Enaniyet veya Egoizm
Sızıntı
Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle "ben" mânâsına gelen "ene"den türetilmiş bir kelime.. insanın kendisi, özü, şahsiyeti mânâları yanında, ona, varlık, eşyâ ve hâdiseler hakkında tefrik, temyiz, okuma ve değerlendirme imkânı da veren "ene"; aynı zamanda bilme, inanma ve bu çerçevedeki ferdî ve içtimaî sorumluluklar karşısında insanı bir muhatap durumuna yükselten unsurdur. Ene'yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaikı ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî'ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşyâ ve esrâr-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede "ene" -ben ve ego da diyebilirsiniz- insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve "Kenz-i Mahfî"nin lisan-ı fasîhi olur.
Onu bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlara gelince, onlar için "ene" öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice herkülleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hânümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır. O, imanla doğru okunmadığı, mahiyetine acz u fakr esaslarına göre bakılmadığı veya kendini kendine mâlik saydığı, sayıp aynadaki sureti hakikat sandığı durumlarda kibre girmiş, gurur mırıldanmış, bencillikle gürlemiş, kini, nefreti ve hiddetiyle hayvanları aratmamış, şehevânî istekleriyle hep bohemler gibi yaşamış, çalım, caka ve başkalarını hafife alma türünden komplekslerden kurtulamamış ve kendi kendinin meshûru olmuş, çeşit çeşit illetlerle mâlûl bir özürlü; şahsî hazlarından gayrı bir şey düşünmeyen/düşünemeyen hodbîn bir gurur âbidesidir. Kendini güçlü hissettiği ve fırsat da yakaladığı zamanlarda, gözünü kırpmadan herkesi ezip geçen bir tiran bozması, hak ve hürriyetler konusunda saygısız bir nemrut ve Allah, Peygamber tanımayan bir nankördür. Zayıf ve güçsüz olduğu ya da ihtiyaçlarla kıvrandığı durumlarda ise o, kapıkulu saydığı kimselerin bile ayaklarına kapanacak kadar zelillerden zelil zavallının tekidir.
Aksine o, Allah'a imanla tenevvür edip acz u fakrını kavradığı, beden ve cismâniyetin uydusu olmaktan sıyrılıp kalbî ve ruhî hayat ufkuna yöneldiği, şevk u şükürle şahlanıp Hak rızasına kilitlendiği takdirde de âdeta müzekkâ bir ruha dönüşür ve öteki yanı itibarıyla bütün fena huyların menşei olmasına mukabil bu derinliği açısından güzel ahlâkın (mehâsin-i ahlâk) en temel unsuru hâline gelir.
Şimdiye kadar pek çok mutasavvıf ve kelâmcı, bazen "ene" unvanıyla, bazen de "nefis" namıyla bu konu üzerinde durmuş ve önemli açıklamalarda bulunmuşlardır. Mevzuun tafsilatını onlara havale ederek, burada birkaç cümle ile de olsa Üstad Bediüzzaman'ın bu hususla alâkalı mülâhazalarına temas etmek istiyorum:
O, Kur'ân-ı Kerim'deki emanet hakikatinin1 pek çok yönlerinden birinin de "ene=ego" olduğunu ifade sadedinde; "ene"nin Âdem (aleyhisselâm) zamanından günümüze kadar insanlık âleminin etrafında dal-budak salmış hem nuranî bir Tûbâ-i Cennet hem de müthiş bir Zakkum-u Cehennem çekirdeği mahiyetinde olduğunu vurgular ve ona bu iki âlemin de kapılarını açacak bir anahtar nazarıyla bakar. Ona göre "ene"nin bu birbirinden ayrı derinliklerinin temsilcileri ve bu temsilcilerin teşkil ettikleri cereyanlar da vardır. Bunlardan biri silsile-i nübüvvet cereyanı, diğeri de diyaneti kabul etmeyen felsefe akımıdır. Din tanımayan ve diyanete baş kaldıran felsefî cereyan/cereyanlar bir zakkum ağacı gibi çevrelerine her zaman şirk ve dalâlet zulmetleri neşretmiş ve insanlığın ufkunu karartmışlardır. Onlardan, aklı biricik esas kabul edenlerin dünyasında dehriyyûn, maddiyyûn ve tabiiyyûn... gibi kimseler yetişmiş ve bunlar saf yığınların baştan çıkarılmalarına sebebiyet vermişlerdir. Kuvvet ve şiddeti öne çıkaranların atmosferinde Nemrut'lar, Şeddad'lar, Firavun'lar boy atıp gelişmiş ve kitlelere kan kusturmuşlardır. Hayatı, cismânî ve bedenî arzulara, isteklere bağlı götürenlerin çizgisinde insanın süflî hislerini gıcıklayan tanrıçaları, totemleri ve putlarıyla bohemliğe açık ruhların başlarını döndürmüş ve yığınları akla-hayale gelmedik sapıklıklara sürüklemişlerdir.
Nübüvvet cereyanına gelince o, "kuvve-i akliye" dalında enbiyâ, mürselîn, evliyâ ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirmiş; "kuvve-i dâfia" dalında âdil hakimleri, melek gibi melikleri semere vermiş; "kuvve-i câzibe" dalında da suret ve sîret güzellikleriyle serfiraz ismet kahramanlarının gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu açıdan, peygamberlik ufku itibarıyla "ene"nin bir kulluk unvanı ve esrâr-ı ulûhiyetin de bir aynası olduğunu söylemek mümkündür. Öyle ki, bu yörüngede "ene" kendini bir abd bilir, Yaratan'ın hizmetinde olduğunu düşünür; O'na karşı hâlisâne kulluğa yönelir ve hemen her zaman O'nu hoşnut etme arkasından koşar. Aklına aldanıp nefsine yenik düşenler, güzeli, çirkini birbirine karıştırıp egoyu sabit bir hakikat şeklinde mütalâa edenler, dolayısıyla da, Hakk'a kul olacaklarına değişik mâlihulyalara dalarak cismânî hazlarından başka bir şey düşünmeyenler, varlık ve hâdiselere insanca bakıp onu muhteva enginliğiyle duyamayanlar, duyamayıp kendi bencilliklerinin darlığında heba olup gidenler egoizm gayyaları içinde boğuladursunlar, "ene"deki sırrı anlayanlar yürürler Hakk'ın inayet gölgesinde O'nun rıza ufkuna doğru…
"Ene"nin olumsuz yanıyla alâkalı bir derinlik sayılan Frenkçe "egoizm" de dediğimiz "enâniyet", kendine düşkünlük, yalnız kendini düşünme, her faaliyetini bir kısım şahsî çıkarlara bağlı götürme, her işi bencillik mülâhazasıyla ele alma ve o mülâhaza ile bitirme de diyeceğimiz bir ruh hastalığının unvanıdır. Böyle bir karakter, başkalarından söz edildiği, onlara teveccühte bulunulduğu hemen her yerde feveran eder, kıskançlıklara girer -üzerinde durulabilir- hırsla kıvranır; hızını alamaz gıybete, iftiraya başvurur ve "onlar" dediği kimseleri karalamak için elinden gelen her mel'aneti irtikâp eder.
Bazı kimselerde, bunun bir iki adım daha ötesinde, kendini mutlak üstün ve eşsiz görme, hatta kendine "gaye insan" nazarıyla bakma, aptalca hüsnüzan ve teveccühlere takılarak bir görüntü sergileyebilmek için maskaralık diyebileceğimiz fantezilere girme ve "ben" merkezli bir dünya kurarak kendini anlatma, meziyetlerini sayıp dökme cinneti söz konusudur ki, bunu da muzaaf enâniyet anlamında "egosantrizm" sözcüğüyle ifadelendirebiliriz. Böyleleri her hâdiseyi kendi bakış açılarına göre yorumlar, herhangi bir konuyu, onun enginliği ve derinliği çerçevesinde değil de, kendi egoizminin darlığı içinde ele alır, değerlendirir; sonra da, kendince çıkardığı hükümleri başkalarına da dayatmaya çalışır. Aslında, bu tipler kendi heva ve heveslerine öylesine kilitlidirler ki, kendilerinden başkasını görmez/göremez, kendi hülyaları dışında hiçbir şey bilmez, bilmek de istemez; kimseyi sevmez ve hayırla da yâd etmezler. Kendilerini insanî fazilet ve meziyetlerin merkezine oturttukları için her zaman redd-i müdahale hissiyle gergin ve kavgaya hazır bir hâlleri vardır. Hele bunların arasında nefsine âşık ve taparcasına ona bağlı bir kısım narsisler bulunmaktadır ki, bunlar tıpkı çocuklar gibi, gördükleri her nesneye sahip olmak ve başkalarına ait şeyleri elde etmek için sık sık onlarla kavgaya tutuşur ve mütemâdi hır-gür çıkarırlar.
Böylelerinde hiç mi hiç içtimaî sorumluluk hissi gelişmemiştir; onlar, hemen her zaman heva ve heveslerine göre hareket ederler. Olabildiğine kibirli ve gururludurlar; herkesi hafife alır ve âleme tepeden bakarlar. Bir de bu hasta ruhlar, çevrelerindeki saf yığınlar tarafından alkışlanıyor, ferdî bencillikleri herhangi bir cemaate mensubiyetle besleniyorsa -buna "cemaat enâniyeti" de denebilir- daha bir derinleşir, nemrutlaşır ve akla-hayale gelmedik fenalıklara sebebiyet verebilirler. Firavun böyle bir ruh haletiyle "Ben sizin en yüce rabbinizim."2 sözleriyle hırlamış, bir başkası "Ben de ihya eder ve öldürürüm."3 deme cür'etinde bulunmuş; bir diğeri ise "Ben bu serveti kendi imkân ve kendi bilgimle elde ettim."4 hezeyanlarıyla gürlemiştir. Günümüzde çokça bulunduğu gibi, kimileri de mânâ âleminin devasa kametlerinin dahi telâffuz etmediği/edemediği "Ben Mehdiyim.", "Ben Mesihim.", "Ben kutbum, kutb-u irşadım", "Ben gavsım"... türünden saçmalıklarda bulunmuş; sürekli ben merkezliliğin karakteristik hırıltılarıyla kibrini, ucbunu, fahrini, makam sevdasını ve nefis muhabbetini seslendirmiş ve kulluğun esası olan acz u fakr, tevazu, mahviyet ve hacâlet... gibi hususlardan habersiz cahil kitleleri iğfal etmişlerdir.
Aslında bunlardaki sefalet ve ruh sukutuna sebebiyet veren hep aynı şeylerdir: Şeriat mantığından habersizlik, mütemerrid nefs-i emmârenin güdümünde bulunma, şöhretperestlik ve bohemce yaşama arzusu... gel gör ki, bu zelil insanlar, her zaman kendilerini farklı yaratılmış gibi görüp gösterir ve çevrelerine birer misyon insanı olduklarını empoze etmeye çalışırlar. Böyleleri herkesi sıradan, hor ve hakir varlıklar sayar ve onların da bir şeyler yapabileceklerini kat'iyen kabul etmezler. Hele bir de etraflarında bu duyguyu sık sık tetikleyen bir kısım müdâhinler varsa -ki her zaman var olmuştur- bunlar öylesine bir büyüklük hissine kapılırlar ki, herhalde bu ölçüdeki bir enâniyeti ifade için "mük'ap bencillik" sözü bile yetmeyecektir. Zannediyorum böylelerinin hâline en uygun isim "megalomani" olacaktır.
Pöhpöhe açık ve alkışa teşne bu tiplerin sapık hislerine, aldanmış yandaşlarının iddiaları da inzimam edince ortaya en tipik bir narsis çıkar. Sever kendini Allah'ı gerçekten sevenlerin sevdiği kadar.. tapar hevasına putperestlerin tanrıçalarına taptığı seviyede.. yanında Peygamber'den bahsedildiğinde dahi rahatsızlık duyar; "O'nun temsilcisi ve izdüşümüyüm." gibi hezeyanlarla -kendi inanmasa da- çevresini bir kısım muğlak ve müphem şeylere inandırmaya çalışır. Bütün hareket ve faaliyetlerinde hep takdir ve tebcil beklentisi içindedir. Damlasının derya, zerresinin güneş gösterilmesini arzu eder. Dahası, etrafını kendisine karşı çok derin bir medyuniyet içinde görmek ister; ister ve herkesin her şeyine gözünü dikerek, meşru ve gayri meşru bütün arzularının yerine getirilmesi beklentisine girer. Bekledikleri gerçekleşmeyince de çevresini yakar-yıkar, şuna-buna gönül koyar, en yakınlarını bile vefasızlıkla suçlar ve altından kalkılamayacak, is'âf edilemeyecek hak iddialarında bulunur. Zaten başkalarıyla da her zaman kavga içindedir; hasetle kıvranır durur.. gıybetle, iftira ile boşalır.. kinle, nefretle sürekli hafakanlar yaşar; "Ne kendi eyler rahat ne halka verir huzur." (Anonim) Yıkılıp gitse de cihandan mirasçıları onu kabre kadar götürür.
_______________
Dipnotlar
1. Ahzâb sûresi, 33/72
2. Naziat sûresi, 79/24
3. Bakara sûresi, 2/258
4. Kasas sûresi, 28/78
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/316/993.mp3[/SES]
Sızıntı
Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle "ben" mânâsına gelen "ene"den türetilmiş bir kelime.. insanın kendisi, özü, şahsiyeti mânâları yanında, ona, varlık, eşyâ ve hâdiseler hakkında tefrik, temyiz, okuma ve değerlendirme imkânı da veren "ene"; aynı zamanda bilme, inanma ve bu çerçevedeki ferdî ve içtimaî sorumluluklar karşısında insanı bir muhatap durumuna yükselten unsurdur. Ene'yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaikı ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî'ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşyâ ve esrâr-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede "ene" -ben ve ego da diyebilirsiniz- insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve "Kenz-i Mahfî"nin lisan-ı fasîhi olur.
Onu bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlara gelince, onlar için "ene" öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice herkülleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hânümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır. O, imanla doğru okunmadığı, mahiyetine acz u fakr esaslarına göre bakılmadığı veya kendini kendine mâlik saydığı, sayıp aynadaki sureti hakikat sandığı durumlarda kibre girmiş, gurur mırıldanmış, bencillikle gürlemiş, kini, nefreti ve hiddetiyle hayvanları aratmamış, şehevânî istekleriyle hep bohemler gibi yaşamış, çalım, caka ve başkalarını hafife alma türünden komplekslerden kurtulamamış ve kendi kendinin meshûru olmuş, çeşit çeşit illetlerle mâlûl bir özürlü; şahsî hazlarından gayrı bir şey düşünmeyen/düşünemeyen hodbîn bir gurur âbidesidir. Kendini güçlü hissettiği ve fırsat da yakaladığı zamanlarda, gözünü kırpmadan herkesi ezip geçen bir tiran bozması, hak ve hürriyetler konusunda saygısız bir nemrut ve Allah, Peygamber tanımayan bir nankördür. Zayıf ve güçsüz olduğu ya da ihtiyaçlarla kıvrandığı durumlarda ise o, kapıkulu saydığı kimselerin bile ayaklarına kapanacak kadar zelillerden zelil zavallının tekidir.
Aksine o, Allah'a imanla tenevvür edip acz u fakrını kavradığı, beden ve cismâniyetin uydusu olmaktan sıyrılıp kalbî ve ruhî hayat ufkuna yöneldiği, şevk u şükürle şahlanıp Hak rızasına kilitlendiği takdirde de âdeta müzekkâ bir ruha dönüşür ve öteki yanı itibarıyla bütün fena huyların menşei olmasına mukabil bu derinliği açısından güzel ahlâkın (mehâsin-i ahlâk) en temel unsuru hâline gelir.
Şimdiye kadar pek çok mutasavvıf ve kelâmcı, bazen "ene" unvanıyla, bazen de "nefis" namıyla bu konu üzerinde durmuş ve önemli açıklamalarda bulunmuşlardır. Mevzuun tafsilatını onlara havale ederek, burada birkaç cümle ile de olsa Üstad Bediüzzaman'ın bu hususla alâkalı mülâhazalarına temas etmek istiyorum:
O, Kur'ân-ı Kerim'deki emanet hakikatinin1 pek çok yönlerinden birinin de "ene=ego" olduğunu ifade sadedinde; "ene"nin Âdem (aleyhisselâm) zamanından günümüze kadar insanlık âleminin etrafında dal-budak salmış hem nuranî bir Tûbâ-i Cennet hem de müthiş bir Zakkum-u Cehennem çekirdeği mahiyetinde olduğunu vurgular ve ona bu iki âlemin de kapılarını açacak bir anahtar nazarıyla bakar. Ona göre "ene"nin bu birbirinden ayrı derinliklerinin temsilcileri ve bu temsilcilerin teşkil ettikleri cereyanlar da vardır. Bunlardan biri silsile-i nübüvvet cereyanı, diğeri de diyaneti kabul etmeyen felsefe akımıdır. Din tanımayan ve diyanete baş kaldıran felsefî cereyan/cereyanlar bir zakkum ağacı gibi çevrelerine her zaman şirk ve dalâlet zulmetleri neşretmiş ve insanlığın ufkunu karartmışlardır. Onlardan, aklı biricik esas kabul edenlerin dünyasında dehriyyûn, maddiyyûn ve tabiiyyûn... gibi kimseler yetişmiş ve bunlar saf yığınların baştan çıkarılmalarına sebebiyet vermişlerdir. Kuvvet ve şiddeti öne çıkaranların atmosferinde Nemrut'lar, Şeddad'lar, Firavun'lar boy atıp gelişmiş ve kitlelere kan kusturmuşlardır. Hayatı, cismânî ve bedenî arzulara, isteklere bağlı götürenlerin çizgisinde insanın süflî hislerini gıcıklayan tanrıçaları, totemleri ve putlarıyla bohemliğe açık ruhların başlarını döndürmüş ve yığınları akla-hayale gelmedik sapıklıklara sürüklemişlerdir.
Nübüvvet cereyanına gelince o, "kuvve-i akliye" dalında enbiyâ, mürselîn, evliyâ ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirmiş; "kuvve-i dâfia" dalında âdil hakimleri, melek gibi melikleri semere vermiş; "kuvve-i câzibe" dalında da suret ve sîret güzellikleriyle serfiraz ismet kahramanlarının gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu açıdan, peygamberlik ufku itibarıyla "ene"nin bir kulluk unvanı ve esrâr-ı ulûhiyetin de bir aynası olduğunu söylemek mümkündür. Öyle ki, bu yörüngede "ene" kendini bir abd bilir, Yaratan'ın hizmetinde olduğunu düşünür; O'na karşı hâlisâne kulluğa yönelir ve hemen her zaman O'nu hoşnut etme arkasından koşar. Aklına aldanıp nefsine yenik düşenler, güzeli, çirkini birbirine karıştırıp egoyu sabit bir hakikat şeklinde mütalâa edenler, dolayısıyla da, Hakk'a kul olacaklarına değişik mâlihulyalara dalarak cismânî hazlarından başka bir şey düşünmeyenler, varlık ve hâdiselere insanca bakıp onu muhteva enginliğiyle duyamayanlar, duyamayıp kendi bencilliklerinin darlığında heba olup gidenler egoizm gayyaları içinde boğuladursunlar, "ene"deki sırrı anlayanlar yürürler Hakk'ın inayet gölgesinde O'nun rıza ufkuna doğru…
"Ene"nin olumsuz yanıyla alâkalı bir derinlik sayılan Frenkçe "egoizm" de dediğimiz "enâniyet", kendine düşkünlük, yalnız kendini düşünme, her faaliyetini bir kısım şahsî çıkarlara bağlı götürme, her işi bencillik mülâhazasıyla ele alma ve o mülâhaza ile bitirme de diyeceğimiz bir ruh hastalığının unvanıdır. Böyle bir karakter, başkalarından söz edildiği, onlara teveccühte bulunulduğu hemen her yerde feveran eder, kıskançlıklara girer -üzerinde durulabilir- hırsla kıvranır; hızını alamaz gıybete, iftiraya başvurur ve "onlar" dediği kimseleri karalamak için elinden gelen her mel'aneti irtikâp eder.
Bazı kimselerde, bunun bir iki adım daha ötesinde, kendini mutlak üstün ve eşsiz görme, hatta kendine "gaye insan" nazarıyla bakma, aptalca hüsnüzan ve teveccühlere takılarak bir görüntü sergileyebilmek için maskaralık diyebileceğimiz fantezilere girme ve "ben" merkezli bir dünya kurarak kendini anlatma, meziyetlerini sayıp dökme cinneti söz konusudur ki, bunu da muzaaf enâniyet anlamında "egosantrizm" sözcüğüyle ifadelendirebiliriz. Böyleleri her hâdiseyi kendi bakış açılarına göre yorumlar, herhangi bir konuyu, onun enginliği ve derinliği çerçevesinde değil de, kendi egoizminin darlığı içinde ele alır, değerlendirir; sonra da, kendince çıkardığı hükümleri başkalarına da dayatmaya çalışır. Aslında, bu tipler kendi heva ve heveslerine öylesine kilitlidirler ki, kendilerinden başkasını görmez/göremez, kendi hülyaları dışında hiçbir şey bilmez, bilmek de istemez; kimseyi sevmez ve hayırla da yâd etmezler. Kendilerini insanî fazilet ve meziyetlerin merkezine oturttukları için her zaman redd-i müdahale hissiyle gergin ve kavgaya hazır bir hâlleri vardır. Hele bunların arasında nefsine âşık ve taparcasına ona bağlı bir kısım narsisler bulunmaktadır ki, bunlar tıpkı çocuklar gibi, gördükleri her nesneye sahip olmak ve başkalarına ait şeyleri elde etmek için sık sık onlarla kavgaya tutuşur ve mütemâdi hır-gür çıkarırlar.
Böylelerinde hiç mi hiç içtimaî sorumluluk hissi gelişmemiştir; onlar, hemen her zaman heva ve heveslerine göre hareket ederler. Olabildiğine kibirli ve gururludurlar; herkesi hafife alır ve âleme tepeden bakarlar. Bir de bu hasta ruhlar, çevrelerindeki saf yığınlar tarafından alkışlanıyor, ferdî bencillikleri herhangi bir cemaate mensubiyetle besleniyorsa -buna "cemaat enâniyeti" de denebilir- daha bir derinleşir, nemrutlaşır ve akla-hayale gelmedik fenalıklara sebebiyet verebilirler. Firavun böyle bir ruh haletiyle "Ben sizin en yüce rabbinizim."2 sözleriyle hırlamış, bir başkası "Ben de ihya eder ve öldürürüm."3 deme cür'etinde bulunmuş; bir diğeri ise "Ben bu serveti kendi imkân ve kendi bilgimle elde ettim."4 hezeyanlarıyla gürlemiştir. Günümüzde çokça bulunduğu gibi, kimileri de mânâ âleminin devasa kametlerinin dahi telâffuz etmediği/edemediği "Ben Mehdiyim.", "Ben Mesihim.", "Ben kutbum, kutb-u irşadım", "Ben gavsım"... türünden saçmalıklarda bulunmuş; sürekli ben merkezliliğin karakteristik hırıltılarıyla kibrini, ucbunu, fahrini, makam sevdasını ve nefis muhabbetini seslendirmiş ve kulluğun esası olan acz u fakr, tevazu, mahviyet ve hacâlet... gibi hususlardan habersiz cahil kitleleri iğfal etmişlerdir.
Aslında bunlardaki sefalet ve ruh sukutuna sebebiyet veren hep aynı şeylerdir: Şeriat mantığından habersizlik, mütemerrid nefs-i emmârenin güdümünde bulunma, şöhretperestlik ve bohemce yaşama arzusu... gel gör ki, bu zelil insanlar, her zaman kendilerini farklı yaratılmış gibi görüp gösterir ve çevrelerine birer misyon insanı olduklarını empoze etmeye çalışırlar. Böyleleri herkesi sıradan, hor ve hakir varlıklar sayar ve onların da bir şeyler yapabileceklerini kat'iyen kabul etmezler. Hele bir de etraflarında bu duyguyu sık sık tetikleyen bir kısım müdâhinler varsa -ki her zaman var olmuştur- bunlar öylesine bir büyüklük hissine kapılırlar ki, herhalde bu ölçüdeki bir enâniyeti ifade için "mük'ap bencillik" sözü bile yetmeyecektir. Zannediyorum böylelerinin hâline en uygun isim "megalomani" olacaktır.
Pöhpöhe açık ve alkışa teşne bu tiplerin sapık hislerine, aldanmış yandaşlarının iddiaları da inzimam edince ortaya en tipik bir narsis çıkar. Sever kendini Allah'ı gerçekten sevenlerin sevdiği kadar.. tapar hevasına putperestlerin tanrıçalarına taptığı seviyede.. yanında Peygamber'den bahsedildiğinde dahi rahatsızlık duyar; "O'nun temsilcisi ve izdüşümüyüm." gibi hezeyanlarla -kendi inanmasa da- çevresini bir kısım muğlak ve müphem şeylere inandırmaya çalışır. Bütün hareket ve faaliyetlerinde hep takdir ve tebcil beklentisi içindedir. Damlasının derya, zerresinin güneş gösterilmesini arzu eder. Dahası, etrafını kendisine karşı çok derin bir medyuniyet içinde görmek ister; ister ve herkesin her şeyine gözünü dikerek, meşru ve gayri meşru bütün arzularının yerine getirilmesi beklentisine girer. Bekledikleri gerçekleşmeyince de çevresini yakar-yıkar, şuna-buna gönül koyar, en yakınlarını bile vefasızlıkla suçlar ve altından kalkılamayacak, is'âf edilemeyecek hak iddialarında bulunur. Zaten başkalarıyla da her zaman kavga içindedir; hasetle kıvranır durur.. gıybetle, iftira ile boşalır.. kinle, nefretle sürekli hafakanlar yaşar; "Ne kendi eyler rahat ne halka verir huzur." (Anonim) Yıkılıp gitse de cihandan mirasçıları onu kabre kadar götürür.
_______________
Dipnotlar
1. Ahzâb sûresi, 33/72
2. Naziat sûresi, 79/24
3. Bakara sûresi, 2/258
4. Kasas sûresi, 28/78
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/316/993.mp3[/SES]