Eğlence Toplumunun Sonu
Muhammet MERTEK
Son üç yüz yıldan beri, Batı uygarlığının dünya üzerinde fizikî-maddî üstünlük kurduğu bir süreç yaşanıyor. Bilhassa Aydınlanma’yla birlikte felsefî akımlar, teknik-teknolojik gelişmeler birbirini takip etmeye başladı. Artık bilimde, felsefede ve sosyal gelişmelerde referanslar Batı'dan veriliyordu.
Fakat büyük düşünürün dediği gibi, "Zaman, bir hat gibi gitmiyor. Dâirevî olarak dönüyor. Bugün birilerine bayram, yarın başkalarına. Bugün biz altta bulunuyoruz, yukarıya doğru hızla tırmanan bir altta. Batılılar zirvede bulunuyor; ama hızla tepe taklak aşağıya doğru yuvarlanan bir zirvede." Bu sözler söyleneli yaklaşık yirmi yıl oluyor. Zaman ne kadar da hızla değişiyor. Yerinden oynamaz denen taşlar, oynuyor, ‘Demir Perdeler’ tek tek yıkılıyor, o perdelerin arkasındaki sözde debdebeli sistemler, yerle bir oluyordu.
Avrupa’da durum biraz farklı. Yıllar yılı referans aldığımız felsefeci, düşünür, şâir ve reformcuların ülkesinde de çarklar farklı dönüyor artık. Tarihin en büyük yanılgılarına içinde yaşadığımız zaman şahit. Türk aydınları artık bu yanılgıyı görüp, öz eleştiri yaparak, kendi özüne, kültürüne yaklaşmalı ve kendi kültürel dinamiklerini yeniden keşfetmeli. Avrupalı ‘üsdat’larımızın(!) söylecek sözlerinin kalmadığının, sıranın artık bizde olduğunun farkına varmalı. Zîrâ artık ayan beyan görülüyor ki, söz Yüce Beyan’ın.
Bu tükenişin itiraf edildiği çalışmalardan biri, bir Alman gazeteci ve din adamı olan Peter Hahne'nin, ‘Zevke Son - Eğlence Toplumunun Sonu’ (Schluss mit lustig - Das Ende der Spassgesellschaft, Johannis Verlag, 21. baskı, 2004) isimli kitabı. Kitabın bütününde dinin önemi, değerler, inancın topluma tesiri, nüfusun azalması, hizmet düşüncesi, aşırı ferdiyetçiliğin yol açtığı handikaplar, kimlik problemi, kültürün dejenere olması, ailenin çözülmesi, insanları birbirine bağlayan mukaddes değerlerin yok olması, tekniğin-teknolojinin insanı mutlu edemeyişi gibi konuların üzerinde duruluyor. Yazar, Alman toplumunun geldiği noktayı şu şekilde ortaya koyuyor:
Ailenin çöküşü
"Almanya’da demokratik bir zaman bombası çalışmaya başladı. 2050 yılına kadar toplumun yaşlı nüfusu ikiye katlanacak ve Almanya 12 milyon insanını kaybedecek. Daha az genç insan, sürekli yaşlanan insanlar için çalışmak zorunda kalacak ki, emekli paraları ödenebilsin. Geleceğin bölüşme mücadelesi emeklilik ve huzur evinde yer bulma üzerinde olacak. Önümüzdeki savaş, nesiller arası savaş olacak."
Federal İstatistik Dairesi, Almanya’da tek kişiden oluşan yaklaşık 14,2 milyon ailenin bulunduğunu belirtiyor. Kadınlar erkeklerden, akademisyenler işçilerden daha fazla. Her yıl ayrılık, boşanma, ölüm veya kendi isteğiyle yalnız kalanların sayısı artıyor.
Bugün 30 yaşında tek başına yaşayanlar, 80 yaşına gelince oldukça yalnız yaşayacaklar. Çocuk ve torunları olanların en azından bir telefonu çalar. Tek kişilik ailelerden oluşan toplum yaşlanınca ve bakıma muhtaç hâle geldiğinde, önümüzdeki birkaç on yıl içinde bizi nelerin beklediğini hayal etmek bile korkunç. Öyleyse zevke son vermek lâzım. Bazı şeyler çarpık gitti: Modern aile formları çoğunlukla plânlanmış olmayıp, menfî münasebetlerin neticesinde ortaya çıkmıştır.
Nüfûs bilimi üzerine araştırmalar yapan Prof. Dr. Herwig Birg, nesiller arası muhtemel savaşın önlenmesi için kültür devrimi istiyor. Bizim, aileye ‘veda eden’ değil, tekrar örnek olarak çocuk dünyaya getiren elitlere ihtiyacımız var. Şu an akademisyen kadınların yüzde 40’tan fazlasının çocuğu yok. Birg’in şu tespiti de önemli: Bir neslin kaçırdığını telâfi etmek için 75 sene gerekiyor.
Nüfûsun geriye gitmesindeki en temel sebep, yüksek nispetlerdeki kürtajlar. Federal İstatistik Dairesi’nin 2003 rakamlarına göre, çocuk bekleyen 1.000 kadından ancak 182’si doğum yapıyor. Ahlâkî tartışmalar bir yana, devletin bizzat kendisi kürtajları finanse ederek (yüzde 90’dan fazlasını ödüyor), nüfûsun negatif gelişmesini aktif olarak desteklemektedir. 1974’te kürtaj kanununun yürürlüğe girmesinden beri sekiz milyondan fazla doğmamış çocuk öldürülmüştür.
Düsseldorf’ta yayımlanan ‘Wirtschaftswoche’ gazetesi, "Almanya’daki insanlar hiç bugünkü kadar zengin değildi. Ama hiç bu kadar da köksüz olmadılar." diye yazıyor
Heidelberg’li filozof Hans-Georg Gadamer şöyle diyor: "Gelecek kökümüzdedir. Artık kökümüzü hatırlamıyorsak, geleceğe sahip olamayız." Johannes Rau ise, şöyle diyor: "Nereden geldiğini bilmiyorsan, nereye gideceğini bilemezsin." Ancak nereden geldiğini bilen, nereye gideceğini söyleyebilir.
Siyaset bilimci Werner Weidenfeld: "Temelsiz çoğulculuk toplumumuzun temelden güvensizliğine yol açıyor. Modernitenin en temel vazifesi şudur: Temel kültür değerlerini koru!"
Otto Dibelius: "İç bağlarını kaybetmiş bir halk, hep karanlıklarda yürür. Menşeimizin, kimliğimizin ne olduğu meselesi, gelecek için anahtar niteliğindedir. Bugün bu konularla meşgul olanlar reaksiyoner değil, ilerlemecidir. Bu, toplumumuzun geleceğiyle ilgili hayatî meseledir, yoksa geçmişimizi aklama ve idealize etme değildir."
Allensbach Enstitüsü’nden Elisabeth Noelle-Neumann on yıl boyunca yaptığı araştırmalar sonunda korkunç temayülün ne olduğu sorulduğunda şu cevabı veriyor: "Daha az anne-baba, mühim gördükleri değerleri, çocuklarına aktarmayı önemli görüyor. Artık çocuklarına nasihat vermek (eğitmek) istemiyorlar. En az da imanda, inançta, değerlerde. Bir dalalet bu! anne-baba ve çocukları için çok üzücü!"
Lise son sınıfta yapılan kompozisyon yarışmasında bir genç bugünkü ebeveyn nesli için aynen bir iflâs açıklaması niteliğinde şunları yazıyor: "Bizi yarı güçlü yaptınız, zîrâ siz zayıftınız. Bizi mânâlı bir yola sevk etmediniz. Çünkü siz kendiniz o yolu bilmiyorsunuz ve onu araştırmayı da kaçırdınız."
Ne korkunç bir netice: Değerlerden hiçbiri kalmadı. Onları geriye kazanmak için de hiçbir yol görülmüyor. Birleşik Avrupa’da Almanya’nın durumu hiç iyi değil: "Hıristiyanlığın yaşanmasında milletler arası bir mukayese yapıldığında, Almanya'nın negatif durumda olduğu görülür. Buna göre İrlandalılar yıllık ortalama olarak 38 defa kilisedeki ibadete katılıyor, Polonyalılar, 33; İtalyanlar, 21; Almanlar ise yalnızca 10 defa."
Time dergisi, Almanya için şu tahminlerde bulunuyor: "Ânî bir çöküş değil; tatlı bir yemeği, şık elbiseleri ve dış görünüşleri düşünürken, hemen hemen pek fark edilmeyecek bir dizi aksilikler ve başarısızlıklar birbirini takip edecek; her şey bitene kadar…" İşte bu ‘her şey' onsuz ayakta kalmanın mümkün olmadığı sözkonusu değerlerdir.
‘Stern’ dergisinin uzun süre önemli isimlerinden biri olmuş tarihçi ve gazeteci Sebastian Haffner, bir röportajında tarihi hangi güçlerin belirlediği ve bunların içinde Hristiyanlığın nerede bulunduğu sorusuna şu cevabı veriyor: "Hristiyanlık eskiden büyük bir güçtü; fakat bugün önemsiz hâle geldi. Ona saygı duyuluyor, ama toplumu yönlendiren güç olmaktan uzak." Hristiyan kültürün kendini sekülerleştirmesinin ve marjinalleştirmesinin korkunç derecede büyük bedeli oldu.
Sanat ve hiciv özgürlüğünün arkasına sığınılıp dinî hisler ayak altına alındı ve Hristiyanlığın sembolleri alay konusu yapıldı. Hiçbir şeye kutsallık atfetmeden, bir yere gidemeyiz.
Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köhler, 1 Temmuz 2004’teki ilk konuşmasında: "Yeminimi Almanya’nın yenilenmesine katkıda bulunmak için, bir vazife olarak addediyorum. Bunda şahsî pusulam Hristiyanlığın insan modeli ve insanın yaptığını yaşaması şuuru olacak." diyor.
Ünlü tarihçi Prof. Dr. Paul Nolte: "Cemiyet ruhu ve değerlere dayanma olmadan reformların uygulanması mümkün değil." diyor.
Süddeutsche Zeitung, günümüzdeki öncelikler konusunda sevilen ‘in/out’ köşesinde şunları yazıyor: "Bundan böyle başarı, kariyer, güzellik "in" (içeriye), "inanç, ümit ve sevgi… "out" (dışarıya) .
Tatmin olmayan kalbler
Eski cumhurbaşkanlarından Karl Carstens, görevinin sonlarına doğru şu tespiti yapıyordu: "Cüzdanlarımızın zengin, ama gönüllerimizin fakir olması, toplumumuzun en büyük problemidir."
Bir hedefe sahip olmadan ilerleyip duruyoruz. Önemli olan hareket etmek, mümkün olduğu kadar da hızlı. Fakat pusulasız bir hareketle, varılacak yer olarak geriye ancak dalalet kalıyor.
Edebiyatçı Marie von Ebner-Eschenbach bir şiirinde söyle yazmıştı: "Gemi hızla gidiyor dalgaların arasından kasırga gibi uçarak. Yükseliyor yelken direğinden ve güverteden sevinç çığlıkları: Hedefe yaklaşıyoruz! Dümendeki kaptan ise, üzgün ve sessizce şunu söylüyor: Etrafımızda dönüyoruz!"
İnanç olmayınca insanları birbirine bağlayan temel bağ da olmamış oluyor. Kadın-erkek, genç-yaşlı, şehirde veya köyde, iyi veya az eğitimli, CDU ve Yeşiller seçmeni olsun hiç fark etmez. Bütün farklılıkların ötesinde müşterekleri teşkil eden bir şeye ihtiyacımız var.
Anayasamızı kaleme alanlar da iyi biliyorlardı ki, anayasa, yani milleti devlet yapan bağ, içinde yer alan yalın paragrafların ötesinde bir değere oturuyorsa, ancak kalıcı olabilir. İnsanların anayasasına hâkim bir konuma getirilemeyen Tanrı inancının, sadece anayasanın yazılı olduğu kâğıdın üzerinde bulunmasının ne faydası olacak?!
Fertçi ruh hâletimizin toplumumuz için kötü neticeleri var. Ümitsizlik korku doğuruyor ve korku girişimciliği felç ediyor. "İman insandaki en büyük duygudur." (Kierkegaard) . İnanacak ve ümit edecek hiçbir şey yoksa, bir şey için gayret göstermenin de önemi olmaz. Geriye ancak kendi içine veya egosuna, kendi nefsiyle dans etmek üzere ölümcül bir ferdiyetçiliğe kaçış kalır. Bu radikal ben merkezcilik ‘Spiegel’e göre, "parçalanmaya, dayanışmanın yok olmasına, değerlerin zayıflamasına, egoizme, herkesin kendini haklı görme düşüncesine" sebep oluyor. Kitapçıların rafları egoyu körükleyen kitaplarla dolu.
Ümitsiz yaşamak, gâyesiz yaşamak demek. Gâyesi olmayan hayat ise, hedefi olmayan bir hayattır. Yönü ve hedefi belli olmayan insan ise, dayanaksızdır. Ancak var olan bir ümit günümüzü şekillendirebilir. İnsanı motive eder. Harekete geçirir. Ümit her şeyin mânâsız görüldüğü zamanlarda canla başla çalışmanın motoru ve uyarıcısıdır.
Eğlence toplumu; ekonomik gelişmenin, patlama derecesinde artan eğlence endüstrisinin de bir neticesi olduğundan, bu gelişme kendiliğinden gerilemeyecek, hatta bunu istemeyecektir. Eğlence sektörü ciddi bir ticaret alanı. Berlin’de yayımlanan Tagesspiegel, "Eğlence olmadan dünya ekonomisi çökecek ve sırf bu yüzden kesintisiz devam etmelidir." diye îkaz ediyor. Bu meyanda ibadetle-eğlence, hayata mânâ katanlarla-eğlence yapanlar arasındaki rekabet mücadelesi mukadder görülmektedir.
Prag’daki ‘Forum 2000’de dünyanın ileri gelen şahsiyetleri gelecekle ilgili meseleleri tartışırken, Çek Cumhuriyeti’nin eski Cumhurbaşkanı Vaclav Havel şöyle diyordu: "Bugünkü global krizin sebeplerinden biri de, artan inançsızlıktır.” Ahlâk özelleşti, içtimaî ölçüler ve evrensel insanî değer tasavvuru kayboldu. Bütün bunlar sosyal hayat kalitesinin düşmesini netice verdi. Meyhaneler ve sinemalar kiliselerden daha dolu. İnsanlık iştahsızlıktan kıvranıyor. Tarihin en güçlü itici gücü, maalesef din ve inanç değil, sözde bilim, ilerleme, tüketim ve ticaret olarak takdim ediliyor.
Dostoyevski, kendi ülkesinde yaşadıklarını şu ifadelerle anlatıyor: "Allah’a bağlı olmayan bir halk bozulur. Eğer Allah olmasaydı, her şeyi yapmak serbest olurdu." Ünlü Fransız matematikçi ve felsefeci Blaise Pascal'ın henüz 17. yüzyılda söylediğini çok acı ödüyoruz: "Orta yolu terk etmek, insanlığı terk etmek demektir. Yaratıcı'ya inanmayan insanlık vahşete yol açıyor."
Teknikte kaydedilen bir adım, etikte üç adım atmayı gerekli kılıyor. Ölçüyü tekrar geri getirmemiz gerekiyor. Her şeyin tartıldığı ölçüyü. Zîrâ Yaratıcı arka plâna itilir, insan ilk sırayı alırsa, aşırılık ve fanatizm ortaya çıkar. Toplumumuzun en büyük tehdidi ateist köktenciliktir. Allah tanımazlığın negatif tesiri altında her şey eğri yola girer.
Allah’ın önünde diz çökenin başı insanların önünde dik durur. Dinsiz etik olmaz.
Yıllarca aile üzerine menfî sözler söylenmesine göz yumduk, onu alaya aldık. Şimdi faturasını ödüyoruz. Zîrâ değerlerin aktarılmasında ilk ve en önemli yer ailedir. İnsanın bütün hayat boyu üzerine bina edebileceği temeller burada atılıyor veya atılmıyor.
Günümüzdeki genç neslin korkunç boyutlardaki mânevî durumunun baş sorumlusu okul ve medya değil, ailedir. "Bugün bir çok genç, aile sevgisi ve sevincinden mahrum kaldığı için sokaklardadır. Onlar sevgiye aç, anne babaları çalıştığı için de kendi kaderlerine terk edilmiş durumdalar." (Mutter Teresa) Aile, yalnız kuralların değil, güzel örneklerin yeridir. Burada değerler yaşanır veya yaşanmaz.
Şu anki kültürsüzlükten dolayı, aileye duyulan hasret artmaktadır. Hamburg Araştırma Enstitüsü’nün araştırmalarına göre, "Evlilik, çocuk ve aile olmadan da mutlu olunabilir düşüncesi gittikçe daha az kabul görüyor." ama bir yandan da, ferdiyetçilik ve egoizm eğilimleri tepe noktasını aştı.
Resimli magazin dergileri bile, eski değerleri yeniden keşfetti: Tek başına bir hayat yerine, aile; tüketim yerine, tasarruf; egoizm yerine, dostluk. Değerlerin aktarımında en önemli kurumun aile olduğunu nihayet fark ediyoruz. "Eğitim örnek olma ve sevgidir." (J. H. Pestalozzi) . Gelecek nesillere verebileceğimiz tek şey, onlara iyi örnek olmaktır. Ama toplumumuzda saygı ve sorumluluğu nerelerde yaşıyoruz?
20. yüzyılın sonunda eğlence toplumu, medyanın içine daldı ve o zamandan beri insanın kendini tanımasına ve dünyayı algılamasına tesir etti. Markalı elbiseler, uyuşturucu modası, Biri Bizi Gözetliyor (Big Brother) gibi programlar ve içinde çok mânâsız gülmelerin ve ironinin anlaşma aracı hâline getirildiği tv dizileri, bu dönemin önemli özelliklerinden. Ekran kötülük ve çirkinliklere örnek oldu.
Sosyolog Klaus Hurrelmann: "İnsanın kendini güvende hissetmediği zamanlara bir tepkisi var. Bu yüzden aradıkları sağlam bağı geleneklerinde buluyorlar." diyor.
Bu gelenekleri bulanlara ne mutlu. Değerler sözle değil, yaşanarak tecrübe edilmeyi isterler. Kurum olarak kilisenin Almanların çoğu için artık pek önemi yok. Almanya’daki en büyük internet anketinde (Alman ikinci kanalı ZDF, ‘Stern’ dergisi, t-online ve McKinsey’le ortaklaşa yapıldı ve 356.000 Alman vatandaşı katıldı) halkın yalnızca yüzde 39’u dindar olduğunu belirtti. En fazla kime güveniyorsunuz sorusuna ise, büyük çoğunluk ‘ADAC’in sarı melekleri’ne (TV dizisinin kahramanları(!)) diye cevap verdi. Kilise personeline ise, sadece yüzde 14’ünün güvendiği ortaya çıktı. Bu neticeler de herhalde, son yıllarda kilisenin kendini insafsızca sekülerleştirmesi ve marjinalleştirmesinin büyük bedeli olsa gerek.
Kardinal Karl Lehmann: "Bütün faaliyetlerimizi gözden geçirip, Tanrı’nın unutulması temel problemine karşı neler yapabileceğimizi düşünmemiz gerekiyor." demektedir.
Biz…
Evet, söz konusu kitaptan da aktardığımız gibi, artık şâir, felsefeci ve reformcuların ülkesinde yukarıdaki hayatî mevzular tartışılıyor. Kant’ın, Nietsche’nin, Descartes’in, Marks’ın düşünceleri değil. Konuşulsa bile pek bir değeri yok. Zîrâ yeni yetişen nesil, onların hiçbirini tanımadığı gibi, onların ektiği tohumlar olduklarının farkında bile değil. Peter Hahne, Alman toplumunun içinde bulunduğu temel problemlerin bir bölümünü, topluma anlatmaya çalışıyor. Onun üzerinde durduğu problemlere çözüm olabilecek kavramlar ise, ellerinde bulunmuyor. Dünyadaki sosyal gelişmelere damgasını vurmuş felsefecilerin ve düşünürlerin bir zamanlar ortaya koyduğu kavramlar pek işe yaramıyor, şu anki tüketim toplumlarının geldiği noktayla örtüşmüyor.
Bizim bazı entelektüellerimizin, Batı toplumlarının hâlihazırda yaşadığı yollardan gitmesi ve bunu teşvik etmesi gerçek bir körlüğü işaret ediyor. Türkiye'deki televizyon kanallarında yayımlanan birçok dizide ise, Batı kültürünün neticesi ortada olan gidişatını güzel göstermek istercesine, belli yayınlar devam ettirilebiliyor. Avrupa toplumlarında derin sosyal yaralar açan hazcılık, benmerkezcilik, yalnızlık, tek aile, azgın bir özgürlük anlayışının propagandası yapılarak, Türk toplumu dejenere edilmeye çalışılıyor.
Diğer yandan bu toplumlarda başgösteren problemlerin panzehiri bizim elimizde aslında. Ruh kökümüz her şeye rağmen sağlam. Bizi ayakta tutan aile yapımız, âlemşümûl ahlâkî değerlerimiz, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayan ve insan tabiatına en uygun dinimiz, genç nüfusumuz, imanımız, bizi utandırmayan tarihi birikimimiz, insanı kucaklayan sıcak kültürümüz, hoşgörümüz, geleneklerimiz ve Anadolu’da yaşanan İslâm anlayışımız, tefekkür ufkumuz, irfanımız, basiretimiz. Bunların hepsi dünyaya yetecek kadar değerleri içinde barındırıyor. Bizim artık bundan öte Batılı felsefeci veya düşünürleri referans almaya ihtiyacımız yok; ama birçok değerimize hem bizlerin, hem onların ihtiyacı olduğu muhakkak. Dünya kendi güzelliklerini keşfedip yeni bir rönesansın fikir sancılarına yelken açan Anadolu'yu bekliyor.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/317/1010.mp3[/SES]
Muhammet MERTEK
Son üç yüz yıldan beri, Batı uygarlığının dünya üzerinde fizikî-maddî üstünlük kurduğu bir süreç yaşanıyor. Bilhassa Aydınlanma’yla birlikte felsefî akımlar, teknik-teknolojik gelişmeler birbirini takip etmeye başladı. Artık bilimde, felsefede ve sosyal gelişmelerde referanslar Batı'dan veriliyordu.
Fakat büyük düşünürün dediği gibi, "Zaman, bir hat gibi gitmiyor. Dâirevî olarak dönüyor. Bugün birilerine bayram, yarın başkalarına. Bugün biz altta bulunuyoruz, yukarıya doğru hızla tırmanan bir altta. Batılılar zirvede bulunuyor; ama hızla tepe taklak aşağıya doğru yuvarlanan bir zirvede." Bu sözler söyleneli yaklaşık yirmi yıl oluyor. Zaman ne kadar da hızla değişiyor. Yerinden oynamaz denen taşlar, oynuyor, ‘Demir Perdeler’ tek tek yıkılıyor, o perdelerin arkasındaki sözde debdebeli sistemler, yerle bir oluyordu.
Avrupa’da durum biraz farklı. Yıllar yılı referans aldığımız felsefeci, düşünür, şâir ve reformcuların ülkesinde de çarklar farklı dönüyor artık. Tarihin en büyük yanılgılarına içinde yaşadığımız zaman şahit. Türk aydınları artık bu yanılgıyı görüp, öz eleştiri yaparak, kendi özüne, kültürüne yaklaşmalı ve kendi kültürel dinamiklerini yeniden keşfetmeli. Avrupalı ‘üsdat’larımızın(!) söylecek sözlerinin kalmadığının, sıranın artık bizde olduğunun farkına varmalı. Zîrâ artık ayan beyan görülüyor ki, söz Yüce Beyan’ın.
Bu tükenişin itiraf edildiği çalışmalardan biri, bir Alman gazeteci ve din adamı olan Peter Hahne'nin, ‘Zevke Son - Eğlence Toplumunun Sonu’ (Schluss mit lustig - Das Ende der Spassgesellschaft, Johannis Verlag, 21. baskı, 2004) isimli kitabı. Kitabın bütününde dinin önemi, değerler, inancın topluma tesiri, nüfusun azalması, hizmet düşüncesi, aşırı ferdiyetçiliğin yol açtığı handikaplar, kimlik problemi, kültürün dejenere olması, ailenin çözülmesi, insanları birbirine bağlayan mukaddes değerlerin yok olması, tekniğin-teknolojinin insanı mutlu edemeyişi gibi konuların üzerinde duruluyor. Yazar, Alman toplumunun geldiği noktayı şu şekilde ortaya koyuyor:
Ailenin çöküşü
"Almanya’da demokratik bir zaman bombası çalışmaya başladı. 2050 yılına kadar toplumun yaşlı nüfusu ikiye katlanacak ve Almanya 12 milyon insanını kaybedecek. Daha az genç insan, sürekli yaşlanan insanlar için çalışmak zorunda kalacak ki, emekli paraları ödenebilsin. Geleceğin bölüşme mücadelesi emeklilik ve huzur evinde yer bulma üzerinde olacak. Önümüzdeki savaş, nesiller arası savaş olacak."
Federal İstatistik Dairesi, Almanya’da tek kişiden oluşan yaklaşık 14,2 milyon ailenin bulunduğunu belirtiyor. Kadınlar erkeklerden, akademisyenler işçilerden daha fazla. Her yıl ayrılık, boşanma, ölüm veya kendi isteğiyle yalnız kalanların sayısı artıyor.
Bugün 30 yaşında tek başına yaşayanlar, 80 yaşına gelince oldukça yalnız yaşayacaklar. Çocuk ve torunları olanların en azından bir telefonu çalar. Tek kişilik ailelerden oluşan toplum yaşlanınca ve bakıma muhtaç hâle geldiğinde, önümüzdeki birkaç on yıl içinde bizi nelerin beklediğini hayal etmek bile korkunç. Öyleyse zevke son vermek lâzım. Bazı şeyler çarpık gitti: Modern aile formları çoğunlukla plânlanmış olmayıp, menfî münasebetlerin neticesinde ortaya çıkmıştır.
Nüfûs bilimi üzerine araştırmalar yapan Prof. Dr. Herwig Birg, nesiller arası muhtemel savaşın önlenmesi için kültür devrimi istiyor. Bizim, aileye ‘veda eden’ değil, tekrar örnek olarak çocuk dünyaya getiren elitlere ihtiyacımız var. Şu an akademisyen kadınların yüzde 40’tan fazlasının çocuğu yok. Birg’in şu tespiti de önemli: Bir neslin kaçırdığını telâfi etmek için 75 sene gerekiyor.
Nüfûsun geriye gitmesindeki en temel sebep, yüksek nispetlerdeki kürtajlar. Federal İstatistik Dairesi’nin 2003 rakamlarına göre, çocuk bekleyen 1.000 kadından ancak 182’si doğum yapıyor. Ahlâkî tartışmalar bir yana, devletin bizzat kendisi kürtajları finanse ederek (yüzde 90’dan fazlasını ödüyor), nüfûsun negatif gelişmesini aktif olarak desteklemektedir. 1974’te kürtaj kanununun yürürlüğe girmesinden beri sekiz milyondan fazla doğmamış çocuk öldürülmüştür.
Düsseldorf’ta yayımlanan ‘Wirtschaftswoche’ gazetesi, "Almanya’daki insanlar hiç bugünkü kadar zengin değildi. Ama hiç bu kadar da köksüz olmadılar." diye yazıyor
Heidelberg’li filozof Hans-Georg Gadamer şöyle diyor: "Gelecek kökümüzdedir. Artık kökümüzü hatırlamıyorsak, geleceğe sahip olamayız." Johannes Rau ise, şöyle diyor: "Nereden geldiğini bilmiyorsan, nereye gideceğini bilemezsin." Ancak nereden geldiğini bilen, nereye gideceğini söyleyebilir.
Siyaset bilimci Werner Weidenfeld: "Temelsiz çoğulculuk toplumumuzun temelden güvensizliğine yol açıyor. Modernitenin en temel vazifesi şudur: Temel kültür değerlerini koru!"
Otto Dibelius: "İç bağlarını kaybetmiş bir halk, hep karanlıklarda yürür. Menşeimizin, kimliğimizin ne olduğu meselesi, gelecek için anahtar niteliğindedir. Bugün bu konularla meşgul olanlar reaksiyoner değil, ilerlemecidir. Bu, toplumumuzun geleceğiyle ilgili hayatî meseledir, yoksa geçmişimizi aklama ve idealize etme değildir."
Allensbach Enstitüsü’nden Elisabeth Noelle-Neumann on yıl boyunca yaptığı araştırmalar sonunda korkunç temayülün ne olduğu sorulduğunda şu cevabı veriyor: "Daha az anne-baba, mühim gördükleri değerleri, çocuklarına aktarmayı önemli görüyor. Artık çocuklarına nasihat vermek (eğitmek) istemiyorlar. En az da imanda, inançta, değerlerde. Bir dalalet bu! anne-baba ve çocukları için çok üzücü!"
Lise son sınıfta yapılan kompozisyon yarışmasında bir genç bugünkü ebeveyn nesli için aynen bir iflâs açıklaması niteliğinde şunları yazıyor: "Bizi yarı güçlü yaptınız, zîrâ siz zayıftınız. Bizi mânâlı bir yola sevk etmediniz. Çünkü siz kendiniz o yolu bilmiyorsunuz ve onu araştırmayı da kaçırdınız."
Ne korkunç bir netice: Değerlerden hiçbiri kalmadı. Onları geriye kazanmak için de hiçbir yol görülmüyor. Birleşik Avrupa’da Almanya’nın durumu hiç iyi değil: "Hıristiyanlığın yaşanmasında milletler arası bir mukayese yapıldığında, Almanya'nın negatif durumda olduğu görülür. Buna göre İrlandalılar yıllık ortalama olarak 38 defa kilisedeki ibadete katılıyor, Polonyalılar, 33; İtalyanlar, 21; Almanlar ise yalnızca 10 defa."
Time dergisi, Almanya için şu tahminlerde bulunuyor: "Ânî bir çöküş değil; tatlı bir yemeği, şık elbiseleri ve dış görünüşleri düşünürken, hemen hemen pek fark edilmeyecek bir dizi aksilikler ve başarısızlıklar birbirini takip edecek; her şey bitene kadar…" İşte bu ‘her şey' onsuz ayakta kalmanın mümkün olmadığı sözkonusu değerlerdir.
‘Stern’ dergisinin uzun süre önemli isimlerinden biri olmuş tarihçi ve gazeteci Sebastian Haffner, bir röportajında tarihi hangi güçlerin belirlediği ve bunların içinde Hristiyanlığın nerede bulunduğu sorusuna şu cevabı veriyor: "Hristiyanlık eskiden büyük bir güçtü; fakat bugün önemsiz hâle geldi. Ona saygı duyuluyor, ama toplumu yönlendiren güç olmaktan uzak." Hristiyan kültürün kendini sekülerleştirmesinin ve marjinalleştirmesinin korkunç derecede büyük bedeli oldu.
Sanat ve hiciv özgürlüğünün arkasına sığınılıp dinî hisler ayak altına alındı ve Hristiyanlığın sembolleri alay konusu yapıldı. Hiçbir şeye kutsallık atfetmeden, bir yere gidemeyiz.
Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köhler, 1 Temmuz 2004’teki ilk konuşmasında: "Yeminimi Almanya’nın yenilenmesine katkıda bulunmak için, bir vazife olarak addediyorum. Bunda şahsî pusulam Hristiyanlığın insan modeli ve insanın yaptığını yaşaması şuuru olacak." diyor.
Ünlü tarihçi Prof. Dr. Paul Nolte: "Cemiyet ruhu ve değerlere dayanma olmadan reformların uygulanması mümkün değil." diyor.
Süddeutsche Zeitung, günümüzdeki öncelikler konusunda sevilen ‘in/out’ köşesinde şunları yazıyor: "Bundan böyle başarı, kariyer, güzellik "in" (içeriye), "inanç, ümit ve sevgi… "out" (dışarıya) .
Tatmin olmayan kalbler
Eski cumhurbaşkanlarından Karl Carstens, görevinin sonlarına doğru şu tespiti yapıyordu: "Cüzdanlarımızın zengin, ama gönüllerimizin fakir olması, toplumumuzun en büyük problemidir."
Bir hedefe sahip olmadan ilerleyip duruyoruz. Önemli olan hareket etmek, mümkün olduğu kadar da hızlı. Fakat pusulasız bir hareketle, varılacak yer olarak geriye ancak dalalet kalıyor.
Edebiyatçı Marie von Ebner-Eschenbach bir şiirinde söyle yazmıştı: "Gemi hızla gidiyor dalgaların arasından kasırga gibi uçarak. Yükseliyor yelken direğinden ve güverteden sevinç çığlıkları: Hedefe yaklaşıyoruz! Dümendeki kaptan ise, üzgün ve sessizce şunu söylüyor: Etrafımızda dönüyoruz!"
İnanç olmayınca insanları birbirine bağlayan temel bağ da olmamış oluyor. Kadın-erkek, genç-yaşlı, şehirde veya köyde, iyi veya az eğitimli, CDU ve Yeşiller seçmeni olsun hiç fark etmez. Bütün farklılıkların ötesinde müşterekleri teşkil eden bir şeye ihtiyacımız var.
Anayasamızı kaleme alanlar da iyi biliyorlardı ki, anayasa, yani milleti devlet yapan bağ, içinde yer alan yalın paragrafların ötesinde bir değere oturuyorsa, ancak kalıcı olabilir. İnsanların anayasasına hâkim bir konuma getirilemeyen Tanrı inancının, sadece anayasanın yazılı olduğu kâğıdın üzerinde bulunmasının ne faydası olacak?!
Fertçi ruh hâletimizin toplumumuz için kötü neticeleri var. Ümitsizlik korku doğuruyor ve korku girişimciliği felç ediyor. "İman insandaki en büyük duygudur." (Kierkegaard) . İnanacak ve ümit edecek hiçbir şey yoksa, bir şey için gayret göstermenin de önemi olmaz. Geriye ancak kendi içine veya egosuna, kendi nefsiyle dans etmek üzere ölümcül bir ferdiyetçiliğe kaçış kalır. Bu radikal ben merkezcilik ‘Spiegel’e göre, "parçalanmaya, dayanışmanın yok olmasına, değerlerin zayıflamasına, egoizme, herkesin kendini haklı görme düşüncesine" sebep oluyor. Kitapçıların rafları egoyu körükleyen kitaplarla dolu.
Ümitsiz yaşamak, gâyesiz yaşamak demek. Gâyesi olmayan hayat ise, hedefi olmayan bir hayattır. Yönü ve hedefi belli olmayan insan ise, dayanaksızdır. Ancak var olan bir ümit günümüzü şekillendirebilir. İnsanı motive eder. Harekete geçirir. Ümit her şeyin mânâsız görüldüğü zamanlarda canla başla çalışmanın motoru ve uyarıcısıdır.
Eğlence toplumu; ekonomik gelişmenin, patlama derecesinde artan eğlence endüstrisinin de bir neticesi olduğundan, bu gelişme kendiliğinden gerilemeyecek, hatta bunu istemeyecektir. Eğlence sektörü ciddi bir ticaret alanı. Berlin’de yayımlanan Tagesspiegel, "Eğlence olmadan dünya ekonomisi çökecek ve sırf bu yüzden kesintisiz devam etmelidir." diye îkaz ediyor. Bu meyanda ibadetle-eğlence, hayata mânâ katanlarla-eğlence yapanlar arasındaki rekabet mücadelesi mukadder görülmektedir.
Prag’daki ‘Forum 2000’de dünyanın ileri gelen şahsiyetleri gelecekle ilgili meseleleri tartışırken, Çek Cumhuriyeti’nin eski Cumhurbaşkanı Vaclav Havel şöyle diyordu: "Bugünkü global krizin sebeplerinden biri de, artan inançsızlıktır.” Ahlâk özelleşti, içtimaî ölçüler ve evrensel insanî değer tasavvuru kayboldu. Bütün bunlar sosyal hayat kalitesinin düşmesini netice verdi. Meyhaneler ve sinemalar kiliselerden daha dolu. İnsanlık iştahsızlıktan kıvranıyor. Tarihin en güçlü itici gücü, maalesef din ve inanç değil, sözde bilim, ilerleme, tüketim ve ticaret olarak takdim ediliyor.
Dostoyevski, kendi ülkesinde yaşadıklarını şu ifadelerle anlatıyor: "Allah’a bağlı olmayan bir halk bozulur. Eğer Allah olmasaydı, her şeyi yapmak serbest olurdu." Ünlü Fransız matematikçi ve felsefeci Blaise Pascal'ın henüz 17. yüzyılda söylediğini çok acı ödüyoruz: "Orta yolu terk etmek, insanlığı terk etmek demektir. Yaratıcı'ya inanmayan insanlık vahşete yol açıyor."
Teknikte kaydedilen bir adım, etikte üç adım atmayı gerekli kılıyor. Ölçüyü tekrar geri getirmemiz gerekiyor. Her şeyin tartıldığı ölçüyü. Zîrâ Yaratıcı arka plâna itilir, insan ilk sırayı alırsa, aşırılık ve fanatizm ortaya çıkar. Toplumumuzun en büyük tehdidi ateist köktenciliktir. Allah tanımazlığın negatif tesiri altında her şey eğri yola girer.
Allah’ın önünde diz çökenin başı insanların önünde dik durur. Dinsiz etik olmaz.
Yıllarca aile üzerine menfî sözler söylenmesine göz yumduk, onu alaya aldık. Şimdi faturasını ödüyoruz. Zîrâ değerlerin aktarılmasında ilk ve en önemli yer ailedir. İnsanın bütün hayat boyu üzerine bina edebileceği temeller burada atılıyor veya atılmıyor.
Günümüzdeki genç neslin korkunç boyutlardaki mânevî durumunun baş sorumlusu okul ve medya değil, ailedir. "Bugün bir çok genç, aile sevgisi ve sevincinden mahrum kaldığı için sokaklardadır. Onlar sevgiye aç, anne babaları çalıştığı için de kendi kaderlerine terk edilmiş durumdalar." (Mutter Teresa) Aile, yalnız kuralların değil, güzel örneklerin yeridir. Burada değerler yaşanır veya yaşanmaz.
Şu anki kültürsüzlükten dolayı, aileye duyulan hasret artmaktadır. Hamburg Araştırma Enstitüsü’nün araştırmalarına göre, "Evlilik, çocuk ve aile olmadan da mutlu olunabilir düşüncesi gittikçe daha az kabul görüyor." ama bir yandan da, ferdiyetçilik ve egoizm eğilimleri tepe noktasını aştı.
Resimli magazin dergileri bile, eski değerleri yeniden keşfetti: Tek başına bir hayat yerine, aile; tüketim yerine, tasarruf; egoizm yerine, dostluk. Değerlerin aktarımında en önemli kurumun aile olduğunu nihayet fark ediyoruz. "Eğitim örnek olma ve sevgidir." (J. H. Pestalozzi) . Gelecek nesillere verebileceğimiz tek şey, onlara iyi örnek olmaktır. Ama toplumumuzda saygı ve sorumluluğu nerelerde yaşıyoruz?
20. yüzyılın sonunda eğlence toplumu, medyanın içine daldı ve o zamandan beri insanın kendini tanımasına ve dünyayı algılamasına tesir etti. Markalı elbiseler, uyuşturucu modası, Biri Bizi Gözetliyor (Big Brother) gibi programlar ve içinde çok mânâsız gülmelerin ve ironinin anlaşma aracı hâline getirildiği tv dizileri, bu dönemin önemli özelliklerinden. Ekran kötülük ve çirkinliklere örnek oldu.
Sosyolog Klaus Hurrelmann: "İnsanın kendini güvende hissetmediği zamanlara bir tepkisi var. Bu yüzden aradıkları sağlam bağı geleneklerinde buluyorlar." diyor.
Bu gelenekleri bulanlara ne mutlu. Değerler sözle değil, yaşanarak tecrübe edilmeyi isterler. Kurum olarak kilisenin Almanların çoğu için artık pek önemi yok. Almanya’daki en büyük internet anketinde (Alman ikinci kanalı ZDF, ‘Stern’ dergisi, t-online ve McKinsey’le ortaklaşa yapıldı ve 356.000 Alman vatandaşı katıldı) halkın yalnızca yüzde 39’u dindar olduğunu belirtti. En fazla kime güveniyorsunuz sorusuna ise, büyük çoğunluk ‘ADAC’in sarı melekleri’ne (TV dizisinin kahramanları(!)) diye cevap verdi. Kilise personeline ise, sadece yüzde 14’ünün güvendiği ortaya çıktı. Bu neticeler de herhalde, son yıllarda kilisenin kendini insafsızca sekülerleştirmesi ve marjinalleştirmesinin büyük bedeli olsa gerek.
Kardinal Karl Lehmann: "Bütün faaliyetlerimizi gözden geçirip, Tanrı’nın unutulması temel problemine karşı neler yapabileceğimizi düşünmemiz gerekiyor." demektedir.
Biz…
Evet, söz konusu kitaptan da aktardığımız gibi, artık şâir, felsefeci ve reformcuların ülkesinde yukarıdaki hayatî mevzular tartışılıyor. Kant’ın, Nietsche’nin, Descartes’in, Marks’ın düşünceleri değil. Konuşulsa bile pek bir değeri yok. Zîrâ yeni yetişen nesil, onların hiçbirini tanımadığı gibi, onların ektiği tohumlar olduklarının farkında bile değil. Peter Hahne, Alman toplumunun içinde bulunduğu temel problemlerin bir bölümünü, topluma anlatmaya çalışıyor. Onun üzerinde durduğu problemlere çözüm olabilecek kavramlar ise, ellerinde bulunmuyor. Dünyadaki sosyal gelişmelere damgasını vurmuş felsefecilerin ve düşünürlerin bir zamanlar ortaya koyduğu kavramlar pek işe yaramıyor, şu anki tüketim toplumlarının geldiği noktayla örtüşmüyor.
Bizim bazı entelektüellerimizin, Batı toplumlarının hâlihazırda yaşadığı yollardan gitmesi ve bunu teşvik etmesi gerçek bir körlüğü işaret ediyor. Türkiye'deki televizyon kanallarında yayımlanan birçok dizide ise, Batı kültürünün neticesi ortada olan gidişatını güzel göstermek istercesine, belli yayınlar devam ettirilebiliyor. Avrupa toplumlarında derin sosyal yaralar açan hazcılık, benmerkezcilik, yalnızlık, tek aile, azgın bir özgürlük anlayışının propagandası yapılarak, Türk toplumu dejenere edilmeye çalışılıyor.
Diğer yandan bu toplumlarda başgösteren problemlerin panzehiri bizim elimizde aslında. Ruh kökümüz her şeye rağmen sağlam. Bizi ayakta tutan aile yapımız, âlemşümûl ahlâkî değerlerimiz, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayan ve insan tabiatına en uygun dinimiz, genç nüfusumuz, imanımız, bizi utandırmayan tarihi birikimimiz, insanı kucaklayan sıcak kültürümüz, hoşgörümüz, geleneklerimiz ve Anadolu’da yaşanan İslâm anlayışımız, tefekkür ufkumuz, irfanımız, basiretimiz. Bunların hepsi dünyaya yetecek kadar değerleri içinde barındırıyor. Bizim artık bundan öte Batılı felsefeci veya düşünürleri referans almaya ihtiyacımız yok; ama birçok değerimize hem bizlerin, hem onların ihtiyacı olduğu muhakkak. Dünya kendi güzelliklerini keşfedip yeni bir rönesansın fikir sancılarına yelken açan Anadolu'yu bekliyor.
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/317/1010.mp3[/SES]