İslamî tebliğde, bilhassa Ehl-i Kitab'a karşı yumuşak olmak Kur'ân'ın emridir. Değil sadece Ehl-i Kitap, Cenab-ı Allah, Hz. Musa'ya, fir'avn'a giderken dahi "Ona yumuşak söz söyle; olur ki, öğüt alır, kendine gelir ve Allah'tan korkar" (Tâhâ/44) diye mülâyemeti emreder. Galiz sözlerin, insanları kınamanın ve onlara karşı kaba davranmanın İslamî tebliğde hiç mi hiç yeri yoktur.
Bahis mevzuu ayet bize böyle yumuşak söz söyleme ve sevdirici, çekici tebliğin mücessem bir örneğini vermektedir. İslam'ı bütün bir kale ve hududullah ile çevrilmiş geniş bir kasr-ı muallâ olarak düşünecek olursak, bu sarayın müteaddit giriş kapıları olduğu gibi, bu kapılara ulaştıran ve içeri girmeyi sağlayan mahlukatın nefesleri adedince yolların var olduğunu da unutmamak icab eder. İslam, kendine has üslubuyla insanları bu yollardan herhangi birinde ve yine yolun herhangi bir noktasında kucaklar ve usûlüne göre onu kapılarından birinden içeriye çeker. İşte böyle bir husus ve tedriciliğin anlaşılamamış olması ya da tam idrak edilememesi, dün olduğu gibi, bugün de bazılarını belli yanlışlıklara sürüklemektedir.
İşte bu ayet, Ehl-i Kitab'ı, sözü edilen yollardan veya noktalardan birinde yakalıyor; onlara güler bir yüz ve tatlı bir dille yaklaşıp, "gelin" diyor. Bu "gelin" deyişte, "sizi çağırdığım, davet ettiğim şeyler, sizin bilmediğiniz şeyler değil; tam tersine, bildiğiniz, ünsiyet ettiğiniz ve bizden çok önce karşılaşıp da, şimdi unutmuş olabileceğiniz veya yanlış hatırladığınız şeyler türündendir." diyor ki, bu da Kur'ân'ın, Ehl-i Kitab'la aramıza bir köprü kurarak onları gayet yumuşak bir şekilde, sıcak baktıkları bir noktadan yakalamasıdır. Bu husus, İslam'ın tebliğinde ve muhataplara yaklaşmada çok önemlidir.. ve siz isterseniz buna, şimdilerin moda tabiriyle "diyalog"diyebilirsiniz. Evet, Kur'ân'ın Ehl-i Kitab'ı çağırdığı o me'luf nokta tek bir kelime ile hülasa edilecek kadar kısadır; zira Kur'ân onlardan sadece ve sadece bir tek şey istemektedir ki, o da şu görülen köprüden geçilip, şu kapıya ulaşılmasıdır; her şey bir yana sadece "sevâün" kelimesinde bile bu inceliği, bu yumuşaklığı ve arada kurulmaya çalışılan köprüyü görmek mümkündür. Nedir bu köprünün hususiyetleri?
İşte Kur'ân, bu noktada müsbeti tariften ziyade, menfiyi nazara vererek konuya şöyle giriyor. Bir kere Ehl-i kitap, önceleri kendi çerçevesiyle Allah'ı tanıyordu. Ne var ki böyle bir tanımanın üzerinden asırlar geçmiş ve dolayısıyla onların o marifetleri küllenmiş ve tazeliği de kalmamıştı. Öyleyse, yapılması gereken bir "tahliye", yani "arıtma" ameliyesi idi. Bu yapıldığında, gerçekler ayan beyan ortaya çıkacaktı. Esasen, "lâ ilâhe illallah" cümlesinde de bu tahliyeyi görmek mümkündür. Yani İslam, her işe bir tahliye ile başlar; zihni yanlış kabullerden, saplantılardan; nazarları da şaşılıktan kurtarma, "illallah"tan, yani müsbeti tariften önce gelen bir ameliye-i fikriye, bir ameliye-i nazariye, belki de bir ameliyat-ı tecdidiyyedir. Bu sebepledir ki, ayette de, "şunları şunları yapalım" değil de, "şunu yapmayalım" ifadesi kullanılmıştır.
Evet, bir kısım Ehl-i Kitap, zamanla Allah'a şirk koşar hale gelmiş; O'na vesenîler gibi oğullar, kızlar isnad etmeğe başlamış, üç bir, bir üç gibi anlaşılmaz yanlışlara girmiş ve bazı hahamlarına, papazlarına, Allah'a ait olan tevbenin kabulü ve teşrî yetkisi gibi, ibadette Allah'a şirk koşma mânâsına gelen fonksiyonlar atfeder olmuşlardır. Ayette bazı "hahamların ve papazların rab edinilmesi" tabiri daha çok gündelik hayatı alakadar eden hususlarda ve teşriî konularda merci kabul edilmeyeceğiyle alakalıdır. Dolayısıyla da Kur'ân, kalblerin ve zihinlerin şirkten tahliyesine oradan başlamamakta ve önce Cenab-ı Hakk'ın uluhiyetine karşı şirk koşulmamasını, ibadetin O'na tahsisini nazara vermektedir. Namaz, oruç, hac, zekat Allah için olmalı; kurban O'nun için kesilmelidir. Burada Ehl-i Kitap, rahatlıkla "biz zaten bunları Allah için yapıyoruz" diyebilir. Öyleyse, bu merhaleden sonra, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmama merhalesi gelmektedir. Yani, Allah'la beraber başka yaratıcı kabul etmeme; "sebepler, tabiat veya bir takım başka güçler" dememe; yaratmayı, ölümü, yaşatmayı, rızıklandırmayı, kainatın idaresini tamamen O'na verme; O'nu doğmadan-doğurmadan, üremekten ve başkalarına muhtaç olma gibi noksanlıklardan beri görme.. evet imanın üzerindeki bu kara örtü kaldırılınca, geriye sadece günlük hayatın, içtimai, iktisadi sahalarının da tevhide göre düzenlenmesi kalmaktadır ki, Allah'a iman ve ibadet yani her mânâda tevhid tamamlanabilsin. İşte, İslam'ın tebliğinde nasıl bir tedricilik varsa, zihinleri ve kalbleri, sonra da günlük hayatı tevhide raptetmede öyle bir tedricilik sözkonusudur. Zaten, Hz. Üstad'ın ifade ettiği ve üzerinde hassasiyetle durduğu üzere, İslam, bir bakıma imanın tahsîl, tarsîn ve tahkîminden ibarettir. Evet, neticede her şey, imânâ ve tevhid'e dayanmakta ve bir bakıma iman ve tevhid, merkezi, hakikatı oluşturduğu gibi, muhitle alakalı meseleleri de tayin etmektedir.
Hülasa olarak diyebiliriz ki burada, birbirinden farklı ruhların, ayrı ayrı vicdanların, değişik telakkilerle meydana gelmiş değişik kültür ve değişik medeniyetlerin, birbirinden farklı zamanlarda gelmiş farklı kitapların ve o kitapların yoğurup şekillendirdiği ümmetlerin, her gönlün "evet" diyebileceği bir çizgide -siz isterseniz buna "sulh çizgisi" diyebilirsiniz- birleştirilebileceği, birleştirilirken de her meselenin, rahmetin enginliği açısından ele alındığını ve her merhalede yaklaşımların evrensellik buudunun korunduğu apaçık ortaya konmuştur ki; her düşünce ve her vicdan ancak böyle bir hak hakemliği ile hallolabilir. Ruhlar, şahısların heva ve heveslerinin baskısından kurtularak Ma'bud-u Mutlak'a hakiki kulluğa erer ve dünya sahte ilahlara kulluktan kurtulur. (1)
Merhum Elmalı Hamdi Yazır , bahse konu Ayetin Tefsirinde , Davetin Ehl-i Kitabıda aşarak muhtelif milletlerin ve farklı dinleride kapsadığını belirtmiş , davetin tüm insanlığa şümul olduğunu belirtmiştir. (2)
Diyalog içinde bulunduğumuz insanlarla, “fasl-ı müşterek”leri artırmak ve onlar üzerinde konuşmak gerekir. Hatta konuştuğunuz, görüştüğünüz bu insanlar, Yahudi ve Hristiyanlar bile olsa, yine bu düşünce ile hareket edilmeli ve muvakkaten bizi birbirimizden ayıracak hususlar bahis mevzuu edilmemelidir. Mesela, siz onlarla Allah, ahiret konularında anlaşamadı iseniz, onlara Efendimiz’i anlatmanın bir mânâsı yoktur. Efendimiz bizim canımızdır.. O’nsuz bir hayat yerin dibine batsın! Ne var ki, O’nu anlatmada zamanlamanın çok iyi yapılması lazımdır. Bakın Kur’ân-ı Kerim kitap ehline çağrıda bulunurken diyor ki: “Ey kitap ehli! Aramızda müşterek olan kelimeye gelin.” Nedir o kelime? “Allah’tan başkasına ibadet yapmayalım” (Al-i İmran/64). Zira gerçek hürriyet başkalarına kulluk yapmaktan kurtulmakla gerçekleşir. Allah’a kul olan başkalarına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin bu mevzu üzerinde birleşelim, bütünleşelim. Ve yine “Allah’ı bırakıp da bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin” diyor Kur’ân (Al-i İmran/64). Dikkat edin! Bu mesajda “Muhammedün Rasulullah” yok. (3)
(Âl–i İmran, 3/64) fermân–ı sübhânisiyle –müşrikler anlamasa da– Hıristiyan ve Yahudilerin ve onların içinde de ilim ehlinin dikkatleri çekilerek şöyle bir çağrıda bulunulmaktadır: Ey Hıristiyanlar, Yahudiler ve hususiyle de ilim ehli olanlar! Geliniz, aramızda müşterek olan bir kelime üzerinde –Allah’a imanda ve tevhidde– anlaşalım. Zira her şeyin O’na muhtaç bulunduğu Allah hakkında anlaşmak sizin de bizim de en önemli ve hayâtî meselemizdir. Gelin, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım.” Evet, Allah’tan başkasına kul olmayalım. Zatında eşi ve ortağı olmayan Allah’a biz de eş ve ortak koşmayalım. Zira kâinatı kabza–i tasarrufunda tutup çeviren sadece O’dur. Bütün sistemler ve bütün kevn ü mekanlar, O’nun azamet ve uluhiyeti karşısında bir zerre mesabesindedir. Dolayısıyla kâinat da, biz de Cenab–ı Hakk’a muhtaç ve medyun olduğumuz, O’nun da eşi ve ortağı olmadığı halde, hayallerimizde O’na eş ve ortak koşmak suretiyle kendi kendimize yazık etmeyelim.
Yani doğru yoldan inhiraf ederek, “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rab edinmesin.” Zira, bir kere de Allah’tan başkasına tapmaya başlayınca, daha doğrusu Allah’ı bırakıp başka vadilerde kurtuluş aramaya durunca bir daha da belimizi doğrultamayız. Öyle ise gelin bütün benliğimizle Allah’a yönelelim ve “Velâ yettehize ba’dunâ ba’den erbâben min dûnillah; Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabb edinmesin” buyrulmuştur. Bunca tembih ve tenvire rağmen hiçbir şey yokmuş gibi, “Eğer onlar yine de yüz çevirirlerse, işte o zaman: “Şahit olun ki biz müslümanlarız!” deyiniz.” İkaz, tembih, tenvir ve aklı işhaddan sonra da, vazifenizi ifa ile alakalı onların vicdanlarını şahit gösterip bir adım geri durun.
Cenab–ı Hak, bu ayette bütün ehl–i kitaba çağrıda bulunduğu gibi, kıyamete kadar gelecek bütün ilim ehlini, kitap mücadelesi verenleri ve kitap çevresinde müesseseleşenleri de muhatap olarak almakta ve onlara adeta şöyle seslenmektedir: Ey ilim erbabı! Gelin, aramızda müşterek olan, bizim kalben ulaştığımız ve vicdanlarımızın kabullenip tasdik ettiği “Allah’tan başka mabud–u mutlakın olmadığı” hakikatinde birleşelim. Aslında hangi ilim dalıyla iştigal edersek edelim, neticede bu ilimlerin, vâhid–i hakiki ve vâcibu’l–vücûd olan Allah’a dayanmayınca, muallakta olduğunu duyacağımız kaçınılmazdır. Oysaki mümin gönüller, Kur’an’ın talim ve terbiyesiyle rûhen, vicdanen ve kalben ilimlere konu teşkil eden şeyleri daha farklı duymakta ve hissetmektedirler. Bu noktadaki problemler aşıldığı takdirde, ruh, fikir ve ilimlere ait tıkanıklık sayılan hususlar da kendi kendine vuzûha kavuşacaktır. Evet ilmin inhiraflardan kurtulabilmesi işte böyle bir tevhid anlayışında Kur’an’la anlaşmaya bağlıdır. (4)
Buna göre Müslüman, onları “kendi konumlarında kabul” edecek, ortak noktada buluşmaya çağıracaktır ki ortak nokta Allah’ın varlık ve birliğini kabul, indirilmiş olan kitaplara iman ve O’ndan başkasına ibadeti reddir. (5)
Monoteist, yani Tek İlâh’a inanmayı temel özellikleri kabul eden Tevrat ve İncil mensuplarının bu daveti red etmemeleri gerekir. “Allah’ın birliği akidesi; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâm’ın değişmez ve kesin akidesidir.” (D. Mason, Le Coran et la revelation judeochretienne, Paris, 1958, 1, 32). Tevrat’ın açıkça bildirdiği üzere: “Tanrı Yahve’dir ve O’ndan başka tanrı yoktur” (“Tekvin”, 4: 35, 39). “Dinle İsrail! Tanrımız Yahve’dir ve O tektir” (“Tensiye”, 6, 4). Tevrat ve İncil uzmanlarından G. Lagrange şöyle der: “Eski ve Yeni Ahid’in bütün sayfaları tevhid inancını dile getirir.” (De Deo Uno, s.240’dan D. Mason, a.g.e., 1, 31). Hıristiyanların kredosu (amentüsü): “Ben, bir tek Tanrı’ya inanırım” diye başlar. 1215 yılındaki Latran Konsili bu akide hakkında şu açıklamayı getirir: “Biz kesin olarak inanırız ki, gerçek Tanrı bir tektir, her şeyin esasıdır.” (6)
Yani, "Bizim kabul ettiğimiz ve sizin de kendi kitaplarınızın öğretileri ile desteklendiği ve tasdik edildiği için, 'yanlış' diye reddedemediğiniz inancımızda bize katılın." (7)
Kur’anın “Ey Ehl-i Kitab” davetine , günümüz Ehl-i Kitabının diğer Asırlara göre daha çok muhtaç olduğunu ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, Ehl-i Kitab ile aynı zamanda Ehl-i Mektebinde (İlim Sahiblerinin ) kast edildiğini ifade etmektedir.(8)
Ali İmran ,64. ayet-i kerimenin değerlendirmesi:
A-) Ehl-i Kitab’a (Hıristiyan ,Yahudi ve diğer Kitab indirilmiş dinlere ) ve İlim erbabına (Bilim Adamlarına) yumuşak bir şekilde, kırıcı olmadan ve Diyalog kurarak bir Davet esastır !
B-) Kurulacak Diyalogta esas amaç ; bir üstünlük kurmadan ,aslında bütün semavi dinlerin kabullendikleri fakat üzerinden geçen Asırlar sonucu unutulan veya yanlış hatırlanan ; Bir olan Allah’a imanın perçinlenmesi ve yine Bir olan Allah’tan başkasına kulluk edilmemesidir ! Burda cay-ı dikkat olan bir husus şudur : Tevbe Suresi 30.Ayet-i Kerimede , Kur'an-ı Kerim Ehl-i Kitabı Allah'a oğulluk isnadında bulunduklarından dolayı kınarken , burda ise , Ehl-i Kitab ile biz Müslümanların aramızda aslen ortak olan bir Kelimeden bahsedilmesi , Kur'anın çok ince latif bir yakklaşımı olarak karşımızda durmaktadır ! Halbuki Allah'a oğul isnadında bulunanlarla bizim ne ortaklığımız olabilirki ? Demek , oğul isnadında bulunmalarına rağmen , Allah inançlarının olması , onlar ile aramızdaki ortak olan inanç esasımızdır ! Lakin , Ayetin devamında hemen , Bir olan Allah'a davetin gelmesi , kurulması emredilen Diyaloğun stratejisini ortaya koymaktadır !
C-) Bu konuda ikna ve uzlaşma sağlanamadığı takdirde , Efendimiz (SAV) ‘me iman etmelerini istemenin veya beklemenin bir anlamı yoktur ! Çünkü , tevhid İnancına gelmeyen Ehl-i Kitab Efendimiz (SAV) 'ide kabul etmiyeceklerdir !
D-) Tevhid inancını kabul etmediklerini gördüğünüzde , onları olduğu konumda kabul edinki ,onlarda sizi olduğunuz konumda kabul etmiş olsunlar ! Umulur ki , onlar Tevhid inancını kabul etmeselerde , yakın çevreleri veya gelecek nesilleri bu kabule uyacaklardır !
E-) Çünkü Kalbler ve Hidayet Allah’ın elindedir !
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) M.Fethullah Gülen , Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar (Âl-i İmran Suresi ,64.Ayet-i Kerime )
(2) Hak Dini Kur’ân Dili, 3, 387-388, Al-i İmran, 64 tefsirinde
(3) M.Fethullah Gülen , Prizma (Perspektif)
(4) Akademi, 25.04.2003
(5) Ahmet Kurucan, Zaman, 22.02.2004
(6) Prof.Dr. Suat Yıldırım , Yeni Ümit Dergisi , 68.Sayı ( Nisan-mayıs-Haziran , 2005)
(7) Mevdudi , Tefhimul Kur’an , Ali İmran , 64 Tefsiri
(8) Bediüzzaman Said Nursi , Sözler, Sayfa 371
Derleyen : Dr.Emin Şimşek