Şifayı Veren Kim?
Yrd.Doç.Dr Muammer ÖZTÜRK
Kur’ân-ı Hakîm’de Hz. İbrahim’in (as) diliyle bizlere bir gerçek bildirilmektedir: “..Hastalandığımda, O’dur bana şifâ veren.”1 Bu âyette gâyet açık bir şekilde şifâyı verenin/yaratanın bizzat Yüce Yaratıcı olduğu vurgulanmaktadır.
Determinist ve pozitivist bir bakışla hâdiseleri anlamaya çalışanlar için bu âyet, ilk plânda şaşırtıcı gelebilir. Ancak mantığın temel kuralları ışığında şifâ hâdisesinin nasıl gerçekleştiği incelendiğinde, âyetin vurgulamış olduğu hususun, inkârı mümkün olmayan bir hakikat olduğu anlaşılır.
Bir ilâcın, insana faydalı olabilmesi için, hangi özelliklere sahip olması gerektiğini B-12 vitamini üzerinden anlayabiliriz. Kemik iliğindeki hücrelerde önemli vazifeleri olan B-12 vitamini, ağız yoluyla alındıktan sonra sırasıyla mideden ve ince bağırsaktan kana geçerek, kemik iliği hücrelerine ulaşır. B-12 vitamininin ince bağırsaktan kana geçişi için ince bağırsakta bu vitamini yakalamayı bekleyen özel bir hücre grubu görevlendirilmiştir. Bu hücre grubu hayatlarını yalnızca bu vitamini yakalamaya adamışlardır(!) Bu hücreler, milyarlarca molekül içinden onu tanırlar(!) B-12’yi yakalayan hücre grubu, yalın hâlde bulunan bu vitamini tanıyamaz. B-12 vitamininin kana geçebilmesi için kendisine sıkıca yapışabilen ve kimlik kartı fonksiyonu gören intrinsik faktöre ihtiyacı vardır. Bağırsakta B-12 vitaminini işaretleyen moleküllere, tıpta intrinsik faktör denmektedir. İntrinsik faktör, B-12 vitamininin henüz midede bulunduğu sırada onun yolculuğunun ileriki aşamalarında ihtiyaç duyacağı bir kimlik belgesidir. Bu kimlik belgesi B-12 vitaminine sıkıca yapışır ve onunla ince bağırsağa doğru yolculuğa çıkar. Böylece sınır memurları gibi görev yapan söz konusu hücre grubu, bu kimlik sayesinde, milyarlarca molekül arasından B-12 vitaminini tanır. İnce bağırsakta yalnızca bu vitamini bulmakla vazifeli hücre grubu, söz konusu yapışık bileşiğin (B-12 vitamini + intrinsik faktör) kan dolaşımına geçmesine vesile olur. Daha sonra da B-12 vitamini kan yoluyla kemik iliğine ulaşmayı başarır(!)2
Bu faaliyetlerde, kusursuz bir bilgiye ihtiyaç duyulduğu gibi; hâdiselerin gelişme seyri, çeşitli ihtimaller içinden doğru olanına anında karar verebilecek bir tercih yapabilme özelliğini (iradeyi) ve de bütün bunları yürütecek bir sonsuz gücü gerektirmektedir.
Diğer taraftan, ‘Yaratıcı tarafından gerekli özellikler verilen ilgili zerreler kendi hâllerine bırakılmışlardır.’ şeklinde bir anlayış da mantıken tutarsızdır. Zîrâ böyle bir işleyişe ‘Evet!’ dememiz kaçınılmaz olarak şu neticeyi doğurur: Her bir sebep (burada hücre) ilâh gibidir; mutlak özelliklere sahiptir. Bir diğer ifadeyle bu, ‘sebepler sayısınca ilâh mevcuttur’ demektir ki, bunun da akılla uzlaştırılabilecek bir yanının olduğu iddia edilemez. Bazıları da diyebilir ki, bu taşıma işi, kan tarafından kendiliğinden gerçekleştirilen olağan bir hâdiseden ibarettir. İlâçlar da dâhil olmak üzere, vücuda alınan her tür madde (glikoz, aminoasit, vitamin, mineral ve oksijen) kan vasıtasıyla ilgili organlara taşınır. Bu türden bir yorum da, hâdisenin sırrını açıklayıcı bir özellik arz etmez; sadece sırların üzerini örter. Çünkü bu işlemler sırasında, sergilenen keskin şuur ve kusursuz işleyiş, söz konusu akılsız ve iradesiz hücrelere verilemez. Hücreler içerisinde şuur, irade veya bir güç aramak son derece anlamsız olduğu gibi, bu ince faaliyetlerin, onlara havale edilmesi, akılla çatışır. Şu hâlde, akıllı ve mantıklı bir kimse için, burada sergilenen faaliyetler açısından, şunu itiraftan başka bir seçenek kalmamaktadır: Kendisine has fizikî özelliklere sahip kılınan bu sistem, hususî yaratıldığı gibi özel olarak da işletilmektedir, zîrâ hiçbir ilâç, ne işe yaradığını ve nereye gideceğini bilmez. İlâçların her birisi son tahlilde bilgiden ve şuurdan yoksun birer maddedir. İlâçların gönderildiği mide vs. uzuvlar da nihayetinde et, kas ve kan gibi unsurlardan müteşekkil birer şuursuz maddedir. Buradan şu neticeye varılır. Ne ilâcın kendisi, ne de ilâcın gönderildiği mide vb.. uzuvlar, bu işi görebilecek özelliğe sahiptir. Bunun aksini iddia etmek akl-ı selimle zıtlaşmaktır. Hücreye dağılan ilâç vb maddelerin, hedef yerlerine mükemmel bir tarzda ulaşmaları, ancak, her şeyi her an, en ince teferruatıyla bilmekte olan bir Âlim-i Mutlak’ın ve her şeyi yerine getirmeye muktedir bir Kâdir-i Mutlak’ın sevkiyle izah edilebilir.
Bir başka misâl de bedenimizdeki her hücreye kan yoluyla taşınan oksijendir. Vücuttaki her hücreye oksijeni taşıma işini gerçekleştirenler, kandaki şuursuz alyuvarlardır. Onlara dışarıdan bakıldığında son derece şuurlu bir şekilde, çok ince bir ayrıştırma, seçme ve karar verme ile neyin nereye bırakılacağını çok iyi bilen birer eleman olarak hareket ettikleri görülür. Şuursuz hücrelerde görülen şuurlu hareketler bizi ister istemez şu neticeye götürür: Hiçbir şaşırma, karıştırma, aksatma ve hataya düşmeksizin son derece şuurlu bir şekilde vazifelerini yerine getiren bu kan hücreleri, kendilerini kontrol eden, düzenleyen ve organize eden birinin irade ve kudretiyle hareket ettirilmektedir.
Şifânın gerçekleşebilmesi, sadece ilâç olarak kullanılan maddelerin ilgili yerlere ulaştırılmasıyla da tamamlanmış olmamaktadır. Zîrâ ilâç olarak kullanılan maddenin, kendisinden beklenilen reaksiyonları gerçekleştirebilecek hususiyetlere sahip bulunması gerekir. Misâl verecek olursak, dişimizde oluşan bir iltihabın iyileşmesi için genelde antibiyotik kullanırız. Antibiyotikler ilgili yerdeki mikroorganizmaların yapılarını bozarak veya bir şekilde onlara tesir ederek çoğalmalarını/üremelerini engeller. Sonra bu mikroorganizmalar bağışıklık sistemi tarafından yabancı olarak işaretlenir ve özel sindirim hücreleri tarafından sindirilerek tesirsiz hâle getirilir.3
Yukarıda aktarılan bilgiler, sadece tedavinin gerçekleşme şekli ile ilgilidir, yoksa bu, antibiyotiği oluşturan maddelerin niçin böyle davranmış olduklarını asla açıklayıcı/ispatlayıcı özellikte bir bilgilendirme değildir. Öyleyse, gözlemlerimizin oluşturduğu algılama alışkanlıklarından uzak olarak meseleyi selim mantığın kuralları içinde çok iyi tahlil edebilmeliyiz. Zîrâ gözlemlerimiz önümüze ‘her bir elementin ve hücrenin âdeta ne yapması gerektiği noktasında bilgili, iradeli ve merhametli birer memur gibi görev icra ettikleri’ şeklinde bir netice koymaktadır. Ancak çok iyi biliyoruz ki antibiyotikte müessir madde olarak isimlendirilen moleküller, cansız, şuursuz, bilgisiz ve iradesizdir; bu yüzden, onlardan, kendileri olarak (kendi başlarına) bu şuurlu ve kasıtlı işi gerçekleştirmeleri beklenemez. Şu hâlde, ne tür bir etkileşim içinde bulunması gerektiğini asla bilemeyecek olan bu parçacıkların faaliyetleri ile ilgili olarak en mâkûl yaklaşım şu olabilir: Bunlar, kendileri olarak iş gören değil, her şeyi gören ve bilen bir Kudret-i Sonsuz’un emir ve iradesiyle en uygun biçimlerde hareket ettirilen maddî sebeplerdir. Yani, bu parçacıklar, şifâ/tedavi işinin kendileriyle gerçekleştirildiği vesilelerdir. Hakiki Müessir olan o yüce Şâfî, bu sebepleri müessir hâle getirmeyi dilemez ve gereğini yaratmazsa, şifânın oluşması mümkün olmaz.
Görünen o ki, ‘belli sebeplerin (ilâçların) ardından belli neticelerin (şifânın) sürekli bir düzenlilikle gelmesi’ insanların bu konuda yanlış mantık yürütmelerine, dolayısıyla aldanmalarına sebep olmaktadır. İlâç kullanırken gördüğümüz sadece, şifânın belli sebeplerden sonra gelmesidir, yoksa şifânın belli sebepler tarafından gerçekleştirilmesi değil. Şifânın/iyileşmenin doğrudan ve yalnızca ilâçlarla bağlantılı olarak meydana gelmekte olduğunu iddia edenlerin -tecrübeleri ve müşahedeleri dışında- bunu ispat edebilmeleri mümkün değildir. Ne var ki Hz. Şâfî’nin -istisnaları hariç- engin rahmet ve lütfunun bir tecellisi olarak, gerek organizmayı dâima işler hâlde tutması, gerekse vücuda alınan ilâç türünden her bir maddeyi sürekli bir düzenlilik içinde vazife mahalline ulaştırması ve de onu vardırdığı mahalde tesirli hâle sokması dikkatsiz zihinlerde “her şeyin vücut ve ilâç arasındaki karşılıklı etkileşimlerin neticesi olarak meydana geldiği” hissini doğurmaktadır. Böyle bir yanılgıya dayanan bu anlayış, çoğu defa Yüce Yaratıcı’nın tasarrufunun/icraatının sebepler arasında (şuursuz ilâç ve hücreler arasında) taksim edilmesi hatasına sebebiyet vermektedir.
İnsanları aldatan diğer bir nokta, sebeplerden birinin yokluğunda, istenilen şifânın gerçekleşmemesi hususudur. Sebeplerden biri olmadığı zaman neticenin/şifânın oluşmaması, o ilâcın, kendi başına tedaviyi gerçekleştirdiğine bir delil olarak ileri sürülemez. Bu ancak belli bir şifânın/iyileşmenin, belli bir ilâçla beraber gerçekleştirildiğinin delili olarak görülmelidir. Diğer bir ifadeyle bu, sebep-netice (ilâç-şifâ) münasebetinin Yüce Yaratıcı tarafından bir düzen içerisinde devam ettirildiğinin bir ispatı olarak değerlendirilmelidir.
İnsan var olduğu sürece tıbbın ‘buluş’ ve ‘tespit’lerine ihtiyaç duyulmasının hikmeti, deneyler yoluyla, hangi hastalığın şifâsının, hangi ilâca bağlandığını tespit etmedir. Tespit edilen ilgili ilâcın vücutta iş görür hâle getirilmesi ise -o mahalde her şeyi en ince detaylarıyla gören ve bilen- bir Şâfî’ye bağlıdır. Zîrâ, ne tespit edilen ilâç, ne de o ilâcı alan vücut, onun ne işe yaradığını ve nerede kullanılması gerektiğini asla bilmemektedir. Ancak görüyoruz ki, her bir ilâç âdeta bilgi ve şuur sahibi birer eleman gibi hareket etmektedir. Bundan anlıyoruz ki, onlar, her şeyi her an kontrolünde tutan bir emir ve iradenin altında sevk edilmektedirler.
Sebep-netice arasındaki münasebetlerin düzenlilik içinde devam etmesi, âdet-i Sübhâniye’dendir. O yüce Şâfî, bize vermeyi murâd ettiği belli bir şifâ için belli bir sebebi/ilâcı şart koşmaktadır. Ancak şu unutulmamalıdır ki, şifâ için söz konusu olan sebeplerin bir araya getirilmesi, O’nu şifâ vermeye mecbur kılıcı bir durum değildir.4 O, şifâyı -görünürde bilemeyeceğimiz bir hikmete binaen- vermeyebilir de. Bir şeyin sebepler noktasında illetlerinin/şartlarının mevcudiyeti, Allah’ı istenen neticeyi var etmeye mecbur kılmaz.5 O’nun, istisnaları hâriç, hazırlanmış şartların karşılığını sürekli bir biçimde yaratması, tamamıyla engin merhamet ve keremine dayalı sübhânî âdeti gereğincedir. Çünkü biz insanlar buna muhtacız; aradığımızı nerede ve nasıl elde edebileceğimizi, ancak, sebep-netice çizgisinde yürüyen düzenli işleyişlere bakarak bilebiliriz.
İzahına çalıştığımız bu yaklaşımda, sebeplerin gereksizliğini müdafaa gibi bir durum asla söz konusu değildir. Sebepler bizim açımızdan bağlayıcıdır, zîrâ bu hikmetli nizamda sebepler/ilâçlar, aradığımız belli bir şifâ için, kendilerine müracaat edilmeleri istenen birer vesile sebep/şart olarak önümüze konulmuştur.
Allah, bu âlemde sebeplere bağlı bir şifâ şeklini takdir etmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki O, bunu sebeplere muhtaç olduğu için değil, bizim O’nun nasıl şifâ verdiğini görüp seyredebilmemiz için böyle yapmaktadır. Yoksa Şifâ Verici’nin şifâyı yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur.6 Sebeplere bağlı olarak verilen şifâda gözetilen diğer bir önemli hikmet ise, beşerin fıtratındaki istidatların inkişaf ettirilmesidir; şâyet şifâ sebepsiz olarak doğrudan yaratılmış olsaydı, bu, beşerin tıbbî ilgi ve bilgi kaynaklarının kurumasına sebep olurdu.
Netice olarak, Hz. İbrahim’in (as) diliyle ifade olunan Kur’ânî bir gerçeğin geniş bir perspektiften düşünülmesi gerekmektedir. Yoksa gâyet açık bir ifadeye sahip olan bu âyetin mânâsını, ‘hastalıkların tedavisi için gerekli olan maddeler O’nun tarafından yaratılmış olması yönüyle şifâyı da O vermiş sayılmaktadır’ gibi bir mânâyla sınırlandırmak, ilâhî mesajın muhtevasını daraltmak olacaktır. Kur’ân’ın bu konuda verdiği mesaj “Hastalandığımda, O’dur bana şifâ veren” şeklinde gâyet açıktır.
Dipnotlar
1- Şuara, 26/80. Bunun gibi, şifânın Allah’a bağlı olduğunu vurgulayan hadîsler için bkz., Buharî, Merdâ 20, Tıbb 38; Müslim, Selâm 46.
2- Yahya, İnsan Mucizesi, s.95-96. Alıntıladığımız bu pasajdaki bazı yüklemlerin sonuna (!) işareti, tarafımızdan konulmuştur.
3- Konuyla ilgili detaylı bit bilgi için bkz., E. Dural - A. Özalp, Farmakoloji, Nobel Tıb Kitabevi, İstanbul 2002, s. 10-15.
4- Kur’ân’ın bu konuda ‘O dilediğini yaratır’ şeklindeki âyetleri bu hususu aydınlatıcı mahiyettedir. Bkz., Kasas, 28/68; Rum, 30/54; Fatır, 35/1; Şura, 42/39.
5- Bugün tıbbî alanda aynı ilâçların bazen bir başka hastada aynı neticeyi hasıl etmediği bilinen bir gerçektir. Bu gerçeğin farkında olamayanlar, böylesi durumlar karşısında ‘hastalık yok, hasta var’ gibi bir yaklaşım geliştirmişlerdir.
6- Nitekim, sebeplerin işe yaramayıp hastanın kendi hâline bırakıldığı ümitsiz bir çok vak’adan sonra Yüce Şâfî’nin şifasına mazhar olanlar da yok değildir.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/324/1743.mp3[/SES]
Yrd.Doç.Dr Muammer ÖZTÜRK
Kur’ân-ı Hakîm’de Hz. İbrahim’in (as) diliyle bizlere bir gerçek bildirilmektedir: “..Hastalandığımda, O’dur bana şifâ veren.”1 Bu âyette gâyet açık bir şekilde şifâyı verenin/yaratanın bizzat Yüce Yaratıcı olduğu vurgulanmaktadır.
Determinist ve pozitivist bir bakışla hâdiseleri anlamaya çalışanlar için bu âyet, ilk plânda şaşırtıcı gelebilir. Ancak mantığın temel kuralları ışığında şifâ hâdisesinin nasıl gerçekleştiği incelendiğinde, âyetin vurgulamış olduğu hususun, inkârı mümkün olmayan bir hakikat olduğu anlaşılır.
Bir ilâcın, insana faydalı olabilmesi için, hangi özelliklere sahip olması gerektiğini B-12 vitamini üzerinden anlayabiliriz. Kemik iliğindeki hücrelerde önemli vazifeleri olan B-12 vitamini, ağız yoluyla alındıktan sonra sırasıyla mideden ve ince bağırsaktan kana geçerek, kemik iliği hücrelerine ulaşır. B-12 vitamininin ince bağırsaktan kana geçişi için ince bağırsakta bu vitamini yakalamayı bekleyen özel bir hücre grubu görevlendirilmiştir. Bu hücre grubu hayatlarını yalnızca bu vitamini yakalamaya adamışlardır(!) Bu hücreler, milyarlarca molekül içinden onu tanırlar(!) B-12’yi yakalayan hücre grubu, yalın hâlde bulunan bu vitamini tanıyamaz. B-12 vitamininin kana geçebilmesi için kendisine sıkıca yapışabilen ve kimlik kartı fonksiyonu gören intrinsik faktöre ihtiyacı vardır. Bağırsakta B-12 vitaminini işaretleyen moleküllere, tıpta intrinsik faktör denmektedir. İntrinsik faktör, B-12 vitamininin henüz midede bulunduğu sırada onun yolculuğunun ileriki aşamalarında ihtiyaç duyacağı bir kimlik belgesidir. Bu kimlik belgesi B-12 vitaminine sıkıca yapışır ve onunla ince bağırsağa doğru yolculuğa çıkar. Böylece sınır memurları gibi görev yapan söz konusu hücre grubu, bu kimlik sayesinde, milyarlarca molekül arasından B-12 vitaminini tanır. İnce bağırsakta yalnızca bu vitamini bulmakla vazifeli hücre grubu, söz konusu yapışık bileşiğin (B-12 vitamini + intrinsik faktör) kan dolaşımına geçmesine vesile olur. Daha sonra da B-12 vitamini kan yoluyla kemik iliğine ulaşmayı başarır(!)2
Bu faaliyetlerde, kusursuz bir bilgiye ihtiyaç duyulduğu gibi; hâdiselerin gelişme seyri, çeşitli ihtimaller içinden doğru olanına anında karar verebilecek bir tercih yapabilme özelliğini (iradeyi) ve de bütün bunları yürütecek bir sonsuz gücü gerektirmektedir.
Diğer taraftan, ‘Yaratıcı tarafından gerekli özellikler verilen ilgili zerreler kendi hâllerine bırakılmışlardır.’ şeklinde bir anlayış da mantıken tutarsızdır. Zîrâ böyle bir işleyişe ‘Evet!’ dememiz kaçınılmaz olarak şu neticeyi doğurur: Her bir sebep (burada hücre) ilâh gibidir; mutlak özelliklere sahiptir. Bir diğer ifadeyle bu, ‘sebepler sayısınca ilâh mevcuttur’ demektir ki, bunun da akılla uzlaştırılabilecek bir yanının olduğu iddia edilemez. Bazıları da diyebilir ki, bu taşıma işi, kan tarafından kendiliğinden gerçekleştirilen olağan bir hâdiseden ibarettir. İlâçlar da dâhil olmak üzere, vücuda alınan her tür madde (glikoz, aminoasit, vitamin, mineral ve oksijen) kan vasıtasıyla ilgili organlara taşınır. Bu türden bir yorum da, hâdisenin sırrını açıklayıcı bir özellik arz etmez; sadece sırların üzerini örter. Çünkü bu işlemler sırasında, sergilenen keskin şuur ve kusursuz işleyiş, söz konusu akılsız ve iradesiz hücrelere verilemez. Hücreler içerisinde şuur, irade veya bir güç aramak son derece anlamsız olduğu gibi, bu ince faaliyetlerin, onlara havale edilmesi, akılla çatışır. Şu hâlde, akıllı ve mantıklı bir kimse için, burada sergilenen faaliyetler açısından, şunu itiraftan başka bir seçenek kalmamaktadır: Kendisine has fizikî özelliklere sahip kılınan bu sistem, hususî yaratıldığı gibi özel olarak da işletilmektedir, zîrâ hiçbir ilâç, ne işe yaradığını ve nereye gideceğini bilmez. İlâçların her birisi son tahlilde bilgiden ve şuurdan yoksun birer maddedir. İlâçların gönderildiği mide vs. uzuvlar da nihayetinde et, kas ve kan gibi unsurlardan müteşekkil birer şuursuz maddedir. Buradan şu neticeye varılır. Ne ilâcın kendisi, ne de ilâcın gönderildiği mide vb.. uzuvlar, bu işi görebilecek özelliğe sahiptir. Bunun aksini iddia etmek akl-ı selimle zıtlaşmaktır. Hücreye dağılan ilâç vb maddelerin, hedef yerlerine mükemmel bir tarzda ulaşmaları, ancak, her şeyi her an, en ince teferruatıyla bilmekte olan bir Âlim-i Mutlak’ın ve her şeyi yerine getirmeye muktedir bir Kâdir-i Mutlak’ın sevkiyle izah edilebilir.
Bir başka misâl de bedenimizdeki her hücreye kan yoluyla taşınan oksijendir. Vücuttaki her hücreye oksijeni taşıma işini gerçekleştirenler, kandaki şuursuz alyuvarlardır. Onlara dışarıdan bakıldığında son derece şuurlu bir şekilde, çok ince bir ayrıştırma, seçme ve karar verme ile neyin nereye bırakılacağını çok iyi bilen birer eleman olarak hareket ettikleri görülür. Şuursuz hücrelerde görülen şuurlu hareketler bizi ister istemez şu neticeye götürür: Hiçbir şaşırma, karıştırma, aksatma ve hataya düşmeksizin son derece şuurlu bir şekilde vazifelerini yerine getiren bu kan hücreleri, kendilerini kontrol eden, düzenleyen ve organize eden birinin irade ve kudretiyle hareket ettirilmektedir.
Şifânın gerçekleşebilmesi, sadece ilâç olarak kullanılan maddelerin ilgili yerlere ulaştırılmasıyla da tamamlanmış olmamaktadır. Zîrâ ilâç olarak kullanılan maddenin, kendisinden beklenilen reaksiyonları gerçekleştirebilecek hususiyetlere sahip bulunması gerekir. Misâl verecek olursak, dişimizde oluşan bir iltihabın iyileşmesi için genelde antibiyotik kullanırız. Antibiyotikler ilgili yerdeki mikroorganizmaların yapılarını bozarak veya bir şekilde onlara tesir ederek çoğalmalarını/üremelerini engeller. Sonra bu mikroorganizmalar bağışıklık sistemi tarafından yabancı olarak işaretlenir ve özel sindirim hücreleri tarafından sindirilerek tesirsiz hâle getirilir.3
Yukarıda aktarılan bilgiler, sadece tedavinin gerçekleşme şekli ile ilgilidir, yoksa bu, antibiyotiği oluşturan maddelerin niçin böyle davranmış olduklarını asla açıklayıcı/ispatlayıcı özellikte bir bilgilendirme değildir. Öyleyse, gözlemlerimizin oluşturduğu algılama alışkanlıklarından uzak olarak meseleyi selim mantığın kuralları içinde çok iyi tahlil edebilmeliyiz. Zîrâ gözlemlerimiz önümüze ‘her bir elementin ve hücrenin âdeta ne yapması gerektiği noktasında bilgili, iradeli ve merhametli birer memur gibi görev icra ettikleri’ şeklinde bir netice koymaktadır. Ancak çok iyi biliyoruz ki antibiyotikte müessir madde olarak isimlendirilen moleküller, cansız, şuursuz, bilgisiz ve iradesizdir; bu yüzden, onlardan, kendileri olarak (kendi başlarına) bu şuurlu ve kasıtlı işi gerçekleştirmeleri beklenemez. Şu hâlde, ne tür bir etkileşim içinde bulunması gerektiğini asla bilemeyecek olan bu parçacıkların faaliyetleri ile ilgili olarak en mâkûl yaklaşım şu olabilir: Bunlar, kendileri olarak iş gören değil, her şeyi gören ve bilen bir Kudret-i Sonsuz’un emir ve iradesiyle en uygun biçimlerde hareket ettirilen maddî sebeplerdir. Yani, bu parçacıklar, şifâ/tedavi işinin kendileriyle gerçekleştirildiği vesilelerdir. Hakiki Müessir olan o yüce Şâfî, bu sebepleri müessir hâle getirmeyi dilemez ve gereğini yaratmazsa, şifânın oluşması mümkün olmaz.
Görünen o ki, ‘belli sebeplerin (ilâçların) ardından belli neticelerin (şifânın) sürekli bir düzenlilikle gelmesi’ insanların bu konuda yanlış mantık yürütmelerine, dolayısıyla aldanmalarına sebep olmaktadır. İlâç kullanırken gördüğümüz sadece, şifânın belli sebeplerden sonra gelmesidir, yoksa şifânın belli sebepler tarafından gerçekleştirilmesi değil. Şifânın/iyileşmenin doğrudan ve yalnızca ilâçlarla bağlantılı olarak meydana gelmekte olduğunu iddia edenlerin -tecrübeleri ve müşahedeleri dışında- bunu ispat edebilmeleri mümkün değildir. Ne var ki Hz. Şâfî’nin -istisnaları hariç- engin rahmet ve lütfunun bir tecellisi olarak, gerek organizmayı dâima işler hâlde tutması, gerekse vücuda alınan ilâç türünden her bir maddeyi sürekli bir düzenlilik içinde vazife mahalline ulaştırması ve de onu vardırdığı mahalde tesirli hâle sokması dikkatsiz zihinlerde “her şeyin vücut ve ilâç arasındaki karşılıklı etkileşimlerin neticesi olarak meydana geldiği” hissini doğurmaktadır. Böyle bir yanılgıya dayanan bu anlayış, çoğu defa Yüce Yaratıcı’nın tasarrufunun/icraatının sebepler arasında (şuursuz ilâç ve hücreler arasında) taksim edilmesi hatasına sebebiyet vermektedir.
İnsanları aldatan diğer bir nokta, sebeplerden birinin yokluğunda, istenilen şifânın gerçekleşmemesi hususudur. Sebeplerden biri olmadığı zaman neticenin/şifânın oluşmaması, o ilâcın, kendi başına tedaviyi gerçekleştirdiğine bir delil olarak ileri sürülemez. Bu ancak belli bir şifânın/iyileşmenin, belli bir ilâçla beraber gerçekleştirildiğinin delili olarak görülmelidir. Diğer bir ifadeyle bu, sebep-netice (ilâç-şifâ) münasebetinin Yüce Yaratıcı tarafından bir düzen içerisinde devam ettirildiğinin bir ispatı olarak değerlendirilmelidir.
İnsan var olduğu sürece tıbbın ‘buluş’ ve ‘tespit’lerine ihtiyaç duyulmasının hikmeti, deneyler yoluyla, hangi hastalığın şifâsının, hangi ilâca bağlandığını tespit etmedir. Tespit edilen ilgili ilâcın vücutta iş görür hâle getirilmesi ise -o mahalde her şeyi en ince detaylarıyla gören ve bilen- bir Şâfî’ye bağlıdır. Zîrâ, ne tespit edilen ilâç, ne de o ilâcı alan vücut, onun ne işe yaradığını ve nerede kullanılması gerektiğini asla bilmemektedir. Ancak görüyoruz ki, her bir ilâç âdeta bilgi ve şuur sahibi birer eleman gibi hareket etmektedir. Bundan anlıyoruz ki, onlar, her şeyi her an kontrolünde tutan bir emir ve iradenin altında sevk edilmektedirler.
Sebep-netice arasındaki münasebetlerin düzenlilik içinde devam etmesi, âdet-i Sübhâniye’dendir. O yüce Şâfî, bize vermeyi murâd ettiği belli bir şifâ için belli bir sebebi/ilâcı şart koşmaktadır. Ancak şu unutulmamalıdır ki, şifâ için söz konusu olan sebeplerin bir araya getirilmesi, O’nu şifâ vermeye mecbur kılıcı bir durum değildir.4 O, şifâyı -görünürde bilemeyeceğimiz bir hikmete binaen- vermeyebilir de. Bir şeyin sebepler noktasında illetlerinin/şartlarının mevcudiyeti, Allah’ı istenen neticeyi var etmeye mecbur kılmaz.5 O’nun, istisnaları hâriç, hazırlanmış şartların karşılığını sürekli bir biçimde yaratması, tamamıyla engin merhamet ve keremine dayalı sübhânî âdeti gereğincedir. Çünkü biz insanlar buna muhtacız; aradığımızı nerede ve nasıl elde edebileceğimizi, ancak, sebep-netice çizgisinde yürüyen düzenli işleyişlere bakarak bilebiliriz.
İzahına çalıştığımız bu yaklaşımda, sebeplerin gereksizliğini müdafaa gibi bir durum asla söz konusu değildir. Sebepler bizim açımızdan bağlayıcıdır, zîrâ bu hikmetli nizamda sebepler/ilâçlar, aradığımız belli bir şifâ için, kendilerine müracaat edilmeleri istenen birer vesile sebep/şart olarak önümüze konulmuştur.
Allah, bu âlemde sebeplere bağlı bir şifâ şeklini takdir etmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki O, bunu sebeplere muhtaç olduğu için değil, bizim O’nun nasıl şifâ verdiğini görüp seyredebilmemiz için böyle yapmaktadır. Yoksa Şifâ Verici’nin şifâyı yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur.6 Sebeplere bağlı olarak verilen şifâda gözetilen diğer bir önemli hikmet ise, beşerin fıtratındaki istidatların inkişaf ettirilmesidir; şâyet şifâ sebepsiz olarak doğrudan yaratılmış olsaydı, bu, beşerin tıbbî ilgi ve bilgi kaynaklarının kurumasına sebep olurdu.
Netice olarak, Hz. İbrahim’in (as) diliyle ifade olunan Kur’ânî bir gerçeğin geniş bir perspektiften düşünülmesi gerekmektedir. Yoksa gâyet açık bir ifadeye sahip olan bu âyetin mânâsını, ‘hastalıkların tedavisi için gerekli olan maddeler O’nun tarafından yaratılmış olması yönüyle şifâyı da O vermiş sayılmaktadır’ gibi bir mânâyla sınırlandırmak, ilâhî mesajın muhtevasını daraltmak olacaktır. Kur’ân’ın bu konuda verdiği mesaj “Hastalandığımda, O’dur bana şifâ veren” şeklinde gâyet açıktır.
Dipnotlar
1- Şuara, 26/80. Bunun gibi, şifânın Allah’a bağlı olduğunu vurgulayan hadîsler için bkz., Buharî, Merdâ 20, Tıbb 38; Müslim, Selâm 46.
2- Yahya, İnsan Mucizesi, s.95-96. Alıntıladığımız bu pasajdaki bazı yüklemlerin sonuna (!) işareti, tarafımızdan konulmuştur.
3- Konuyla ilgili detaylı bit bilgi için bkz., E. Dural - A. Özalp, Farmakoloji, Nobel Tıb Kitabevi, İstanbul 2002, s. 10-15.
4- Kur’ân’ın bu konuda ‘O dilediğini yaratır’ şeklindeki âyetleri bu hususu aydınlatıcı mahiyettedir. Bkz., Kasas, 28/68; Rum, 30/54; Fatır, 35/1; Şura, 42/39.
5- Bugün tıbbî alanda aynı ilâçların bazen bir başka hastada aynı neticeyi hasıl etmediği bilinen bir gerçektir. Bu gerçeğin farkında olamayanlar, böylesi durumlar karşısında ‘hastalık yok, hasta var’ gibi bir yaklaşım geliştirmişlerdir.
6- Nitekim, sebeplerin işe yaramayıp hastanın kendi hâline bırakıldığı ümitsiz bir çok vak’adan sonra Yüce Şâfî’nin şifasına mazhar olanlar da yok değildir.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/324/1743.mp3[/SES]