Kaplumbağanın Gözyaşları
Cemalettin YAZICI
Denizde ruhunun fırtınalarının dindiğini hissederdi. Orada haftanın yorgunluğunu atar ve huzur bulurdu. Balık tutmaya meraklıydı. Kendisi kadar çocukları da deniz ve balığı severdi. Bundan dolayı hafta sonları herkesi bir heyecan sarardı.
Günlerden cumartesiydi. Yusuf Efendi kendi kendine: “Yine hafta sonu olmuş. Günler ne de çabuk geçiyor, ömür sayfasından bir yaprak daha gitti. Acaba bugünümüz nasıl geçecek.” dedi. İçinde sebebini bilemediği bir hüzün vardı. Sabahın erken saatleriydi, malzemeleri arabaya yerleştirdi. Çocukları Enes, Merve ve eşi, ondaki hüznü fark etmiş; fakat sebebini anlayamamışlardı.
Erkenden deniz kıyısına vardılar. Güneşin doğuşunu seyrettikten sonra Enes'le beraber motoru çalıştırıp denize açıldılar. Oğluna tebessümle bakarak konuştu.
- Bugün nasibimiz açık gibi görünüyor.
- Evet babacığım, benim de içimde güzel şeyler olacak gibi bir his var.
- Neyse yavrum, önemli olan bir şeylerle uğraşmak, bu da benim hobim, hem balık tutuyorum, hem de rahatlıyorum.
Denizin dalgaları, martıların sesi ayrı bir senfoni oluşturuyordu. Bu büyülü atmosfer, onu âdeta çocuklaştırmış ve yorgunluğunu alıp götürmüştü. Vaktin bir hayli ilerlemiş olduğunu güneşin yakıcılığıyla fark ettiler. Oğluna, bir an önce ağı çekmeleri gerektiğini söyledi. Baba oğul el birliğiyle ağı çekmeye başladılar. Baba:
- Oğlum, bu seferki avımız çok bereketli gözüküyor!
Enes, babasının gözlerine neşeyle bakarak:
- Babacığım, bunu nereden anladın?
- Bu sefer ağ, bir hayli ağır geldi bana.
Ağı motora çektiklerinde Enes heyecanla:
- Babacığım baksana ağa büyük bir şey takılmış, dedi.
Ağı iyice çekip motorun içine alan baba ve oğul, davetsiz misafirin deniz kaplumbağası olduğunu gördüler. Ağa takılan balıkları ve kaplumbağayı alıp yola koyuldular. Sessiz bir yürüyüş vardı. Bu sessizlik babanın kafasında bir plân kurmakta olduğunun işaretiydi ve oğlu bunu anlamakta gecikmemişti. O konuşmadığı zaman mutlaka bir plân yapardı.
Bir müddet sessizce yürüdükten sonra, babanın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Oğlu heyecanla sordu:
- Babacığım bir plânın mı var?
- Oğlum, bu kaplumbağa bize çok para kazandıracak!
- Nasıl yani babacığım?
- Oğlum ben turistik eşya satan bir yer biliyorum, onlar bu tür hayvanları alıyorlar.
- Peki, onları ne yapıyorlar?
- Doğrusu ne yaptıklarını ben de bilmiyorum.
Ertesi gün Yusuf Efendi, kaplumbağayı arabanın bagajına koyarak doğruca yıllar önce tanıştığı turistik eşya satan adamın dükkânına gitti. Kısa bir sohbetten sonra geliş maksadını anlattı. Birlikte arabaya gidip bagajı açtılar. Kaplumbağayı görünce adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. Ona yüksek bir fiyat vereceğini söyledi. Bu arada sohbet koyulaştı. Yusuf Efendi’nin aklına bir soru geldi. Sormadan edemedi:
- Bu kaplumbağayı ne yapıyorsunuz? Adam sırıtarak:
- Bunun kabuğundan beşik yapıyoruz. Genelde turistler alıyor, dedi. Yusuf Efendi bir soru daha sordu:
- Efendim, kaplumbağanın kabuğunu nasıl ayırıyorsunuz? Adam:
- Bundan kolay ne var, kaplumbağayı sırt üstü yatırıp bolca tuzluyoruz, birkaç gün içerisinde kendiliğinden ölüyor. Böylece sağlam bir kabuk çıkıyor, dedi.
Bunları konuşurken kaplumbağadan garip sesler geldiğini fark eden Yusuf Efendi gözlerine inanamadı, o da ne! Kaplumbağa başına gelecekleri anlamış gibi, sicim sicim gözyaşı döküyordu. Aslında onu merhamete getiren gözyaşları, biz insanların ağladığı mânâda bir gözyaşı değildi. Tuzlu su içen deniz kaplumbağası kendine verilen hususî boşaltım sayesinde saf suyu vücuduna alırken, gözünün altına yerleştirilmiş tuz bezleriyle, tuzu yoğunlaştırılmış hâlde dışarı akıtıyordu. Bunu ağlama zanneden Yusuf Efendi’ye bu manzara çok dokundu. Kaplumbağanın kendini koruyucu yoğun tuz salgısı, ilâhî şefkatin bir tecellisi olarak kalbinde yumuşamaya sebep olmuştu. Almış olduğu parayı geri verdi.
Ben onu satmaktan vazgeçtim, dedi. Adam şaşırdı. Ne de çok para vermişti.
- Eğer az olduysa biraz daha para vereceyim.
- Hayır! Bu satış imkânsız.
Adam, Yusuf Efendi’nin kaplumbağayı neden satmaktan vazgeçtiğini, verdiği parayı niçin iade ettiğini bir türlü anlayamamıştı.
İnsanlara olduğu kadar hayvanlara da merhamet eden Yusuf Efendi, kaplumbağaya yapılacak eziyeti ve bunda kendinin de payı olacağını düşündükçe, içi parçalanıyordu. Bir an önce bu zalimce işten kurtulmalıydı. Bunun için yapması gereken şey, kaplumbağayı yakaladığı yere götürüp denize bırakmaktı. Ev halkına haber vermeyi bile düşünmeden kaplumbağayı yakaladığı yere gitti. Kaplumbağayı denize bırakırken, anlayacakmış gibi ondan özür de diledi.
Öylece bir haftadan beri devam eden sıkıntısı, kaplumbağanın deniz sularına dalmasıyla birlikte yok olup gitmişti.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/324/1742.mp3[/SES]
Cemalettin YAZICI
Denizde ruhunun fırtınalarının dindiğini hissederdi. Orada haftanın yorgunluğunu atar ve huzur bulurdu. Balık tutmaya meraklıydı. Kendisi kadar çocukları da deniz ve balığı severdi. Bundan dolayı hafta sonları herkesi bir heyecan sarardı.
Günlerden cumartesiydi. Yusuf Efendi kendi kendine: “Yine hafta sonu olmuş. Günler ne de çabuk geçiyor, ömür sayfasından bir yaprak daha gitti. Acaba bugünümüz nasıl geçecek.” dedi. İçinde sebebini bilemediği bir hüzün vardı. Sabahın erken saatleriydi, malzemeleri arabaya yerleştirdi. Çocukları Enes, Merve ve eşi, ondaki hüznü fark etmiş; fakat sebebini anlayamamışlardı.
Erkenden deniz kıyısına vardılar. Güneşin doğuşunu seyrettikten sonra Enes'le beraber motoru çalıştırıp denize açıldılar. Oğluna tebessümle bakarak konuştu.
- Bugün nasibimiz açık gibi görünüyor.
- Evet babacığım, benim de içimde güzel şeyler olacak gibi bir his var.
- Neyse yavrum, önemli olan bir şeylerle uğraşmak, bu da benim hobim, hem balık tutuyorum, hem de rahatlıyorum.
Denizin dalgaları, martıların sesi ayrı bir senfoni oluşturuyordu. Bu büyülü atmosfer, onu âdeta çocuklaştırmış ve yorgunluğunu alıp götürmüştü. Vaktin bir hayli ilerlemiş olduğunu güneşin yakıcılığıyla fark ettiler. Oğluna, bir an önce ağı çekmeleri gerektiğini söyledi. Baba oğul el birliğiyle ağı çekmeye başladılar. Baba:
- Oğlum, bu seferki avımız çok bereketli gözüküyor!
Enes, babasının gözlerine neşeyle bakarak:
- Babacığım, bunu nereden anladın?
- Bu sefer ağ, bir hayli ağır geldi bana.
Ağı motora çektiklerinde Enes heyecanla:
- Babacığım baksana ağa büyük bir şey takılmış, dedi.
Ağı iyice çekip motorun içine alan baba ve oğul, davetsiz misafirin deniz kaplumbağası olduğunu gördüler. Ağa takılan balıkları ve kaplumbağayı alıp yola koyuldular. Sessiz bir yürüyüş vardı. Bu sessizlik babanın kafasında bir plân kurmakta olduğunun işaretiydi ve oğlu bunu anlamakta gecikmemişti. O konuşmadığı zaman mutlaka bir plân yapardı.
Bir müddet sessizce yürüdükten sonra, babanın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Oğlu heyecanla sordu:
- Babacığım bir plânın mı var?
- Oğlum, bu kaplumbağa bize çok para kazandıracak!
- Nasıl yani babacığım?
- Oğlum ben turistik eşya satan bir yer biliyorum, onlar bu tür hayvanları alıyorlar.
- Peki, onları ne yapıyorlar?
- Doğrusu ne yaptıklarını ben de bilmiyorum.
Ertesi gün Yusuf Efendi, kaplumbağayı arabanın bagajına koyarak doğruca yıllar önce tanıştığı turistik eşya satan adamın dükkânına gitti. Kısa bir sohbetten sonra geliş maksadını anlattı. Birlikte arabaya gidip bagajı açtılar. Kaplumbağayı görünce adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. Ona yüksek bir fiyat vereceğini söyledi. Bu arada sohbet koyulaştı. Yusuf Efendi’nin aklına bir soru geldi. Sormadan edemedi:
- Bu kaplumbağayı ne yapıyorsunuz? Adam sırıtarak:
- Bunun kabuğundan beşik yapıyoruz. Genelde turistler alıyor, dedi. Yusuf Efendi bir soru daha sordu:
- Efendim, kaplumbağanın kabuğunu nasıl ayırıyorsunuz? Adam:
- Bundan kolay ne var, kaplumbağayı sırt üstü yatırıp bolca tuzluyoruz, birkaç gün içerisinde kendiliğinden ölüyor. Böylece sağlam bir kabuk çıkıyor, dedi.
Bunları konuşurken kaplumbağadan garip sesler geldiğini fark eden Yusuf Efendi gözlerine inanamadı, o da ne! Kaplumbağa başına gelecekleri anlamış gibi, sicim sicim gözyaşı döküyordu. Aslında onu merhamete getiren gözyaşları, biz insanların ağladığı mânâda bir gözyaşı değildi. Tuzlu su içen deniz kaplumbağası kendine verilen hususî boşaltım sayesinde saf suyu vücuduna alırken, gözünün altına yerleştirilmiş tuz bezleriyle, tuzu yoğunlaştırılmış hâlde dışarı akıtıyordu. Bunu ağlama zanneden Yusuf Efendi’ye bu manzara çok dokundu. Kaplumbağanın kendini koruyucu yoğun tuz salgısı, ilâhî şefkatin bir tecellisi olarak kalbinde yumuşamaya sebep olmuştu. Almış olduğu parayı geri verdi.
Ben onu satmaktan vazgeçtim, dedi. Adam şaşırdı. Ne de çok para vermişti.
- Eğer az olduysa biraz daha para vereceyim.
- Hayır! Bu satış imkânsız.
Adam, Yusuf Efendi’nin kaplumbağayı neden satmaktan vazgeçtiğini, verdiği parayı niçin iade ettiğini bir türlü anlayamamıştı.
İnsanlara olduğu kadar hayvanlara da merhamet eden Yusuf Efendi, kaplumbağaya yapılacak eziyeti ve bunda kendinin de payı olacağını düşündükçe, içi parçalanıyordu. Bir an önce bu zalimce işten kurtulmalıydı. Bunun için yapması gereken şey, kaplumbağayı yakaladığı yere götürüp denize bırakmaktı. Ev halkına haber vermeyi bile düşünmeden kaplumbağayı yakaladığı yere gitti. Kaplumbağayı denize bırakırken, anlayacakmış gibi ondan özür de diledi.
Öylece bir haftadan beri devam eden sıkıntısı, kaplumbağanın deniz sularına dalmasıyla birlikte yok olup gitmişti.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/324/1742.mp3[/SES]