Hz. Peygamber'e (sas) Sesleniş
Fatma ERGENE
Fatma ERGENE
Bir seher vakti uyandım. Yine gama, yine kedere dalmış her yer Efendim.
Yine efkâr, yine âh u zâr almış cihanı. Bir velvele ki, sorma Efendim.
Yine hasret, yine gurbet almış her yanı.
Bütün aşklar, sevgi ve muhabbetler, bütün dertler kıyama kalkmış.
Sana hasret, sana müştak, sana tutkun gönüller kıyama kalkmış
Bir seher uyandım Efendim, sana meczûb âşıklar kıyama kalkmış.
Her varlık âh u zâra durmuş, lâleler, sümbüller, güller kıyama kalkmış.
Kıyam etmiş bülbüller, zikre durmuş gönüller.
Bir seher uyandım Efendim, bülbüle kulak verdim;
Geçmiş günleri, sevda ve aşkları yâd ediyordu.
Sana yazılan na'tları, bestelenen şiirleri hikâye ediyordu.
Ötüyordu dertli dertli. Yine hicrân, yine giryân, yine hazân, yine hüsrandı.
Kâh ağlıyor, kâh inliyor, kâh susuyordu yine.
Hiç böyle ötmemişti, böyle şakımamıştı.
Yakmıştı canı, yıkmıştı cananı, velveleye vermişti cihanı.
Hiç böyle sızlanmamıştı, böyle dertlenmemiş, geçmişe böyle yanmamıştı.
Bu sabah ona kulak verdim Efendim.
Bir sevda dilindeydi, bir aşkı anlatıyordu.
Oturduğu dalı, yaprağı, gövdeyi titretiyordu, öyle ötüyordu.
Hasretten yanıyor, gurbetten ağlıyordu. Sanki bütün sevdalıları ağlatıyordu.
Bu seher başkaydı Efendim, bu sefer başka.
Hazır dili çözülmüşken ona sormak istiyordum;
Bunca velvele, bunca serzeniş kime? Onca kıyamet, onca şikâyet niye?
Bir şeyler fısıldadı, bir şeyler söyledi.
Âh Efendim, beni yüreğimden vurdu.
Kalbim böylesine yanmamıştı, göğsüm böyle daralmamıştı.
Ruhumu inletti, beni dîvâne, muzdarip etti.
Böyle aşk dinlemedim, böyle muhabbet, böyle hasret görmedim.
Seherde ağlattı beni, yine gama, kedere saldı...
Meğer bunca dağlanışı, sızlanışı, bunca âhı, bunca efgânı;
Yıkık gönüller, kırık kalbler, kavrulmuş yürekler adına imiş.
Yanık sinelerin, aşka adanmış türkülerin,
Hasretten lâl kesilmiş dillerin sözcüsü imiş meğer.
Bunca kıyamet Efendim, bunca âh u zâr;
Sana adanmış ruhların, türkülerin, aşk ve sevdaların
Yürek yakıcı bir efgânı, bir efkârıymış Efendim.
Nasıl bilmedim, nasıl uyanmadım, kendimden utandım.
Hissizliğimden, insanlığımdan, aşka olan sessizliğimden utandım.
Soğumuş bir demir kesilmiş bedenimden,
Kurumuş, çölleşmiş hadekamdan, Sana tutkun gönüllerden utandım.
Bir seher vakti uyandım Efendim, her yer meşke boyanmış, her şey sermest olmuş.
Bağbân hayran, bülbül mestâne, kızıllık her yeri sarmış, sanki gülzâre dönmüş.
Günler buruk ve yalnız, öksüz ve yetim kalmış, o kutlu doğumu yâda durmuş.
Bir sessizlik var her yerde Efendim, sanki varlık lâl kesilmiş.
Yine hazân, yine hicran, yine giryân cana düştü. Yine efgân bana düştü.
Gül böylesine kızıl olmamıştı, böyle dertli, gönlü böyle mahzûn olmamıştı.
Her zerresini böyle gam, böyle keder, her yanını kırmızı almamıştı.
Mevsim böylesine yaş dökmemişti ardından, akşam böyle kararmamıştı.
Sabahlar ne kadar inlemiş, gül ne kadar gözyaşı içmiş bilsen Efendim,
Göz ne kadar acı dökmüş. Gam ne keder vermiş, ne canlar yakmış,
Ne hüsranlar yaşatmış bilsen.
Yokluğun ne elem salmış geceye, ne hüzün vermiş sehere, ne dert vermiş.
Kırmızılık bir kez daha giyinmiş, bir kez daha kuşanmış ayrılık güllerinde.
Onlar Sen'i temsil ediyor sözde, Sen'i hatırlatıyor.
Aşkını o sembolize ediyor, teninin kokusunu o takdim ediyor sanki.
Gönül bir teselli bulmak istiyor, ayrılık ateşine bir çare.
Bu hicrana, bu efgâna, bu hüsrâna bir merhem istiyor.
Bir seher vakti Efendim, teselli aradım gülden, bülbülden.
Geceden, gündüzden Sen'i sordum.
Aşktan, ızdıraptan, hasretten bezenmiş bir buket yaptım.
Sabahı Sana delalet, şafağı teselli yaptım.
Hasret ve tutkularıma Efendim, sebeb-i meserret yaptım.
Bir ferman yazmak isterdim her yerde okunsun,
Sana olan aşkları, tutkuları dile getirsin.
Bir çerağ yakmak isterdim, gönüllerde Sen'in sevdanı tutuştursun.
Bir türkü söylemek isterdim, Sen'in adını yüceltsin.
Aşkına adanmış bir beste yazmak, güle, bülbüle onu okutmak
Her dertli gönüle onu ezberletmek isterdim.
Ne çare, sonunda anladım ki Efendim,
'Dertli söylegen olur.' derler amma,
Sevdanı anmak, sevdanı yazmak için,
Erbâb-ı dîl olmak gerek, erbâb-ı gönül.
Yine efkâr, yine âh u zâr almış cihanı. Bir velvele ki, sorma Efendim.
Yine hasret, yine gurbet almış her yanı.
Bütün aşklar, sevgi ve muhabbetler, bütün dertler kıyama kalkmış.
Sana hasret, sana müştak, sana tutkun gönüller kıyama kalkmış
Bir seher uyandım Efendim, sana meczûb âşıklar kıyama kalkmış.
Her varlık âh u zâra durmuş, lâleler, sümbüller, güller kıyama kalkmış.
Kıyam etmiş bülbüller, zikre durmuş gönüller.
Bir seher uyandım Efendim, bülbüle kulak verdim;
Geçmiş günleri, sevda ve aşkları yâd ediyordu.
Sana yazılan na'tları, bestelenen şiirleri hikâye ediyordu.
Ötüyordu dertli dertli. Yine hicrân, yine giryân, yine hazân, yine hüsrandı.
Kâh ağlıyor, kâh inliyor, kâh susuyordu yine.
Hiç böyle ötmemişti, böyle şakımamıştı.
Yakmıştı canı, yıkmıştı cananı, velveleye vermişti cihanı.
Hiç böyle sızlanmamıştı, böyle dertlenmemiş, geçmişe böyle yanmamıştı.
Bu sabah ona kulak verdim Efendim.
Bir sevda dilindeydi, bir aşkı anlatıyordu.
Oturduğu dalı, yaprağı, gövdeyi titretiyordu, öyle ötüyordu.
Hasretten yanıyor, gurbetten ağlıyordu. Sanki bütün sevdalıları ağlatıyordu.
Bu seher başkaydı Efendim, bu sefer başka.
Hazır dili çözülmüşken ona sormak istiyordum;
Bunca velvele, bunca serzeniş kime? Onca kıyamet, onca şikâyet niye?
Bir şeyler fısıldadı, bir şeyler söyledi.
Âh Efendim, beni yüreğimden vurdu.
Kalbim böylesine yanmamıştı, göğsüm böyle daralmamıştı.
Ruhumu inletti, beni dîvâne, muzdarip etti.
Böyle aşk dinlemedim, böyle muhabbet, böyle hasret görmedim.
Seherde ağlattı beni, yine gama, kedere saldı...
Meğer bunca dağlanışı, sızlanışı, bunca âhı, bunca efgânı;
Yıkık gönüller, kırık kalbler, kavrulmuş yürekler adına imiş.
Yanık sinelerin, aşka adanmış türkülerin,
Hasretten lâl kesilmiş dillerin sözcüsü imiş meğer.
Bunca kıyamet Efendim, bunca âh u zâr;
Sana adanmış ruhların, türkülerin, aşk ve sevdaların
Yürek yakıcı bir efgânı, bir efkârıymış Efendim.
Nasıl bilmedim, nasıl uyanmadım, kendimden utandım.
Hissizliğimden, insanlığımdan, aşka olan sessizliğimden utandım.
Soğumuş bir demir kesilmiş bedenimden,
Kurumuş, çölleşmiş hadekamdan, Sana tutkun gönüllerden utandım.
Bir seher vakti uyandım Efendim, her yer meşke boyanmış, her şey sermest olmuş.
Bağbân hayran, bülbül mestâne, kızıllık her yeri sarmış, sanki gülzâre dönmüş.
Günler buruk ve yalnız, öksüz ve yetim kalmış, o kutlu doğumu yâda durmuş.
Bir sessizlik var her yerde Efendim, sanki varlık lâl kesilmiş.
Yine hazân, yine hicran, yine giryân cana düştü. Yine efgân bana düştü.
Gül böylesine kızıl olmamıştı, böyle dertli, gönlü böyle mahzûn olmamıştı.
Her zerresini böyle gam, böyle keder, her yanını kırmızı almamıştı.
Mevsim böylesine yaş dökmemişti ardından, akşam böyle kararmamıştı.
Sabahlar ne kadar inlemiş, gül ne kadar gözyaşı içmiş bilsen Efendim,
Göz ne kadar acı dökmüş. Gam ne keder vermiş, ne canlar yakmış,
Ne hüsranlar yaşatmış bilsen.
Yokluğun ne elem salmış geceye, ne hüzün vermiş sehere, ne dert vermiş.
Kırmızılık bir kez daha giyinmiş, bir kez daha kuşanmış ayrılık güllerinde.
Onlar Sen'i temsil ediyor sözde, Sen'i hatırlatıyor.
Aşkını o sembolize ediyor, teninin kokusunu o takdim ediyor sanki.
Gönül bir teselli bulmak istiyor, ayrılık ateşine bir çare.
Bu hicrana, bu efgâna, bu hüsrâna bir merhem istiyor.
Bir seher vakti Efendim, teselli aradım gülden, bülbülden.
Geceden, gündüzden Sen'i sordum.
Aşktan, ızdıraptan, hasretten bezenmiş bir buket yaptım.
Sabahı Sana delalet, şafağı teselli yaptım.
Hasret ve tutkularıma Efendim, sebeb-i meserret yaptım.
Bir ferman yazmak isterdim her yerde okunsun,
Sana olan aşkları, tutkuları dile getirsin.
Bir çerağ yakmak isterdim, gönüllerde Sen'in sevdanı tutuştursun.
Bir türkü söylemek isterdim, Sen'in adını yüceltsin.
Aşkına adanmış bir beste yazmak, güle, bülbüle onu okutmak
Her dertli gönüle onu ezberletmek isterdim.
Ne çare, sonunda anladım ki Efendim,
'Dertli söylegen olur.' derler amma,
Sevdanı anmak, sevdanı yazmak için,
Erbâb-ı dîl olmak gerek, erbâb-ı gönül.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/317/1017.mp3[/SES]