadaşlar. Cebbâr ve Kahhâr olan Allah (cc) yüce kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e yapılan bu hakareti yapanın yanına kâr bırakmamış. Ben ise ibadetsiz itaatsiz geçen senelerime yanıyorum şimdi.”
…
O gün işe bir hayli geç kalmıştım; ama ömür boyu unutamayacağım ibretlik bir hâdiseye şahit olmuştum. Yol boyunca Kur’ân-ı Kerîm ile olan meşguliyetimin sadece bazı gün ve gecelerde değil ömrümün her anında olması gerektiğinin muhasebesini yaparak iş yerine ulaştım. O gün o durakta dinlediklerim hayatımın kalan kısmında en sâdık yâren olması için dua ettiğim Kur’ân ile tanışmama vesile oldu. O günden sonra, Tamer Bey’i bu durak civarında kimse görmedi. Bu hâdise, İlâhî adaletin “imhal ettiği (zâlimlere mehil ve süre verdiği) fakat asla ihmal etmediği” hakikatini bir defa daha açıkça gösteriyordu.
…
Kâşif Bey, daha sonra eski mesai arkadaşlarından, Tamer Bey’in, zimmete para geçirme ve ahlâksızlık gibi birçok yüz kızartıcı hâdiseye de karıştığını öğrendi. Bu hâdisenin akabinde, Kâşif Bey ibadetlerine özen göstermeye, ezkâr ve evradına dikkat etmeye başladı. Emekliliğinde de bütün vaktini, hizmetlerini takdir ettiği temiz, güzel ahlâklı, fedakâr insanlara İngilizce öğretmek için harcadı. Mekânı cennet olsun!
* Merhum Kâşif Acan Bey’in yaşadığı ibretlik bir hâdise.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/338/3143.mp3[/SES]
Ruhi Eriş
İki büyük hastahaneye ve şehirler arası otobüs terminaline yakın olması hasebiyle bu durakta gün boyu kalabalık eksik olmazdı. Otobüs durağına yakın olan minibüs durakları, kalabalığın daha da artmasına sebep oluyordu. Hastalar ve hasta yakınları her gün değişse de, bizim gibi dört mevsim aynı saatlerde burada araba bekleyenler birbirinin simasına âşina olmuştu. Durağa yakın büyük köprünün altında yaşayan, her gün aynı saatlerde görmeye alıştığımız bir sakini daha vardı buranın. Onunla ilk defa yüz yüze gelen biri, âni bir ürpertiyle sarsılır ve hızla oradan uzaklaşırdı. Köprünün durağa uzak bir yerinde çöpten topladığı kolilerden kendine barınacak bir yer yapmış, yaz-kış orada yaşayan bu adamı ilk gördüğümde ben de irkilmiştim. Zamanla onun bu aykırı görüntüsüne alışmıştık. Aslında kimseye bir zararı yoktu. Her sabah biz otobüs beklerken, o da duraktaki büfenin önüne gelir, büfecinin kendisine plâstik bir bardakta vereceği çayı sessizce beklerdi. Bazen de çayla birlikte bir ekmek parçası düşerdi nasibine. Tepkisi hiç değişmezdi. Her zaman, geldiği gibi, kalabalıklar arasından sessizce süzülür giderdi. Birçokları gibi ben de onun etrafında cereyan eden hâdiseleri merak ederdim. Ne sabah işe yetişme telâşı yaşayanlar, ne akşam bineceği otobüsü bekleyenler onu zerrece alâkadar etmiyordu. Toza toprağa bulanmış yüzünde hep aynı donuk ifade vardı.
Saçı sakalı birbirine karışmış bu adamın bir gözü âmâydı. Bu hâl onu daha korkunç yapıyordu. Alnı, yüzü ve çıplak ayakları, kirden toprak rengini almıştı. Birbirine karışmış yağlı saçları omuzlarına sarkıyordu. Ne zamandır suya, sabuna dokunmuyordu kim bilir? Sırtından yaz-kış eksik etmediği palto lime lime olmuştu. Bacaklarında ise dizleri parçalanmış, yamaları sarkmış, kirden kayışlaşmış bir pantolon vardı. Bazen büfeciyle bir müşteri, bazen de durakta sırasını bekleyen minibüs şoförleri aralarında onun nasıl bu hâle geldiğini konuşurdu:
“Hasımları; eşini ve çocuklarını gözünün önünde öldürmüşler. O yüzden aklını oynatmış zavallı.”
“Yok yok öyle değil. Evi-barkı çoluk çocuğuyla beraber yanmış. O yangından sonra böyle olmuş…” Bu felâket senaryolarına, bazen işyerinin bütünüyle yandığı, bazen bütün ailesinin depremde enkaz altında kaldığı şeklinde ilâveler olurdu. Hâdiseye kara sevda cephesinden yaklaşanlar da yok değildi: “Çok sevdiği biri varmış; ama kavuşamamışlar zavallılar!” Bu söylenenlerden hangisinin ne derece doğru olduğu bilinmezdi. Bilinen tek hakikat; halife olarak yaratılan, varlık ağacının en mükemmel meyvesi insanın duçar olduğu bu ibretlik tabloydu.
…
O gün durağa geldiğimde, onu büfeciden aldığı çayı içerken gördüm. Çayını bitirdikten sonra büfecinin dışarıya bıraktığı karton kolileri koltuğunun altına alarak, barınak olarak kullandığı köprü ayaklarına doğru ilerleyen adam, birden, köprüden, bizim bulunduğumuz durağa inen merdivenlere bakışlarını sâbitlemiş, öylece kalakalmıştı. Her gün yüzlerce insanın kullandığı merdivenlerde ilk defa birilerini fark etmişti. Bu hâli onu tanıyan ve orada bulunan herkesi şaşırtmıştı. İster istemez bakışlarımız ona çevrildi. Koltuğunun altındaki koliler yere düşmüştü. Dehşetle açılmış tek gözü, merdivenlerden inen biri ihtiyar, diğeri genç iki çiftin üstünde takılı kalmıştı. Kendi hâlinde bir ihtiyar, bir de genç çift ellerinde çantalarla durağa geliyordu. Gelenleri daha önce bu durakta hiç görmemiştim; fakat pejmurde adamın gelenlerden bazılarını tanıdığı anlaşılıyordu.
Adam gelenlerin önüne geçip el ve kollarını açarak inleme yalvarma arasında garip sesler çıkarmaya başladı. Konuşamadığı için ne dediğini anlayamıyorduk. Gelenler adamı birden bire karşılarında bu şekilde görünce korku içinde durakladılar. Kadın imdat dileyen bakışlarla kocasının koluna sarıldı. Genç adam ise sabah sabah karşısına çıkan bu garip adama bir mânâ veremiyor, dikkatini ondan ayırmadan ‘yardım edin’ dercesine bakışlarını ara ara bizlere kaydırıyordu. Yalvarır gibi sesler çıkaran bu garip adamın sağlam olan gözünden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Genç adamla göz göze geldiler. Genç adam kirli saç ve sakallar arasından gözlerine çevrilmiş tek göze dikkatle bakınca tanımıştı adamı. Genç adamın dudaklarından hayret ve şaşkınlık ifade eden, “Tamer Bey siz misiniz?” sözleri döküldü. Ardından “Evet, evet sizsiniz. Ama Allah’ım ben ne yapmışım?!..” sözleri etrafa yayıldı. Pejmürde adam, “Evet!” mânâsında başını öne eğdi. Ağlaması devam ediyordu. Bu durum orada hâdiseye şâhit olanları hüzünlendirmişti.
Birkaç saniye içinde olup bitenleri anlamaya çalışıyorduk ki; genç adam elindeki çantaları yere bırakarak yandaki sokağa daldı. Ne anne-babasının, ne de eşinin bir şey demesine fırsat vermişti. Sadece, “Allahım ben ne yapmışım?!..” dediğini anlayabilmiştik. Garip adam da geriye dönerek yolun karşısına doğru koşmaya başladı.
İsminin Kâşif olduğunu öğrendiğimiz genç az sonra geri geldi. Nefes nefese kalmıştı. Ondan neden kaçarcasına gittiğini ve ismi Tamer olan bu garip adamın hikâyesini anlatmasını rica ettik.
Yıllardır aramızda dolaşan meçhul adamın sır perdesi aralanacaktı. Büfeciden aldığımız sandalyelere oturup anlatılanları merakla dinlemeye başladık. Durakta sıralarını bekleyen minibüs şoförleri de yanımıza gelmişti.
Tamer Bey, Kâşif Bey’in yıllar önce çalıştığı fabrikanın personel müdürüymüş. İşçilere her konuda müsamaha gösterir yardımcı olurmuş. Ama iş namaz kılmaya, Kur’ân-ı Kerîm okumaya gelince, çok acımasız davranıyormuş. Öğle paydosu sırasında dahi ibadetlerini yapmaya gayret edenlere, mâni olmaya çalışırmış. Sigara ve çay molası verildiğinde, bilhassa ibadet edenleri takip eder, namaz kılan birini gördüğü veya duyduğu anda mesai kesme cezasını acımadan yazarmış. Bununla kalmaz, en ağır işleri de onlara yaptırırmış. Ramazan ayı geldiğinde, Tamer Bey oruç tutulmasını engellemek için, her yolu denermiş. Yine de işçilerin pek çoğu oruçlarını aksatmadan tutarlarmış. Kâşif Bey çocukluğunda birkaç sene hafızlık eğitimi almış; ama babasının tayini dolayısıyla hafızlığını tamamlayamamış. Ramazan ayı aynı zamanda Kur’ân ayı sayıldığından, öğle yemeği saatinde işçilerle mukabele okumaya karar vermişler. Ustabaşı bile bu teklifi memnuniyetle kabul etmiş. Tamer Bey’den çekinse de fırsat buldukça kendisi de onlara katılıyormuş. Bir hafta geçmemişti ki, Tamer Bey hâdiseyi duymuş, Kur’ân okuyan işçileri suçüstü(!) yakalamış.
Kâşif Bey’in anlattıklarını dinledikçe bir yandan hayretimiz artıyor, diğer yandan da bir an önce neticeyi öğrenmek istiyorduk. Vicdanımız, Tamer Bey’in yaptıklarının yanına kâr kalmaması gerektiğini söylüyordu.
“O günü hayatım boyunca unutamadım.” diyerek anlatmaya devam etti Kâşif Bey. “Az önce de, o gün yaptığım büyük bir hatadan tövbe etmek için en yakın camiye koştum. Tamer Bey o gün bize bir sürü hakaretler yağdırdı. Ne irticacılığımız kaldı, ne de yobazlığımız. Hâlbuki biz sadece Rabb’imizin Kelâmı’nı Ramazan ayında biraz daha fazla okuyarak ibadetimizi yapmaya çalışıyorduk. En son bizi rejim düşmanı ilân edip, Kur’ân-ı Kerîm’e ağır hakaretlerini sürdürünce dayanamadım söze karıştım. ‘Tamer Bey kendinize gelin! Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Allah kelâmı olan Kur’ân’a hakaret ediyorsunuz. Çarpılıp kalacaksınız şimdi.’ Biz atadan dededen böyle duymuştuk. İşte o anda gözü dönmüş bir vaziyette Kur’ân-ı Kerîm’i elimden aldığı gibi bağıra çağıra odasına yöneldi. ‘Gelin benimle. Hepiniz gelin. Gelin de nasıl çarparmış görelim bakalım.’ diyordu. Onunla beraber odaya girdik. Tamer Bey’in yaptıklarını dehşet içinde izliyorduk. Donmuş kalmıştık. Odasındaki dolaptan eksik etmediği şişedeki içkiyi elinde tuttuğu Kur’ân-ı Kerîm’in üstüne bir anda boşalttı. İğrenç bir içki kokusu yayıldı odaya. Hiçbirimiz bir şey yapamamıştık. Tek tesellimiz, o anda bu adamın yaptığının karşılığını hemen göreceğine olan inancımızdı. O zevkten elleriyle karnını tuta tuta kahkahalar atıyor, ‘Hani ne oldu çarpmadı işte. Ben size göstereceğim demedim mi?’ şeklindeki alaylı sözleri odanın duvarlarından yansıyıp kulaklarımızda çınlıyordu. Bırakın bu eski kafalılığı. Aydınlık düşünceye gelin. Bilimin gerçeklerine inanın artık!”
Kâşif Bey bir an soluklanmak için duraklayınca hepimiz gayriihtiyarî nefret dolu bakışlarla çöp adamın az önce gittiği yöne baktık. Kâşif Bey son cümlelerini ayakta tamamladı; sesindeki eziklik hissediliyordu: “O gün ben de dâhil, hepimizin inanç ve itikadı yara almıştı. Ne namaz kaldı sonraları, ne de Kur’ân okuma hevesi. Bazılarımız ibadetlerine devam etti belki; ama o günkü iğrenç tablo aklımızın bir köşesinde yer etmiş habis bir ur gibi inancımızı karartmıştı. Ben daha sonra o fabrikadan ayrılıp başka bir şehre çalışmaya gittim. Kaç senedir gelmemiştim buraya. Düğün vesilesiyle geldik. Az önce köprünün üstünde şehirler arası otobüsten indik. Merdivenlerden durağa gelirken Yüce Allah (cc) bu adamı karşıma çıkardı. Mukaddes Kitab’ına hakareti reva göreni daha dünyada ne hâle getirdiğini kör gözüme gösterdi. Gördüğüm manzara inanç dünyamda ayaküstü müthiş bir ameliyat-ı cerrahiye yaptı ki, Yüce Rabb’ime ne kadar şükretsem azdır. Bu aslında Kur’ân-ı Kerîm’in bir mu’cizesi arkadaşlar. Cebbâr ve Kahhâr olan Allah (cc) yüce kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e yapılan bu hakareti yapanın yanına kâr bırakmamış. Ben ise ibadetsiz itaatsiz geçen senelerime yanıyorum şimdi.”
…
O gün işe bir hayli geç kalmıştım; ama ömür boyu unutamayacağım ibretlik bir hâdiseye şahit olmuştum. Yol boyunca Kur’ân-ı Kerîm ile olan meşguliyetimin sadece bazı gün ve gecelerde değil ömrümün her anında olması gerektiğinin muhasebesini yaparak iş yerine ulaştım. O gün o durakta dinlediklerim hayatımın kalan kısmında en sâdık yâren olması için dua ettiğim Kur’ân ile tanışmama vesile oldu. O günden sonra, Tamer Bey’i bu durak civarında kimse görmedi. Bu hâdise, İlâhî adaletin “imhal ettiği (zâlimlere mehil ve süre verdiği) fakat asla ihmal etmediği” hakikatini bir defa daha açıkça gösteriyordu.
…
Kâşif Bey, daha sonra eski mesai arkadaşlarından, Tamer Bey’in, zimmete para geçirme ve ahlâksızlık gibi birçok yüz kızartıcı hâdiseye de karıştığını öğrendi. Bu hâdisenin akabinde, Kâşif Bey ibadetlerine özen göstermeye, ezkâr ve evradına dikkat etmeye başladı. Emekliliğinde de bütün vaktini, hizmetlerini takdir ettiği temiz, güzel ahlâklı, fedakâr insanlara İngilizce öğretmek için harcadı. Mekânı cennet olsun!
* Merhum Kâşif Acan Bey’in yaşadığı ibretlik bir hâdise.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/338/3143.mp3[/SES]