Ancak, neyin öğrenilip, neyin öğrenilmemesi lâzım geldiğini ve nelerin ne zaman verileceğini bilmek de, en azından öğrenme ve öğretme kadar mühimdir. Bilgi adına mevsimsiz verilmiş nice şeyler vardır ki, dimağı çepeçevre sarmış bir sis gibidir. Böyle bir bilgi, sahibine ışık tutamayacağı gibi başkalarına da faidesi olmayacaktır.
Bilmek zâtî bir değer ifâde etse de, çok defa tâlibinin omuzunda bir yük ve bir vebâldir. Hele herşeyi bilmek isteyenlerin ve sırf bilmiş olmak için ilim edinenlerin bilgisi, onları birer malûmat hamalı yapmadan başka bir şeye yaramayacaktır.
Öğrenilip ve öğretilecek herşey, insan şahsiyetini bütünleştirici ve iç âlem ile, eşya ve hâdiseler arasındaki ince münasebeti keşfe ma’tuf olmalıdır. Hatta bundan da öte, öğrenilen şeye aid her parça, pratiğe sağlam bir mesned ve yeni terkiblere götürücü esaslı birer rehber mahiyetinde bulunmalıdır.
Şahsiyetimizle eşyâ arasındaki esrarı çözmeye ma’tuf olmayan bir ilmin, haricî dünya adına ve onunla bütünleşme hesabına bize kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Aynı zamanda bu durum vicdanın böyle muammalar karşısında mahkûm olması demektir. Vicdana kol kanad olup onu seyyâl kılacak husus, onun hâricî duyuşlarıyla, içdeki bulunuşudur. Binâenaleyh o, bu kol ve kanaddan mahrum edilince, aslâ kendinden bekleneni edâ edemeyecektir. Onun için, sadece öğrenmek ve önüne gelen her şeyi öğrenmek, götürdüğü şeyler itibariyle hiç bilmemekten daha tehlikelidir.
Bu itibarladır ki, insanı bilgi budalası yapabilecek bilgileri öğrenmek yerine, kâinatla bütünleşmeye götürücü şeylere gönül verilmelidir. Bu husus, düşüncenin ilk merhalesi, öğrenme ruh ve ciddiliğinin de en sağlam belirtisidir. Bu te’minatı elde ederek ilim yoluna koyulma, insanı ezbercilik ve hâfıza müsabakasından kurtaracağı gibi, materyalizmin içine düştüğü kışırla iştigal ve hezeyanlardan da koruyacaktır.
Herşeye merak sardıran ve her gördüğünü ve duyduğunu öğrenmek isteyen, ciddi hiçbir şey öğrenemez. Gerçek ilim ve tefekkür “bu lâzımdır” denen şeyle, iştigal nisbetinde elde edilir. Fuzûlî ve sırf merak sâikasıyla öğrenilen şeyler ise, çok defa öğrenen için öldürücü zehir te’siri yapar. Ya, tertemiz genç dimağlara ve hele hele onun kalbî ve ruhî yapısına zıd olursa...
Gençlere öğretilecek şeylerle, onları birer hâfıza hamalı kılmakdan ziyâde, yaş ve kültür durumları nazarı itibara alınarak, gördüğü nesnelerin ötesinde gayeler hissettirilmeli ve öğreneceği şeyler, hazmedebileceği ölçüde verilmelidir. Daha ilk mektebde çocuğa cihan coğrafyası, beşer tarihi veya felsefe ile taşıyamayacağı bir yük yüklemek, ders için de, talebe için de talihsizlıktır.
Her gün, ilim adına, çırağını bin şübhe ve tereddüdle baş başa bırakan öğreticiye muallim denemeyeceği gibi; talebesini bir laboratuar ciddiliği içinde doğru neticelere götüremeyen mektebe de mekteb denemez.
Âile ve içtimâî çevrenin, gence bir şey vermeyişi ve veremeyişi bir gerçekdir. Ancak bir başka tarafdan, onun yüce duyguları ve iç âlemi askıya alınmasaydı ve etrafdan akıp akıp ruhuna gelen örseleyici ders ve telkinler olmasaydı, hiç olmazsa onu, safvet-i asliyesi içinde korumak mümkün olacakdı. Heyhât..! Günlük televizyon haberleri, siyasî polemikler, sporlar ve sporcular ve sırf merak uyarma maksadıyla tertib edilmiş yalanlar, tezvirler ve her türlü aldatmalar ve sansasyonlar o zaif dimağları, o denlü işgal etmıştır ki, bu Kafdağından yükü, değil o cılız varlıklar “benim diyen” her babayiğit dahi rahatlıkla yüklenemeyecektir.
Bu kadar yük altında mektebdeki derslerin anlaşılması; anlaşılıp kavranması ve hayatın içine sokulması; hele hele onlarla yeni terkiblere ulaşılması aslâ mümkün olmayacaktır. Bir de buna, talebesini bilgi hamalı yetiştirme programı eklenmişse, artık vay haline o mektebin de, talebenin de...!
Günümüzün tembel talebeleri veya bu bozuk havanın tembelleştirdiği çıraklar, daha çok, çile çekmeden elde edilen şeylerin peşindedirler. Günlük hayatlarında onları daha çok meşgul eden şeyler: Gazete haberleri, sporlar ve sporcular, film ve artist isimleri ve gençlik heyecanlarından istifade edip, onları birer insan azmanı haline getiren bir kısım izm’li müskirât ve mükeyyifatdır (1). Böylelerine bir fâtihlik ve kâşiflik anlatmak en güç şeydir. Evet, emek ve çile isteyen büyük insan olma yolu, onlara göre en menfur şeydir. Çalışmayı, hele metod ve sistem içinde çalışmayı asla sevmezler. Bir de buna, günümüzün renkli hâdiselerinin vitrinleştirilme ve sahnelendirilmesi ilâve edilecek olursa, doğruyu öğretme sancısını çekenlerin vay hâline!
Asrımız içinde cereyan eden hâdiselerin çokluğu, araştırmaların artması, ilmî eğrilerin ihtimâliyatı yeniden hızlandırıp sahneye sürmesi; tecrübelerle elde edilen kat’îliklere nisbeten, istatistikî bir havanın daha çok revâç bulması, insanoğlu için herşeyin kavranabilir olmasını imkânsız kılmaktadır. Esasen böyle bir teşebbüs de, hem öğrenen için hem de öğreten için boş bir gayret ve budalalıktır.
Günümüz, iş bölümünü, vazife taksimini ve ihtisaslaşmayı zarurî görmektedir. Her ferd; eşya ve hâdiselerin bir bölümünü keşfe koyulacak ve kendinden bekleneni verebilmek için o uğurda fâni olacaktır.
Şimdi bir kere düşünün! Zihni günlük hâdiselerle işgal edilmiş, ruh dünyası kısır boğuşmaların alçaltıcı baskısı altında ezilen bir gencin gönlüne bir şey koymak mümkün müdür? Ve hele kafasına takılan şeyler, hayvanî hisleri ve beşerî garîzeleri tarafından hüsn-ü kabul görüyorsa... Allah’ın günü, onun yüce hisleri üzerine bir balyoz gibi inen, kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtiraslar, onda okuma ve düşünmeye mecâl bırakır mı..?
İyilik ve güzellik bilgisi, yozlaşma ve soysuzlaşmaya karşı savaşan bir ordu gibidir. Genç, bu kuvveti, mekteb ve mekteb vazifesini yapan muhitinden alacaktır... O, ancak bu lâhûtî bilgiyle donatıldığı zaman, fenalıklara mukavemet gücünü kazanır ve iradesinin kanatlarıyla yükselir.
Hiçbir şey bilmeme, gencin elini kolunu bağlayıp onu müdafaadan mahrum bırakacak, yanlışın ve kötünün öğretilmesi ise onu felç edecektir.
Ne acıdır ki, asırlardan beri milletimizin ömür törpüsü sayılan bu hususa karşı, henüz toplu bir kıyam ve bir seferberlik hissi görülmemektedir.!
1) Müskirat ve mükeyyifat: Sarhoş edici ve keyif vericiler.