Mevlevîlik geleneğinde bir âdet vardır “Nasılsın, iyi misin?” kabîlinden hatır sorulduğunda “Aşk u niyâz eylerim.” diye cevap verilir. Bendeniz de bu sohbete aşk u niyâz eyleyerek başlamak istiyorum.
İlm kesbi ile paye-i rifat arzu-i muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde ilm bir kıyl u kâl imiş ancak
Yükselmek sâdece ilim tahsili, ilmin kazanılması ile olmaz; bunu arzu etmek sâdece bir hayâl ürünüdür. Âlemde ne varsa aşkta vardır. İlim bir dedikodudan ibârettir. Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadırlar; “Rutbetü’l ilmi a’le’r-ruteb” yani “Rütbelerin en üstünü ilim rütbesidir.” Bu iki söz arasında bir çelişki var gibi gözükse de gerçekte her hangi bir çelişki yoktur. Hz. Mevlânâ’nın da bulunduğu bir mecliste hadis, ayet, kelâm-ı kibar konuşulurken yâni “Allah Kitabında şöyle buyurdu, Resulullah şu mevzûda şöyle buyurdu” şeklinde sohbet yapılmakta iken âniden kapı açılıp içeri Şems-i Tebrîzî girer. Der ki; “Bırakın bu dedikoduları ‘Allah şunu dedi, Resulullah bunu dedi!” Sen ne diyorsun sen?” Demek istiyor ki Hz. Şems, “Allah’ın buyurduklarından, Resullah’ın tavsiyelerinden sen, ne anlıyorsun?” Zîra, Resulullah’ın buyurduğu bu ilim rütbesine erişmek; bu büyük sözleri, Allah ve Resulü’nün sözleri dâhil bütün sözleri nakledecek derecede bilmek demek değildir. O sözleri aşk ile yoğurup, oluş hâline getirebilmektir. İşte o zaman, yükselme hâsıl olur. Sözün özü ;
Vasıl-ı hak olmaya eylersen heves
Aşka ulaş gayriden gönlünü kes.
Öyleyse aşk nedir? Hz Mevlânâ, “Ben ol da bil!” demiş. Aşk bir hâldir, kâl değildir, söz değildir yâni. Onun için hâl anlatılmaz, yaşanır… Aşkın ilimleşmesi diye târif edebileceğimiz tasavvuf ise, satırdan değil sadırdan öğrenilir. Bu öğrenimin asgari şartı, en az -en aşağı koşulu ise muhabbettir.
Muhabbet lezzetinden bî-haberdir cahil u gâfil
Fuzûli zevk-i aşkı zevki var olandan sor.
Hz Mevlânâ da muhabbetin ehemmiyetini şöyle anlatıyor,
Ez muhabbet mürde zindemiş evet vez muhabbet şah bende mişeved
Ez muhabbet dürtha sâfişevet vez muhabbet dertha şafi şeved
yâni,
Öyle bir kudrettir ki muhabbet ölüleri diriltir pâdişahları kul eder
Bütün kirleri ve kirlilikleri temizler ve bütün dertlere şifâ bulur.
Kâinatın yaradılış sebebi dahi muhabbettir. Yaratıcının muhabbeti, yaratılmışların en yücesi olan insana, insanın en yücesi olan Muhammed’edir.
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl.
İnsanın yücelmesi bu muhabbetin yardımı ile Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak sûretiyle olur. Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak ise; öncelikle O’nun esmâsını, güzel isimlerini öğrenmek, O isimlerin mânâsına uyarak, yaşamak ile olur . Özellikle Kur’an-ı Kerim’den Allah’ın sevdiği ve sevmediği işleri öğrenip ona göre davranmakla olur.
Ahzab sûresinin 56. ayetinde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor, “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne ale’n-nebiy yâ eyyühellezine âmenü sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ” yani “Muhakkak ki Allah melekleri ile beraber nebîsine salâvat eder öyle ise; ey iman edenler siz de sâlat edin O’na ve selâm verin hem de tam bir teslimiyetle.” Hz. Peygamber’e salât okumak Allah’ın bir âdetidir ve biz mü’minlere de emridir. Resûl-i Ekrem’e salâvat getirmek; Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmanın unsurlarından biridir ve mü’minler, Kur’an’ın bu hükmü ile “Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve sahbihî ve sellim” diye salât okurlar. Derler ki, “Ey melekleri ile birlikte habîbine salât eden Allah’ımız, Nebî’ne Peygamberi’ne salât etmemizi istiyorsun; bâş üstüne. Fakat biz o şanlı Nebî’nin şânına uygun salâvatı okumaktan âciziz. Öyle ise sen lütfen bizim için o Efendimiz Hz Muhammed’ e ve ailesi ile ashabına ve ona uyanların tümüne salât et.”
Salâvatın sâdece kelime mânâları, sınırları belirlenmiş bir yazı içinde ancak bu kadar anlatılabilir. Salâvatı tam mânâsı ile anlatmak mümkün değildir. Zîra, Allah ve Resulü’nün salâvatını anlatmaya ne defterler yeter, ne kalemler, ne de zamanlar. Yapraklar defter, ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa Resulullah aşkı anlatılamaz ama yaşanır. Peygambere salâvat okumak, sâdece emre uymak için olursa; emre uymak olur… Ama sâdece emre uymak olur. Bu da insanı bir yerlere götürür… Bir yerlere yüceltir fakat istenilen yere değil. Emre uymak ve sorumluluğu geçiştirmek için okunan salâvat, sorumluluğu geçiştirir ama insanı uçuracak kanat takmaz. İşte Resulullah aşkının dışa vurulması mânâsını taşıyan âşıkların salâvatı; insanı, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklandırır. Muhabbeti, aşkı dışarı vurmak şarttır. Onun için Hz Mevlânâ buyurmuyor mu; “Yarını bulamadı isen, ne diye başını sağa sola vurarak aramıyorsun? Yok eğer buldu isen, ne diye ellerini çırparak buldum buldum diye sevinmiyorsun? Susma! Durma! Ey oğul, ya ara dur ya da bulduğunu duyur.”
İşte, aşk böyle bir şey... “Ez tarik-i râh-ı peygamberi ma” Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz, aşktan doğmuşuz. Aşktır bizim anamız. Hz Mevlânâ bu beyitte aşkı böylesine anlatıyor. Aşk öyle bir anadır ki her şey ondan doğar. Aşk ateş olarak, coşkunluk olarak hasret, vuslat, ümit, sevinç, keder ve daha sayamayacağımız şekillerde tezâhür eder, ortaya çıkar, diyor. Zîra neyin sesi, aşkın ateşidir. Neyden çıkan ses, neyzenin nefesinden midir, neyzenin içindeki aşkın hissiyatının getirdiği coşkun nâmeler midir? Onun için Hz Mevlânâ buyuruyor ki,
Âteşi aşk est ki ender ney fütâd
Cûşişi aşk est ki ender mey fütâd
Neyi söyleten aşk ateşidir.
Meyin kabarıp taşması da aşkın kabarıp coşmasındandır.
Herkesin aşkı kendi miktarıncadır. Gülün dikenleri arasından fırlayıp bülbüle nazı, güllüğündendir. Bülbülün bütün dikenlere rağmen güle niyâzı da, bülbülâne bir aşktır. Af buyurun, bir merkebin de toz toprak içerisinde yuvarlanarak anırması da kendi aşkındandır; ama eşekçesine… Bu, şuna benzer; bir ârif-i billâhın, Hakk’ı bilen bir zâtın bütün Rabbânî güzellikleri seyrederek veya tefekkür ederek, Allah’ın cemâli’nin mesti olarak tatlı tatlı döktüğü göz yaşları da aşkın eseridir, zil zurna sarhoşun attığı nârâlar da aşkın eseridir. Ama kendi istidatlarına göre kimi bülbül gibi… Kimi eşek gibi... Ama hep aşk!
Aşk birdir fakat sevgililer değişiktir. Çünkü yegâne tek sevgilinin tecellîleri ve tecellîlerinin mazharları farklıdır da onun için sevgili değişiktir. İşte bu farktan geçip tek sevgiliye ve tek sevgiye ulaşmada aşk, insana Burak olur. Hz Resulullah’ı, Hakk katına ileten Burak gibi…
En yüce âşıklar mü’minlerdir. “Vellezine âmenü eşeddü hübben lillah” Bakara sûresinin 165. ayetinde Cenâb-ı Hakk, “Mü’minlerin Allah’ a muhabbetleri çok şiddetlidir” buyuruyor. İşte çok şiddetli bu muhabbete, aşk denir. Bu ayetin mefhûmu,muhalifi tâbir edilen yâni eski tâbirle yani tersten gidilerek yorumu şöyle olmuyor mu acaba; Allah’a şiddetli muhabbeti olanlar müminlerdir, Allah’a şiddetli muhabbeti olmayanlar îman etmiş olmazlar.
Her fiili ve her sözü insanlığın yol gösterici olan Hz Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bizi sevgiye, sevgi yoluna teşvik ederken şöyle buyurmuyor mu; “Birbirinizi sevmedikçe îman etmiş olmazsınız. Beni her şeyinizden ziyâde sevmedikçe îmanınız kemâle gelmez.” Kur’an-ı Kerim târifine göre mü’minin kendisine yakışan sıfatı âşıklıktır. Âli İmran sûresinde “Len tenalü’l-birra hattâ tünfiku min ma tuhibbûn” yani mealen şöyle buyrulmaktadır; “İyiye ve iyiliğe eremezsiniz ancak sevdiğiniz şeyler nedir o sevdiğiniz şeyler para, mal, mülk mevkii ve hatta canınızı, Allah için harcamadıkça.” İşte bu ayetinde Rabbimiz sevginin ölçüsünü bildiriyor. Sevginin kantarı fedakârlıktır, vermektir. Kuru laf değil. Her iddia ispâta muhtaçtır. Aşk iddiasının ispâtı, vermekle olur.
Âşık odur ki; kılar cânın fedâ canânına
Meyli canân etmesin her kim ki kıymaz canânına
Cânını, canâna vermektir kemâli âşıkın
Vermeden can îtiraf etmek gerek noksanına
Fuzûlî Hazretlerinin bu sözleri üstüne söz söylemek fuzûli olur.
Hoş kalın, hoş olun efendim.
Ö. Tugrul İnançer