Herşey duyduk. Herşey gördük ve nice nice hâdiselerin içine girip çalkalandık. Ama üzüntüyü atıp huzura eremedik. Duygularımızla doyup itmi’nâna ulaşamadık. Çünkü ihtiyaçlarımız başka, o ihtiyaçları gidermek için bize verilen şeyler tamamen başkaydı.

Biz suçluya ve günahkâra inecek; kırık kalplerle inleyecek havâri bekliyorduk. Sözü dokunaklı, rûhu hararetli, ifâdeleri alabildiğine ciddi havâri...

Bize takdim edeceği tesellileri emniyetle içebileceğimiz; samimiyetle gönül derinliklerimizi kendisine açabileceğimiz, bu imân ve irfânı dağlar gibi sağlam hakikat erlerini, yıllar yılı hep bekleyip durduk. Açlıklar, hastalıklar ve korkular üst üste üzerimize çullanırken; en utandırıcı sefâletler ruhumuzu kemirip, irademizi aşındırırken, ışıldayan ümitlerimizle, hep onun dirilten soluklarını kulaklarımızın dibinde duyduk ve ümitle canlandık.

Eğer bugüne kadar duyup hissettiklerimizi bulabilseydik ve eğer bulduklarımıza inanabilseydik; çok gedikler kapanmış, çok aşılmazlar da aşılmış olacaktı. Ama biz, bin defa bir araya geldik; bin defa ümitlerle dolduk. Bin defa bezme girmeye hazırlandık; ve bin defa ahd u peymânımızı (1) bozduk; çünkü aradıklarımızı bulamıyor; bulduklarımızda da aradıklarımızı göremiyorduk!

Şefkate ve sevgiye susamış gönüllerimiz vardı. İnsanlık istiyordu; mürüvvet istiyordu. Heyhât! Rûhlarımıza sefâlet içiriliyor ve gönüllerimiz binbir çeşit hoyratlığa alıştırılmak isteniyordu. Mazlûm, mağdur ve boynu bükük sağdan sola, soldan sağa itilip kakılıyor ve bitip tükenme bilmeyen hafakanlar içinde, kendi kendimizi yiyip bitiriyorduk. “Tegallüpler, esâretler, tahakkümler, mezelletler; türlü ibtilâlar ve türlü illetler”le sefil ve ağlanacak hâlimize rağmen, muttasıl istismar ediliyor ve doyma bilmeyen hırslara âlet oluyorduk.

Onun için, artık herkese inanamıyor ve her gönüle dilbeste olamıyoruz. “Dilber-i gülber (2) isterken ruhsar-ı ahmer (3) istiyor, Fâtih-i Hayber (4) isterken yanında Kamber” bekliyoruz. Buluruz veya bulamayız; canı dudağına gelmiş bizler, gayri, safvet istiyoruz, samimiyet istiyoruz ve bu karasevdalıların yolunda hasbîlik istiyoruz.

Bu kadar ihmâl ve hatta ihânet gördükten sonra, kuşkularımızı yenmek, karşımıza çıkanları müsamaha ile karşılamak bize gaflet gibi görünüyor. Evet, bütün hüsn-ü niyet ve hoşgörülülüğümüze rağmen, bu hususdaki tereddütlerimizi aşamıyor ve adem-i itimat (5) atmosferinin dışına çıkamıyoruz.

Bizi inandırmak ve kuşkularımızı izâle etmek, kahramanlarımızın samimiyet gamz eden hareketlerinin devamlılığına bağlıdır. Onların bu inandırıcı hareketleri sayesinde, yıllar yılı sırtımızda taşıdığımız su-i zan ve güvensizlik vebâlinden kurtulmuş olacağız.

Bizler, sözlerle yapılan çağrılardan, davranışlardaki alûfteliklerden; kazanılmış zaferlere dilbeste sahte kahramanlıklardan; yaşama arzusuyla yanıp tutuşmalardan; ikbâl hırsından ve makam arzusundan bıkdık. Bizler, Heraklit’imizden, Kafdağı’ndan su getirecek irade; davranışlarında inandırıcı kararlılık; zaferlerinde kendi göz nuru ve el emeği ile yoğuruculuk; yaşatma arzusuyla maddî-manevî füyuzât hislerinden fedakârlık, hasbîlik ve diğergâmlık (6) bekliyoruz.

Düşünceleri dupduru ve pürüzsüz; yollar zikzaksız ve dümdüz olsun. Düşünsün, yaşasın, yaşadığına tercüman olsun, anlatsın. İkiyüzlü olmasın ve bizi aldatmasın...!

Yüzünde binlerce elem ve ızdırabın çizgisi bulunsun! Gözü yaşlı, bağrı derin, vicdanı uyanık olsun...! Tekyenin muhasebe ve soyluluğunu; mektebin mantık ve muhakemesini; kışlanın disiplin ve itaatını soluklasın ve bununla kendi mükemmeliyetini bizlere ifâde etsin...!

Kalbi kafasından koparılan, ruhu vicdanından edilen ve sadece belli hassalarıyla zifafa çağrılan insanımızı, asırlık bunalımından kurtarıp, onu kendi tabiatıyla bütünleştirebilsin.!

Hakk’ın hatırını âli tutsun; düşünce ve hizmetde tekelciliğe düşmesin ve yüce hedefe varacak yolların, mahlûkâtın solukları sayısınca olduğunu bir lâhza unutmasın!

Hizmetde atılımlı ve ön saflarda bulunsun; ücret ve mükâfatda yerinin çok gerilerde olduğunu hatırdan çıkarmasın. Ve hiç olmazsa bir Katon (7) gibi, kendi insanına karşı, mükellefiyetlerini yerine getirdikten sonra, makamdan, mansıbdan sıyrılarak bir kenara çekilip, ikinci bir sorumluluk ve vazife ânını beklesin!

Bu kutlular dünyasının ilk hakikat erleri, kendilerine emâret (8) teklif edilince kaçmışlar. Ve yüklenme mecburiyetinde kalınca da, tekrar ber tekrar kendilerini azletmiş ve başka istidât ve liyakatlıların işbaşına geçmesini istemişlerdi...

Yeni bir dünya kurma projesini üzerine alanların, bu çizgide bulunmaları şartdır. Yoksa sayılı makam ve mansıb karşısında, sayısız ve sınırsız haris gözlerin çıkaracağı kavga, önüne geçilmez ve çok çetin olacaktır. Hele, bu hava, toy ve genç heyecanlara intikâl ettirilirse...

Bilmem ki, havâri diye beklediğimiz, samimiyet soluklayan bu insanları görebilir miyiz..? Ama, biz, âb-ı hayât (9) vadeden bu soluklara hava gibi, su gibi muhtaç olduğumuzu, bir kere daha vurgulayacak ve Yüce Yaratıcı’dan, “deryada mâhinin, dağlarda âhunun” (10) diliyle bizi çok bekletmemesini dileyeceğiz.



1) Ahd u peyman: Söz ve yemin.

2) Dilber-i gülber: Gül toplayan güzel.

3) Ruhsar-ı ahmer: Kırmızı yanak.

4) Fâtih-i Hayber: Hayber Fâtihi.

5) Adem-i itimat: İtimatsızlık.

6) Diğergâmlık: Başkasının menfaatini düşünme duygusu.

7) Katon: Harb zamanında ordusunu zaferlere götüren, sulh zamanında tarlasıyla meşgul olan Kartacalı mütevâzi kumandan.

8) Emaret: Emirlik.

9) Âb-ı hayat: Hayat bahşeden su.

10) Deryada mâhinin, dağlarda âhunun: Denizde balığın, dağlarda ceylanın.