Şarkdan garba şenâetlerin işlendiği, mazlumun hor görülüp zâlimin alkışlandığı; süper devletlerin kendi çıkarları hesabına, yeryüzünü anarşiye devir ve teslim edip, kargaşa ve herc ü merci körükledikleri bir dönemde, muvâzene unsuru olabilecek bir milleti, kendi elimizle bitirip tüketmiş olmanın hasretini bir kere daha çekdik... Bu millet, henüz bütün bütün yokolmamıştır. İhyâ edilebilir ve ihyâ edilmelidir de... Yoksa arenalardaki kanlı kavgalara benzer hâlihazırdaki bu durumun, daha ciddi ve daha endişe verici korkunç şeylere inkılâb etme ihtimâli vardır.
Bu ise, sadece muvâzene unsuru olabilecek bir milletin yok olmasıyla kalmayacak; belki içtimâî coğrafyada birbirini takib eden ciddi değişikliklere de sebebiyet verecektir. Dünyanın belli bir bölümünde, böyle bir çöküşe sebebiyet vermenin tarihî mesuliyeti ise, o baş yüce milleti, kendi tükenişiyle baş başa bırakanlara aid olacaktır.
Bu millet, dünden bugüne binlerce bâdireyi atlatarak; ve binlerce dâhilî ve hâricî hıyanet şebekeleriyle boğuşa boğuşa, günümüze kadar mevcudiyetini koruyabilmıştır; ama o, şimdi, bitkin ve harîm-i ismetine (2) tecavüzle karşı karşıya bulunmaktadır.
Evet, bütün bir tarih boyu, ardı arkası kesilmeyen kinlere ve nefretlere maruz kaldıktan sonra, yeni dünyanın çeşitli ideolojik silahlarla hücuma kalkıştığı ve onu tüketmek için, sarının kırmızı ile tek cephe hâline geldiği şu karanlık günlerde, onun kalb ve ruhuna sahib çıkma mecburiyetindeyiz.
Dün onun düşmanı sadece salib ve ehl-i salibdi. Şimdi “la’net ile anılan o cebâbirenin (3) en küstahına binler rahmet okutan” firavunlar var sahnede... Vâkıa ilk düşmanlık, salibin etrafında toplananlarla başlamışdı. Şimdi ise o, yerini, daha korkunç ve daha kalıcı düşmanlıklara bırakmış gibidir.
Bu millet Avrupa’ya adım attığı günden itibaren, Hristiyan kin ve husûmetini üzerinde topladı. Bu husûmet ve kin, Bulgarı, Sırplıyla; Macarı, Yunanlıyla yan yana getiriyor ve bir kilise cebhesi teşkil ediyordu. Çok eskilere dayanan salibin bu düşmanlığı, haçlı seferleri esnasında, milyonlarca insanın seylâplar teşkil eden kanlarıyla bile dinmemişdi. Kudüs’ün elden çıkmış olduğunu gören Frederikler, Rişarlar, Filipler, İstanbul’un da aynı şekilde elden çıkacağını düşündükçe kuduruyor ve kudurdukça da yeni intikam orduları teşkil ediyorlardı.
Uzun asırlar Avrupalının vicdanında sadece kin ve nefret hisleri uyarıldı ve cennetin esrarlı anahtarları diye İslâm dünyasını ve hususiyle bu dünyanın batı karşısında son karakolu olan bu yüce milleti kana, irine boğma yolu gösterildi.
Ehl-i salib, amansız bir kasırga dehşeti ve bir lâv şiddetiyle, bu dünyayı bir başdan bir başa istilâ ediyor; bu millet ise, bu korkunç yangını bağrında söndürüyor ve tarihî mesuliyetini yerine getiriyordu. Keşke mesele, sadece hâricî tecavüzlerden ibaret olsaydı. Gövdenin içine girmiş binlerce kurt, içten içe durmadan onu kemiriyor ve dışın tecavüzüne yeni yeni gedikler açıyordu...
Bu boğuşma ve mukavemet asırlarca sürdü. Ne hâricin Romen Diyojenleri, ne de evin içindeki Ebu Leheb’in torunları, onun azim ve iradesine kement vuramadılar. O, bütün bunları aşdı ve herşeye rağmen emanete sadakat vazifesini bihakkın yerine getirebildi.!
Şimdi ise, onu, yepyeni bir tarihî mükellefiyet beklemektedir. Yaptıklarına nisbeten çok daha çetin, çok daha amansız görünen bir mükellefiyet...
Şu ana kadar herkesten ve herşeyden ihanet gören bu millet, asırlardan beri bağrında taşıdığı saf ve dupduru iman ve imanın te’min etdiği yüksek heyecanla, bu yeni imtihanı da ciddi bir tarih şuuru içinde atlatacağı ümidini beslemekteyiz.
Ancak, herşeyden evvel, yapılması gerekli olan hususların çok iyi bilinmesi lazımdır ki; muâlece (4) adına yapılan şeylerle çeşitli komplikasyonlara sebebiyet verilmesin.
Evet, onun asıl ihtiyaçları ve bunalımdan bunalıma götüren çeşitli hastalıkları hakiki çehreleriyle bilinmezse, hiçbir müdâhelenin kâr etmeyeceği muhakkakdır.
Onun için, evvelâ illetin teşhisi, sonra tedavi yollarının tesbiti ve daha sonra da muâlece plânının hazırlanması lâzımdır ki; ameliyata yatırdıktan sonra operatör arama ve neresini yarıp dökeceğimizin münakaşasını yapma garâbet ve yetmezliğine düşmeyelim.
Evvelâ yıkıp, sonra yapma plânını hazırlamayı düşünenler, ihlâslı da olsalar, büyük ihânet içindedirler. Mücerred bir şeyin olmasını istemek bir işe yaramadığı gibi, yolunda isteyememek ve gayret edememek de hiçbir işe yaramayacaktır.
Hamiyyet ve gayretimiz irfanla mücehhez olmaz, azim ve irademiz derin bir tetebbu ve vukûfa dayanmazsa, faide yerine zarar getirebilir. Zaten, senelerden beri, milleti kurtarma istikametinde verilen bütün kavgaların, semere vermemesinin asıl sebebi de budur; yani, hamiyetle bilginin, azimle vukûfun, samimiyetle idrakin beraber bulunamayışı...
Onun içindir ki, bu milletin kurtarılmasını ve yepyeni bir dünyada hazırlanmasını üzerine alan zimamdarlar, şuursuzca ibdâ ve inşâlara kalkışmadan, onun kendi tarihi ve ruh köküyle temasa geçmesini te’min etmelidirler. Onda, yeniden bir tarih şuurunun uyandırılması çok mühimdir. Ve son senelerin ibret ve felâketlerle dolu hâdiselerinin arkasında da, hep bu idrak edememe ve şuurdan mahrumiyet vardır.
Evet, bu mefkûre bütün ruh ve hayatımıza hâkim kılınmalıdır. Hem o kadar hâkim kılınmalıdır ki, mektebde, kışlada, saban başında, sürü arkasında ve memuriyet masasında; hatta beşikleri sallayan anaların ve ninelerin dudağında daimi türkümüz ve hareketlerimizin nâzımı bulunmalıdır.
Bu anlayışla insanımıza, en seri şekilde kendi ruhu gösterilmeli ve kendi dünyasına menfezler açılmalıdır. Onda kendi mukaddeslerine hürmet hissi uyandırılarak, yabancı ve tahribkâr düşüncelere reaksiyonu te’min edilmelidir. Ma’şerî irâde kuvvetlendirilerek vukuu muhtemel kan, irin seylâbının önüne geçilmelidir. Yoksa, ileride zuhûr edebilecek, bir kısım hâdiseler karşısında, kendine zarar geleceği mülâhazasıyla, yılanlara şirin görünmeye çalışan bir kısım sefil ruhlar, önlenmesine gayret göstermedikleri bu büyük yangın içinde, milletle beraber mahvolup gideceklerdir.
Bugüne kadar bin türlü ölüm-kalım mücadelesiyle varlığını devam ettiren ve bundan sonraki mevcudiyetinin de, içtimâî coğrafya adına büyük ehemmiyeti bulunan bu millet hem kendi hem İslâm dünyası hem de devletler arası muvâzene için mutlaka kurtarılmalı ve tarihin kendinden beklediği yüce vazifeyi edâ edecek imkânlara kavuşdurulmalıdır.
Yaradan, onu endişe ettiğimiz şeylerden korusun.
1) Tabakât-ı beşer: İnsanlık tabakası.
2) Harîm-i ismet: Nâmus ocağı, mukaddes ocak.
3) Cebâbire: Cebrediciler, mütekebbirler, zâlimler.
4) Muâlece: Tedavi.