Evet, bu nesil, asrıyla zifaf olmaya hazırlanırken, bütün değerleriyle beraber çokdan maddenin ağır baskısı altında ezilmiş ve tükenmiş bulunuyordu. Kendisinde ne bir iç derinlik, ne de duygu ve düşünce duruluğuna delâlet eder hiçbir şey kalmamışdı. Nasıl kalır ki, bin yıllık tecrübe, bin yıllık hars, kumara verilircesine saçılıp savrulmuş ve bunların yerine, yirmi devletten alınan ve herhangi bir tasfiyeye tâbî tutulmayan Sanskritce gibi bir kültür yerleştirilmişti.
Bundan daha acısı da, sefil ve kaba bir zevk vadiyle gelen bu yeni şekillenmeye, cemiyete yön verecek olan bütün “aydın”ımızın çarçabuk intibak etmesiydi. Doğrusu, bir ibrişim asaleti ve bir gergef soyluluğuyla, asırlarca bayraklaştırıp, başımızda taşıdığımız bütün değerlerimizi bırakıp, bin yamalı bir bohçaya sancak diye selâm durmak; “entelijansiya”mızın anlaşılması zor taraflarından biridir...
Günümüzün nesli, her biri başlı başına bir garabet olan hâdiseler cümbüşü içinde, kendi “çağıyla” münasebete geçdi. Önünde, yolunu ve yönünü değiştirmiş şaşkın bir topluluk; omuzunda asırların birikimi büyük ihmal ve vebâl ve bütün bunlara mukabil acısız-sancısız bir doğumla meydana gelen anomali dinamik güç... Zavallı nesil, kimi dinleyip, kime uyacağını kestiremedi. Nasıl kestirsin ki, o gözünü dünyaya açdığı zaman, kendinden ve kendi dünyasından kaçanlardan başka kimseyi görmedi.
Bütün eğrilerin doğru ve doğruların eğri gösterildiği çarpık bir cemiyetde o, her hakikatı bir hayâl, bir üstûre görüyor ve kendini yüceltip millet yapan bütün değerlere, köhneleşmiş rükünler ve müesseseler nazarıyla bakıyordu. Rafael “ideler”i tasvirinde, Eflâtun’a gökler ötesini gösterterek, onun dünyasını ifâde ettiği gibi, talebesine de, ayağının önünü işaret ettirerek ayrı bir dünyadan haber verir. Yüce duygulardan mahrum neslimiz hiç olmazsa ayağının ucunu görebilseydi..!
O hâlde yapılacak şey, özünden bu kadar uzaklaşdırılmış ve düşünce dünyasında tüketilmiş bir nesle, yeniden hayat iksiri aşılamak ve onu ruh yüceliğine ulaşdırmak olacaktır.
Ondan şikayet etmeye; okuyup, düşünmediğini tenkide hakkımız yoktur. O, düne kadar kendine uzanacak bir inâyet eli görmedi. Görseydi; öpüp o eli başına koyacak ve getirilen şeye selâm duracakdı. Aslında onda bir araşdırma ve öğrenme arzusunun olduğu inkâr edilemez. O, bu arzu uğrunda tomar tomar gazete okuyor; saatlerce radyo dinleyip televizyon seyrediyor. Hatta mev’izecilerin etrafında kümeleniyor ve verileni verildiği kadar ve verenin evsafına göre alıyor ve değerlendiriyor. Ne var ki, insafla düşündüğümüz zaman, ona ciddi hiçbir şey vermediğimizi göreceğiz.
Ne zaman ona doğruyu ve güzeli gösterdik...? Ne zaman ona faziletli olmasını öğretebildik? Onu düşündürecek, derinleşdirecek ve bir muhasebe insanı kılacak, kendisine ulaşdırılmış bir mesajdan bahsetmek mümkün müdür..? Evet, onu çekip götürenlerin ve yüceltme yolunda rehberlik yapanların, kaçının hasbîliğinden emin bulunmaktayız? Maddî, manevî füyûzat hislerinden vazgeçmiş ne kadar yüce kamet gösterebiliriz? Halbuki, o, bir Herkül bekliyordu. “Seksen küsür senelik hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum...” diyen ve onu bu cehennem görünümlü hayattan söküp atacağı âna kadar, tavrını değiştirmeyen bir Herkül... Bırakın, Cennet kasırlarına gönül kaptırmadan neslinin ateşiyle yanan hak erlerini; bu uğurda şu basit dünyayı feda edecek kaç mürşid takdim edebildik ona..?
İşin doğrusu şu ki, ona el uzatamadık; hele gönülden asla... Ona bir mektep bulamadık. Doğruyu okutup sevdiremedik ve onu kainatla bütünleştiremedik. O, kendisini ezip geçen her hâdisede, değirmene girip çıkmış gibi ezildi ve böyle bin ezilmişlikle, kendini bu hale getirenlerin karşısına dikildi.
Şimdi ise, Golyat’ın kesik başını tasvir eden tabloda olduğu gibi, o, kellesini elinde tutanların karşısında iki büklüm, canının iade edilmesini beklemekte... Evet kaybettiği herşeyi yeniden kazandırarak ruhunu ona iade etme; işte en mühim mesele bu...!
Bu Kafdağından ağır vazifeyi kim yüklenecek; yuva mı? Cemiyet mi? Maarif mi? Hâlihazırdaki durumu itibariyle bu müesseselerden hiçbiri, bu işin üstesinden geleceğe benzemez. Ne var ki, çok çetin de olsa, belli kadroların bu istikametde harekete geçirilmesine şiddetle ihtiyaç vardır. Şayet insanımıza, içinde yaşadığı dünyanın şartları muvâcehesinde ve ruhuna uygun bir dünya kurma imkânını hazırlamazsak, bu onun tükenişi olacaktır. Buna karşılık hâlihazırdaki şartlar ve yetiştirici müesseselerin işleyişi, hiç de ümit verici değildir. Ne asırlardan beri kayalara çarpa çarpa parçalanmış ve kırık dökük bir tekne hâline gelmiş maârif sefinemiz, -hele öğretme disiplin ve otoritesi sarsılmış olursa- ne bir aşhâne ve yatakhâneden farkı olmayan yuvalarımız, ne de binbir kargaşanın boy gezdiği içtimâîmiz, neslin beklediği hava ve iklimi getirecek hüviyetde değildir.
Onda yeni bir ilim anlayışının, bir ahlâkî iradenin; fevkalâde bir iç müşâhede ve hâdiselere nüfuzun; bir hak eri olma ve rabbâniliğin geliştirilmesi yegâne çıkar yoldur. Evet, onun düşüncede tevhide; hayatda istikamete; sanatda tecride, tek kelime ile destanlarımızla solukladığımız sese ve nefese ulaşdırılması tek yol ve tek yön hâline gelmelidir.
Nesillerimizi, bu yüce ufka, lâkaydîlikden, yılışıklıkdan kurtarıp ideâlist kılmakla; gülme ve eğlenmenin yerine, biraz olsun çile ve ızdırabı çekmeyi öğretmekle; nefisperestlik ve şahsî menfaat düşüncesinden sıyırarak millet ve vatan sevgisini aşılamakla ulaşdırabiliriz.
Bütün bir millet olarak, bu ağır vazifeyi yüklenecek talihlileri, gönül dolusu saygılarımızla selâmlıyoruz.