Gül Vurgunu
Zeynel TOPRAK
İlkbaharın ilk günlerindeyiz. Havada ruha ferahlık veren bir güzellik var. Engin denizi yeşil bir kemer gibi şehrin göbeğinde tutan ince, uzun parkta yürüyor ve güneşin denizle oynaşmasını seyrediyorum. Vuslat coşkusu var suyun üstünde. Haşin dalgaların yumuşattığı büyük kayaların üstüne ağır adımlarla çıkıyorum sonra. Mavinin her tonu yerle göğü birbirine bağlamış. Yavaş yavaş ilerleyen beyaz bulutlar taçlandırıyor ufkumu. Denizden esen ince hava saçlarımla oynuyor. Bir titreme sarıyor bedenimi. Dönüp parkı dolduran insanlara bakıyorum. İçinde, hüznü büyüten bir ben varım sahilde. Durmadım, duramadım yabancısı olduğum bu yerde.
Eve gelene kadar sadece önüme baktım. Kapının ziline dokundum. Açan olmadı. Bekledim, bekledim. Cebimden anahtarımı çıkarırken ellerim titredi. Evin içi de dışı kadar soğuk ve sessizdi. Sen yoktun. Çiçeklere koştum. Senin yetiştirdiğin çiçeklere. İrili ufaklı saksılarda büyüyen kırmızı, beyaz, mavi çiçeklere… Hepsinde şavkıyan bir yanını gördüm.
Senden sonra, ben baktım onlara. O ince, narin ellerinle dokunduğun, yapraklarını hassasiyetle sildiğin çiçekler, artık boynu bükük ve mahzundu. Sarmaşıklar bir uçtan bir uca odayı sardı, âdeta bir gökkuşağı gibi yükseldi tavana. Lâkin o da soldu sarardı, yapraklarını döktü. Ben de suluyorum çiçekleri, hattâ yapraklarını da siliyorum; ama o eski neşelerini, büyülü kokularını, baş döndüren renk armonilerini göremiyorum. Demek nazlı nazlı salınışları sendenmiş, sendenmiş enfes kokularını odaya salışları.
Boş boş baktım etrafıma. “Kahveni yapayım mı?” deyişini duymayı ne çok istedim bilsen!
Hayali bile güzeldi. Kalkıp kendime bir kahve yaptım. Türk kahvesi… Yarım bıraktım fincanı. Kırmızı bir gül koparıp evden ayrıldım. Bahçedeki çocuklar hâlâ oynuyorlardı. Rüzgâr kesilmişti. Kaldırımları arşınlamaya devam ettim. Çiçekçi Hayri’ye uğradım. Beni görünce sevindi. Çay ısmarlamak istedi, teşekkür ettim. “Çiçeklere bakacağım.” dedim. Renk renk, boy boy çiçekler dükkânı süslüyordu, kimi kırmızı, kimi mor, kimi beyaz, kimi mavi, kimi sarı.. pembe ise hepsine ayrı bir güzellik katmış. Ne var ki, hiçbiri de elimdeki kırmızı gül kadar sıcak ve içten değildi. Biliyorum bunu sen yetiştirdin. Çok durmadım Hayri’nin yanında. Gülümü sımsıkı tutarak ayrıldım. Karşı kaldırıma geçtim. Başka bir çiçekçi gördüm; fakat ona uğramadım. Dükkânların göz boyayan vitrinlerine bakarak yürümeye devam ettim. Bir tanıdıkla karşılaştım, selâm verip uzaklaştım yanından. Nasılsın, demedim; o da bana sormasın diye. Her hafta uğradığımız kitapçı kapalıydı. Yola bakan camında ‘devren satılık’ yazılıydı. Cafer Bey dükkânı niçin satıyor, diye düşünmedim. Yalnızca gülüme sarıldım. Köşeyi dönerken ‘Kardelen Çiçekçilik’te çalışan kızı gördüm. Seni sordu. “Artık uğramaz oldu.” dedi. Güller artık daha az satılıyormuş. Çünkü en iyi müşterisi senmişsin. Özel günlerin dışında da çok sayıda gül aldığını söyledi. Bazen öğrencilerinle gelir, hem onlara, hem de orada olmayanlara gül alırmışsın. Bazı günler sana gül yetiştiremezmiş. “Ayşe Hanım o kadar gülü ne yapıyor?” diye sordu. Bu soruyu sana da sormuş, “Daha sonra anlatırım.” demişsin. Israrlı bakışlarından kaçırdım gözlerimi. Oradan da ayrılıp sana geldim!
Çiçekçi kız seni bekliyor. Deste deste gül almanın sebebini merak ediyor. Anlatıver sevgiyi en güzel anlatanın gül olduğunu. Anlatıver gülün Hz. Muhammed’in (sas) remzi olduğunu. Gül kokusunu alan, O’nun yoluna can koyar. Can koyduğunu anlatıver. Öğrenci yetiştirmenin gül yetiştirmek kadar emek ve sabır istediğini anlatıver.
Elimdeki şu kırmızı gülü sana getirdim. Talebelerine verdiğin güllere benzer. Hatırlıyorum da onları poşetten çıkarıp talebelerine verirken ellerin titrerdi. Kalbinin sesini duyar gibi olurdum. Nasıl da mutlu olurdun. Bir annenin çocuğuna duyduğu şefkat hissi ile okşardın yanaklarını. Sanki onca derse girmemiş, sanki o gün hiç yorulmamış gibi alelacele yemek hazırlar, talebelerinle yerdiniz. Kaşıklar tabaklara sevgi ile gider, karınlardan önce kalbler doyardı. Sevgi hâleleri oluşurdu odada, her zamankinden farklı olurdu evimiz...
Kalbin bir güvercin kalbi gibi titrerdi talebelerini uğurlarken. Her birinin ardından dualar okurdun. Fakat içlerinden biri seni çok uğraştırdı. Sen yaklaştın o uzaklaştı. Kovaladın, kaçtı. Ebe-sobe oynar gibi sen aradın, o saklandı. Kalbine bir girebilsem diye yedin bitirdin kendini. Ne diyeyim, sen buydun işte. “Çözülmeyecek hiçbir problem olmaz.” derdin. İnsan kalbinin doksan dokuz kapısı vardır, sözü de sana ait. Birinden giremezsen, diğerini zorlardın.
Yılmadın Gülay için. Gecenin zülüflerinde kalbin onun için attı. Hıçkırık seslerini işiterek uyandığım geceleri nasıl unutabilirim. Yalnız ben mi? Gözyaşlarına gökteki yıldızlar, şâhit, Ay şâhit, Rahman şâhit.
O saatlerde uyandığımı hiç fark etmezdin. Gönlün başka yerlerdeydi. Ufuk ötesi âlemleri temaşa ederdi gözlerin, alnın seccadeyle buluşur, ruhun bir kez daha tutuşurdu.
Hiçbir dua cevapsız kalmaz, biliyordun. Bildiğin için secdeden kalkıp ellerini semalara kaldırır; Gülay, Ay gibi parlasın, gül gibi açsın isterdin. “Kalbinde karalık varsa, beyaza boyansın.” derdin.
Rabb’in seni kırmadı.
O duru, derin bakışlarınla bir görseydin benim gördüğümü.. dolu dizgin coşan mutluluğunu dizginleyemez, belki de çarşı ortasında oturup ağlardın. Ben seni biliyorum, ağlardın.
İki gün önceydi. Büyük caminin önünde Ömer Bey’i bekliyordum. Bir hanım yanıma geldi. “Hocam” dedi. Tanıyamamıştım.
“Ben Gülay” dedi. Gerçekten de o idi. Dualarının karşılığıydı, Gülay’dan fazlasıydı karşımdaki. Seni yoran, peşinde sürükleyen kızın yerinde hanım hanımcık birisi vardı şimdi. Sarsıldım, şaşırdım; ama mutlu oldum. Yetiştirdiğin güllerden biri olmuştu Gülay. Sîretindeki aydınlık sûretine yansımıştı.
Seni çok özlediğini ve sana çok dua ettiğini söyledi. “Selâm söyleyin.” dedi. Diğerleri gibi o da bilmiyordu gül vurgunu olarak yaşayıp, gül vurgunu olarak aramızdan ayrıldığını.
Varsın kimse bilmesin seni.
Bilen biliyor ya, gören görüyor ya! Gülaylar kendi renk ve kokusunu dünyaya salıyor ya!
Kimseler bilmesin seni...
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/324/1749.mp3[/SES]
Zeynel TOPRAK
İlkbaharın ilk günlerindeyiz. Havada ruha ferahlık veren bir güzellik var. Engin denizi yeşil bir kemer gibi şehrin göbeğinde tutan ince, uzun parkta yürüyor ve güneşin denizle oynaşmasını seyrediyorum. Vuslat coşkusu var suyun üstünde. Haşin dalgaların yumuşattığı büyük kayaların üstüne ağır adımlarla çıkıyorum sonra. Mavinin her tonu yerle göğü birbirine bağlamış. Yavaş yavaş ilerleyen beyaz bulutlar taçlandırıyor ufkumu. Denizden esen ince hava saçlarımla oynuyor. Bir titreme sarıyor bedenimi. Dönüp parkı dolduran insanlara bakıyorum. İçinde, hüznü büyüten bir ben varım sahilde. Durmadım, duramadım yabancısı olduğum bu yerde.
Eve gelene kadar sadece önüme baktım. Kapının ziline dokundum. Açan olmadı. Bekledim, bekledim. Cebimden anahtarımı çıkarırken ellerim titredi. Evin içi de dışı kadar soğuk ve sessizdi. Sen yoktun. Çiçeklere koştum. Senin yetiştirdiğin çiçeklere. İrili ufaklı saksılarda büyüyen kırmızı, beyaz, mavi çiçeklere… Hepsinde şavkıyan bir yanını gördüm.
Senden sonra, ben baktım onlara. O ince, narin ellerinle dokunduğun, yapraklarını hassasiyetle sildiğin çiçekler, artık boynu bükük ve mahzundu. Sarmaşıklar bir uçtan bir uca odayı sardı, âdeta bir gökkuşağı gibi yükseldi tavana. Lâkin o da soldu sarardı, yapraklarını döktü. Ben de suluyorum çiçekleri, hattâ yapraklarını da siliyorum; ama o eski neşelerini, büyülü kokularını, baş döndüren renk armonilerini göremiyorum. Demek nazlı nazlı salınışları sendenmiş, sendenmiş enfes kokularını odaya salışları.
Boş boş baktım etrafıma. “Kahveni yapayım mı?” deyişini duymayı ne çok istedim bilsen!
Hayali bile güzeldi. Kalkıp kendime bir kahve yaptım. Türk kahvesi… Yarım bıraktım fincanı. Kırmızı bir gül koparıp evden ayrıldım. Bahçedeki çocuklar hâlâ oynuyorlardı. Rüzgâr kesilmişti. Kaldırımları arşınlamaya devam ettim. Çiçekçi Hayri’ye uğradım. Beni görünce sevindi. Çay ısmarlamak istedi, teşekkür ettim. “Çiçeklere bakacağım.” dedim. Renk renk, boy boy çiçekler dükkânı süslüyordu, kimi kırmızı, kimi mor, kimi beyaz, kimi mavi, kimi sarı.. pembe ise hepsine ayrı bir güzellik katmış. Ne var ki, hiçbiri de elimdeki kırmızı gül kadar sıcak ve içten değildi. Biliyorum bunu sen yetiştirdin. Çok durmadım Hayri’nin yanında. Gülümü sımsıkı tutarak ayrıldım. Karşı kaldırıma geçtim. Başka bir çiçekçi gördüm; fakat ona uğramadım. Dükkânların göz boyayan vitrinlerine bakarak yürümeye devam ettim. Bir tanıdıkla karşılaştım, selâm verip uzaklaştım yanından. Nasılsın, demedim; o da bana sormasın diye. Her hafta uğradığımız kitapçı kapalıydı. Yola bakan camında ‘devren satılık’ yazılıydı. Cafer Bey dükkânı niçin satıyor, diye düşünmedim. Yalnızca gülüme sarıldım. Köşeyi dönerken ‘Kardelen Çiçekçilik’te çalışan kızı gördüm. Seni sordu. “Artık uğramaz oldu.” dedi. Güller artık daha az satılıyormuş. Çünkü en iyi müşterisi senmişsin. Özel günlerin dışında da çok sayıda gül aldığını söyledi. Bazen öğrencilerinle gelir, hem onlara, hem de orada olmayanlara gül alırmışsın. Bazı günler sana gül yetiştiremezmiş. “Ayşe Hanım o kadar gülü ne yapıyor?” diye sordu. Bu soruyu sana da sormuş, “Daha sonra anlatırım.” demişsin. Israrlı bakışlarından kaçırdım gözlerimi. Oradan da ayrılıp sana geldim!
Çiçekçi kız seni bekliyor. Deste deste gül almanın sebebini merak ediyor. Anlatıver sevgiyi en güzel anlatanın gül olduğunu. Anlatıver gülün Hz. Muhammed’in (sas) remzi olduğunu. Gül kokusunu alan, O’nun yoluna can koyar. Can koyduğunu anlatıver. Öğrenci yetiştirmenin gül yetiştirmek kadar emek ve sabır istediğini anlatıver.
Elimdeki şu kırmızı gülü sana getirdim. Talebelerine verdiğin güllere benzer. Hatırlıyorum da onları poşetten çıkarıp talebelerine verirken ellerin titrerdi. Kalbinin sesini duyar gibi olurdum. Nasıl da mutlu olurdun. Bir annenin çocuğuna duyduğu şefkat hissi ile okşardın yanaklarını. Sanki onca derse girmemiş, sanki o gün hiç yorulmamış gibi alelacele yemek hazırlar, talebelerinle yerdiniz. Kaşıklar tabaklara sevgi ile gider, karınlardan önce kalbler doyardı. Sevgi hâleleri oluşurdu odada, her zamankinden farklı olurdu evimiz...
Kalbin bir güvercin kalbi gibi titrerdi talebelerini uğurlarken. Her birinin ardından dualar okurdun. Fakat içlerinden biri seni çok uğraştırdı. Sen yaklaştın o uzaklaştı. Kovaladın, kaçtı. Ebe-sobe oynar gibi sen aradın, o saklandı. Kalbine bir girebilsem diye yedin bitirdin kendini. Ne diyeyim, sen buydun işte. “Çözülmeyecek hiçbir problem olmaz.” derdin. İnsan kalbinin doksan dokuz kapısı vardır, sözü de sana ait. Birinden giremezsen, diğerini zorlardın.
Yılmadın Gülay için. Gecenin zülüflerinde kalbin onun için attı. Hıçkırık seslerini işiterek uyandığım geceleri nasıl unutabilirim. Yalnız ben mi? Gözyaşlarına gökteki yıldızlar, şâhit, Ay şâhit, Rahman şâhit.
O saatlerde uyandığımı hiç fark etmezdin. Gönlün başka yerlerdeydi. Ufuk ötesi âlemleri temaşa ederdi gözlerin, alnın seccadeyle buluşur, ruhun bir kez daha tutuşurdu.
Hiçbir dua cevapsız kalmaz, biliyordun. Bildiğin için secdeden kalkıp ellerini semalara kaldırır; Gülay, Ay gibi parlasın, gül gibi açsın isterdin. “Kalbinde karalık varsa, beyaza boyansın.” derdin.
Rabb’in seni kırmadı.
O duru, derin bakışlarınla bir görseydin benim gördüğümü.. dolu dizgin coşan mutluluğunu dizginleyemez, belki de çarşı ortasında oturup ağlardın. Ben seni biliyorum, ağlardın.
İki gün önceydi. Büyük caminin önünde Ömer Bey’i bekliyordum. Bir hanım yanıma geldi. “Hocam” dedi. Tanıyamamıştım.
“Ben Gülay” dedi. Gerçekten de o idi. Dualarının karşılığıydı, Gülay’dan fazlasıydı karşımdaki. Seni yoran, peşinde sürükleyen kızın yerinde hanım hanımcık birisi vardı şimdi. Sarsıldım, şaşırdım; ama mutlu oldum. Yetiştirdiğin güllerden biri olmuştu Gülay. Sîretindeki aydınlık sûretine yansımıştı.
Seni çok özlediğini ve sana çok dua ettiğini söyledi. “Selâm söyleyin.” dedi. Diğerleri gibi o da bilmiyordu gül vurgunu olarak yaşayıp, gül vurgunu olarak aramızdan ayrıldığını.
Varsın kimse bilmesin seni.
Bilen biliyor ya, gören görüyor ya! Gülaylar kendi renk ve kokusunu dünyaya salıyor ya!
Kimseler bilmesin seni...
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/324/1749.mp3[/SES]