Dış görünüşleri itibariyle oldukça mukassîdirler. Ama sînelerinde binbir buhurdan çeşit çeşit koku neşretmektedir. Onların nilüfer tenlerini, yasemin kokularını, onlarla hemhâl olmayanlara anlatmak oldukça zordur. “Girmeyen duymaz, tadmayan bilmez.” Kafdağından daha ağır bir yükdür, nâdanlara hâl arzetmek...
Nâm u nişân nedir bilmez, makama, mansıba eyvallah etmezler. İçlerinde tutuşdurdukları sonsuzluk ateşi, onları herşeyden müstağni (2) kılmıştır. Bir mum gibi eriyen benliklerinde, cihânlar aydınlığa kavuşur ama, onların göz hadekaları (3) şuânın zerresini bile kendi hesabına kullanmak istemez. “Yol yapma bize, rahat yürüme başkalarına; sa’y u gayret bize, ganimet başkalarına...” Bilmem ki, bir bilmece olan mâhiyetlerini, böyle birkaç hecede ifâde etmek kâbil olur mu...?
Onlar, âlayişsiz ve gösterişsizdirler... Duygu ve düşüncelerini anlatmak için, ne yüce mahfillere, ne de muhteşem kürsülere ihtiyaç hissetmezler. Derûnî duygularının simâlarına aksetmesi, onlar için en yüce en samimâne bir anlatma yoludur.
Madde ve mana “alaşımı” yüksek bir mâhiyete sahibdirler. Fıtratla katiyen tenakuza düşmezler. Maddeleri bir gergef inceliği içinde ve tamamen mananın emrindedir.
Dayanıklıdırlar ve darılma bilmezler. Müsâmaha atmosferlerine çarpan kin ve öfke şahâbları, onların yakıcı ve eritici havalarıyla iz bırakmadan kaybolur gider. Yunus’un diliyle “dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz”dürler. Gönülsüz derken, onların kalbsiz oldukları zannedilmesin; onların içlerinde binbir hüznün, binbir sevincin bilmecesi nümâyandır (4).
Kendi saâdetlerine karşı yabancı ve alabildiğine diğergâmdırlar. Nübüvvetin özünden gelen bir uzantı ile, daha çok başkalarının lezzet ve acılarıyla dolu ve onlar için vardırlar.
Kararlı ve azimlidirler. Ayaklarının önünde binbahar sökün etse, yine de yol ve yön değiştirmezler. Onlara göre makam aldatıcı bir tahtarevalli, mansıb buz üzerine bir yazı, servet fırtınalarla yer değiştiren çerçöpden ibâretdir.
Solmayan güzelliklere gönül kapdırmış bu yüce kâmetler için, cennet hûrilerinin perdedarlığı (5) dahi onların gözlerini kaydıramaz ve bakışlarını bulandıramaz. Nerede kaldı ki, fenâ ve zevâl içinde yuvarlanan eşyâ, onların gözlerinin akına leke olsun...!
Şan ve şeref onların en çok nefret ettiği şeylerdir. Şöhret uğruna verilen her kavgayı bir komedi, her mübarezeyi bir Donkişotluk sayarlar. Gökler ötesi âlemlerden, aldıkları “Bundan evvel Hakk’a teslim olmuşlar ünvânını, size O verdi” iltifatıyla, ne nobel ödüllerine, ne gazetelerde reklâma ihtiyaç hissetmezler. İhtiyaç hissetmek şöyle dursun, nâm u nişan arama uğrunda, her cehd, onların nazarında, insanın mahiyetine karşı bir su-i kasd ve onu zelil kılmadan ibarettir.
Gönül eridirler: İçleri aydın, duyguları duru, düşünceleri iç-içe mâ’rifet peteği ve atmosferleri huzurdan bir cennetdir. Onlarla hemhâl olanlar saâdet bulur. Onlardan uzak kalan huzurdan da uzak kalır.
Gönülleri hür ve alabildiğine serâzaddır. Hiçbir fâni kement, o sülün boyunlara tasmalık edememiştir. Ne var ki, Hakk’a esâret de onların en yüce şiârıdır. “Kul oldum, kul oldum... Her bende, hürriyete erince şâd olur. Ben sana kulluğumla gıbda ve sevince erdim” (Mevlâna) sözü, gönüllerinin hürriyet ve esâret destanıdır. İhtiraslar onların ufkunu kirletmez. Şehvetler, dünyalarında konaklayacak yer bulamaz. Onların geceleri, sabah duruluğunda, gündüzleri de cennet-âsâdır (6).
Yıllar yılı bağrı yanık ve yıkık Anadolu insanı, hep bu gönül mimarlarını bekleyip durdu. Daha ne kadar bekleyeceğini kesdirmek de oldukça zordur. Ancak bizler, ümidimizden birşey kaybetmeden, doğuş beklediğimiz ufka yönelerek, Rahmet-i Sonsuz’a yakarışa devam edeceğiz...
O, yıkılan kalb ve ruh surlarımızın tamirinde, bizi daha fazla bekletmesin.
1) Ledünniyat: Allah Teâlâ tarafından hususi şekilde iç âlemine ihsan olunanlar.
2) Müstağni: Gözü ve gönlü tok. Kimseden birşey beklemeyen.
3) Hadeka: Göz bebeği.
4) Nümâyan: Görünen, parlayan.
5) Perdedar: Perdeci.
6) Cennet-âsâ: Cennet gibi.