Bir hikâye anlatılır. Hikâye şöyle: Yolcunun biri yolda yürürken şöyle bir manzara ile karşılaşır. Bakar ki; dağın dibinde bir toprak faresi habire dağdan toprak koparıyor. Kararlı ve dirençli bir şekilde durup dinlenmek bilmeden… Yolcu merak eder ve sorar: ‘Ey Allah’ın garip yaratığı! Sen bu çabanla habire bu başı göğe varan dağdan ne diye toprak koparıyorsun? Bu küçücük cüssenle neyi halledeceğini düşünüyorsun. Toprak faresi doğrulur, alnındaki teri siler ve yolcuya doğru dik durarak şu cevabı verir: ‘Ben bu dağı aşındırarak, toprağını etrafa yayarak, dere ve çukurlara aktararak bu mekânı tarla yapmak istiyorum. Arazi, bağ, bahçe olsun istiyorum. Yolcu gülerek, ‘Aptal olduğun başına habire toprak yağdırdığından belli. Rüya görüyorsun, hayal peşinde koşuyorsun. Yahu sen kendine acımıyor musun? Bu küçücük çabanla ne halt edeceksin?’ Toprak faresi, kendisinde yer bulmuş sağlam inancından ve kararından kaynaklanan bir eda ile şu cevabı verir: ‘Şimdi bu mekân tarla olsa, bağ-bahçe olsa iyi midir, değil midir?’ Yolcu, iyidir der. Fare, o zaman gerisine aldırmam. Mademki hedefimde iyilik var, hayır ve hasene var.
Bu hikâyeyi şunun için anlattım. Her zaman söylüyoruz. İslam dini beşeri felsefe ve düşüncelerin mahsulü bir din değildir. Tarihin belli bir kesitinde vaki olmuş, gelmiş-geçmiş sosyolojik bir olgu değildir. Hayatın belli bir mekânına ve zamanına hasredilemez. O semavi dinlerin en kemal bulmuş ve tamamlanmış doruğudur. O, kozmosun yol haritasıdır. Ontolojik paradigmadır. Allah’ın yaratmış olduğu bütün mevcudatın en doğru izahı ve onların disiplinizasyonudur. Bu dinin Allah tarafından belirlenen belli kural ve kaideleri vardır. İlke ve esaslarla manzumdur. Düsturları vardır, şiarları vardır, izlenen yol ve şeriatı vardır. Bitmez tükenmez çareler üreten, çözümler ortaya koyan bir karakter içermektedir. Anı, kısa zamanı, orta zamanı, uzun zamanı ve ebediyeti izah ve terbiye eder. Müdahildir, doğrularda uzlaştırır, yanlışları tasfiye eder, zulmü imha eder, adaleti izah eder, ustalıkla geliştirir ve yerleştirir. İyi ve doğru temelde sevmeyi, merhamet etmeyi, kazanmayı, yardımlaşmayı ve dayanışmayı emreder.
Bu dinin aslı, esası semavi olduğu gibi; tebliği, telkini, ifşası, intişarı, ilanı ve vücuda getirilmesi için de, semavi bir yöntem takip edilir. Onun aslı, semavidir. Metodu da aynı şekilde semavidir. Bu dinin bazı iddialarına, izahatlarına ve hedeflerine aklımız ermeye bilir. Ömrümüz –hatta tarihi dönemlerimiz de- kifayet etmeyebilir. Nasıl ki bazı astronomik vakıa ve dönenceler; bazen yüz, bazen bin, bazen de daha uzun zamanlarda cereyan ediyorsa, bu kozmik ve ontolojik kanunlar, kurallar ve hesaplar nasıl ki uzun zaman ve mekânlara yayılıyorsa, bu dinin de aynen böyle geniş ve uzun intikal dönemlerinde anlaşılabilecek izahatları ve gerçekleşecek hedefleri vardır. Bu dini böyle anlayıp, buna göre iman etmek gerekiyor. Allah, kutsal metinlerde, Kuran’ı Kerimde ve sair semavi kitap ve suhuflarda nasıl izah etmiş ise o, ne emretmiş ise öyle. İnsanlar Allah’ın izahatına inanmalı, emir ve buyruklarına teslim olmalı ve bu tutumunu ömrü boyunca sürdürmeli. Müslüman toplum bu dinin inşası ve ikamesi için bazen yüzyılları, bazen de daha fazla zamanı göze almalı. Çünkü İslam bir medeniyet, bir toplum, bir dünya ve bir hayat inşa etmek için çağrıda bulunur. Bu dine inanan herkes kendisine verilen görevi yapmalı ve bunun için aşkın hallere kanat germeli. Bu dinin peygamberi bu dini nasıl anlamışsa ve yaşamışsa öyle. Bu peygamberin(s) izinde yürüyenler nasıl yürümüşlerse ve nelere katlanmışlarsa öyle. Hiç kimsenin bu dini kendine göre anlama ve kendinden menkul metotlar ortaya koyma lüksü olamaz ve buna izin yoktur.
İnsan, evvelemirde bu dinin iyi olduğunu, hak olduğunu, haktan geldiğini, tamamen doğru temellere dayandığını, hedef ve maksatlarının isabetli olduğunu; eğer ona dahi olursa, ebediyen kurtulacağını, eğer ondan başka yolara tevessül ederse ebediyen hüsrana, zarara, cezaya ve azaba uğrayacağını bir kere çok iyi şekilde zihinsel ve ruhsal olarak halletmesi gerekir. Bu noktada makul bir karar varıp, münasip bir duruş ve tutum edinmeli. Eğer bu problemi tam olarak halletmese ve bu noktada kuvvet kazanmasa, istikametini kazanamayacağı gibi, ömür mahfillerinde birçok zikzaklara ve kayıplara maruz kalacaktır. Aşkın fedakârlıklara ve akıl almaz güçlüklere katlanan, zor hendekler aşan, kararları, sabırları, metanetleri sarsılmayan nice müminler evvelemirde bu zihni ve ruhi dengelerini oturtan kimselerdir. Müslüman olan, niçin Müslüman olduğunu ve Müslümanlığının nihai olarak onu hangi hedefe olaştıracağını iyi bellemesi gerekir. Eğer bunu başarırsa, üstat Said-i Nursi’nin dediği gibi; ‘Kâinatın tılsımı muğlâkını’ keşfeder. O zaman, Hz. Ali’nin ‘Gayb perdeleri açılsa yakinim ziyadeleşmez.’ sözünü anlar. O zaman, hak-batıl savaşını anlar. O zaman, müminlerin akıl almaz fedakârlıklarını anlar. O zaman, şirkin, küfrün, zulmün korkunç ve karanlık çehresini görür, ürperir ve Allah’a sığınır. Zalimlerle savaşın hayatı anlamlandıracağını o zaman anlar.
Büyük mütefekkir Şehit Seyyid Kutup önce imanın ilkeleri der. Önce dini düşünce metodu der. Önce bu dinin tabiatı der. İlkelerin, esasların, düsturların ehemmiyetinden ısrarla dem vurur. İşte o zaman, hikâyedeki fare gibi zor ve gecikmeli eyleminin iyi bir hedefe odaklandığını anlar. Dağları yerinden aşındırmaktan ve kaldırmaktan daha zor bile olsa ilahi görevlere odaklanır.
M. Şakir Koçer