Âdemoğlu, insanca bir hayat yaşamada başka insanlara muhtaçtır, huzuru ve saadeti için de insanlarla iyi anlaşmaya, onlarla uyum içinde olmaya mahkûmdur. Atalarımız, çok yerinde olarak: Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa! demişlerdiir.
İster istemez birbirine muhtaç bulunan, başkalarıyla bir arada yaşamak zorunda olan insanoğlu, bu başkalarıyla anlaşacak ve anlaşmak için de konuşacaktır. İnsan, kendi kendisiyle konuşmaz; konuşma en az iki kişi arasında olur. Yani insanlar monolog yaparak yaşamazlar; onlar, 'İki kişi arasında cereyan eden konuşma' manâsına gelen diyalog yaparlar. Yani diyalog, hayatımızın en temel unsurlarındandır.
Kimlerle Diyalog?
Hayatımız diyalogla geçer; temas ettiğimiz herkesle diyalog yaparız: Ailemiz halkıyla, komşularla, iş muhiti ve alış-veriş yerlerinde karşılaştıklarımızla vs. Bir Arap atasözü, 'Kişi tanımadığının düşmanıdır.' der. Öyleyse dostluğun, samimiyetin kaynağı ve sebebi tanışmaktır. Bunun da yolu, öncelikle konuşmaktan, yani diyalogdan geçer.
Sadece komşular, akrabalar, meslektaşlar değil, aile fertleri bile, aralarında samimi olarak görüşüp konuşmadıkları takdirde birbirlerine yabancılaşırlar.
Zamanımızda, gelişen teknoloji sebebiyle dünya bir köye hattâ bir meclise döndü. Artık değişik renk ve dilde, farklı inanç ve kültürde insanlarla her zaman iç içe olmak durumundayız.
Peki, bizden olmayanlara, bizden kabul etmediklerimize, hattâ düşmanlarımıza nasıl davranacağız?
Onlardan kaçacak mıyız? Küsüp, onlarla konuşmayacak mıyız? Kavga mı edeceğiz? Düşmanlık içinde mi yaşayacağız?
Hele bu bizden olmayan, işverenimizse, işçimizse, meslektaşımızsa, hattâ eşimizse?
Bir tebessüm, bir selâm daha uygun değil midir! Bu ne kaybettirir? Bayramlarda, başka özel günlerde ikramlaşmayalım mı?
Mesafeli olacaksak sebebi ne? Sınırı ne?
Dinlerimiz, kültürlerimiz farklı diye mi?
Acaba dinimiz bu konuda bir yasak mı koymuş? Bu, bir zan mı, bilgi mi?
Devletlerimiz farklı diye mi? Devletin böyle bir yasağı mı var?
Geçmişte ecdadımız, onların ecdadıyla savaştı diye mi?
Öyleyse barışın manâsı ne?
Vs' sorular çoğaltılabilir.
Ehl-i Kitap'la diyalog meselesini bu çeşitten sorulara arayacağımız cevaplarla daha iyi anlayabiliriz.
Dinimiz ve Diyalog
Dinimizin başka din mensuplarıyla karşılaşmayı ve onlarla diyalogu yasakladığını kimse söyleyemez. Her şeyden önce, eğer İslâm hak bir dinse ve kendisini bütün dünyaya götürmesi gereken yeni mesajların sahibi görüyorsa, en ziyade araması gereken şey diyalog olacaktır. Ayrıca, İslâmiyet'te 'Diğer din mensuplarıyla görüşmeyin, konuşmayın; onlara mesafeli durun, hattâ güç kullanın! Gerekirse onları kılıç zoruyla İslâm'a sokun!' diye bir prensip söz konusu değildir. Bilakis Kur'ân-ı Kerim, pek çok âyetlerinde, Hz. Peygamber'e Dinde zorlama yoktur; sen sadece tebliğ edicisin; bir uyarıcı ve müjdeleyicisin.. Sözlerine tesir vermek, insanların kalplere imanı koymak Allah'ın işidir. Sen, muhatapların nasıl davranırlarsa davransınlar, tebliğ işinde hep müsamahalı ol, affet, gördüğün kötü muameleleri onları yapanların cahilliğine ver ve onlar için de selâm dile! şeklinde hitap eder.
İslâm, kelime olarak sulh ile münasebattardır. Hedefi de insanlığı sulhe kavuşturmaktır. Onun ilk muhatapları hep müşrik Araplardı. Hz. Peygamber (s.a.s.), tebliğine başlarken onlara en yakınları için hazırladığı bir yemek ziyafeti vesilesiyle evinde yaptığı davette olsun, arkadan yine dar çerçevede Safa tepesinde yaptığı tebliğde olsun Allah'ı, âhiret hayatını, Âhiret'teki sorumluluğu hatırlatmıştı. Yaptığı tebliğdi; muhatapları müşrikti ve onlara evinde yemek veriyordu. Hz. Hatice'nin servetinin önemli bu kısmı bu tür ziyafetlerde harcanmıştı. Yani o, baştan beri herkesle diyalog halindeydi. Diyalog olmasa tebliğ olmazdı. Ve elbette diyalogun ve onun sürmesinin en önemli şartı, insanların birbirlerini önce ne iseler o olarak ve kendi konumlarından kabuldü.
Ve o, büyük tepki görüyordu. Alaya alınıyor, işkencelere maruz kalıyordu. Ama, kimse ile münasebetini kesmiyordu. Gelmeyene gidiyor, kovulsa, defalarca reddedilse bile herkesle münasebetini devam ettiriyordu.
Peygamber aleyhissalâtu vesselâm sabrediyor ve inananlara da sabır tavsiye ediyordu. İşkence altında ölenler oldu. Mü'minler, gittikçe artan müşrik saldırıları karşısında hayatta kalabilmek için ana yurtlarını, baba evlerini, mal-mülk bütün varlıklarını terk ederek kuru canlarıyla önce Habeşistan'a, daha sonra Medine'ye hicret etmek zorunda kaldılar. Ancak müşrik Mekkeliler, mü'minleri hem Habeşistan'da hem Medine'de takibe devam ettiler.
Hz. Peygamber Efendimiz'in Mekkelilerle yaptığı ilk üç savaşın üçünün de Medine'nin yakın çevresinde cereyan etmesi, Resûlüllah'ın her defasında kendini savunmak mecburiyetinde kaldığının en güzel delilidir. Onun bütün maksadı, insanların manen dirilmesiydi. O, savaşmak zorunda kalırken bile öldürmek için değil, diriltmek için savaşıyordu. Yeri gelince, onun Uhud Savaşı'nda düşürüldüğü çukurda yüzüne batan zırhı çıkarır, kırılan dişini avucuna alır ve kanlar içinde iken, arkadaşlarından bazılarının Mekkeliler için bedduada bulunması isteğine, ellerini kaldırıp, 'Ya Rabbi, kavmimi affet, çünkü onlar bilmiyorlar!' dediğini anlatırız. Yine yeri gelince, hayatının en acılı iki gününden biri, Uhud'dan daha acılı bir günü olarak zikrettiği Taif ziyareti dönüşü o hazin münacatı karşısında Hz. Cebrail'in gelip, 'Ya Muhammed (s.a.s.)! İstersen Dağlar Meleği'ne emredeyim, şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!' demesine, hiç tereddüt etmeden, 'Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü'min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!' şeklinde mukabele etmesini anlatırız. Bütün bunlar, insanların dirilişi, imanlarının ve âhiretlerinin kurtulması adına onlarla münasebetin, diyalogun devamını, daima insanların hayrını istemenin gereğini anlatan en güzel misaller değil midir?
Hudeybiye Sulhü: Diyaloğun Savaşa Tercihi
İnsanları İslâm'a kazanmada Hz. Peygamber'in takip ettiği metot, savaş ve baskı değil, prensipte her zaman için sulh ve sulh ortamında İslâm'ın yaşanışını göstermek, fiilî örnek ortaya koymak olmuştur. Bunun en güzel örneği Hudeybiye Sulhü'dür.
Resûlüllah (s.a.s.), bu sulhü elde etmek için en yakınlarının ve bu meyanda 'Benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı o, Ömer ibnu'l-Hattâb olurdu.' hadisiyle feraset ve kapasitesi nebevî tasdik ve takdire mazhar olan Hz. Ömer gibi birinin bile anlamakta zorlanarak 'haysiyet kırıcı', 'zillet getirici' taviz olarak değerlendirdiği, hattâ neredeyse bütün arkadaşlarının kabulde zorlandığı davranışlarda bulundu. O gün Hz. Ömer (r.a.) ile Resûlüllah (s.a.s.) arasında geçen konuşma şöyle idi:
- Ey Allah'ın Resûlü! Biz hak üzere, onlar da bâtıl üzere değiller mi?
- Elbette, şüphesiz öyle!
- Bizim ölülerimiz cennetlik, onlarınki cehennemlik değil mi?
- Elbette! Şüphesiz öyle.
- Öyleyse niye dinimizde bu zilleti kabul ediyoruz? Allah bizimle onlar arasında (savaşla belirlenecek) hükmünü vermezden önce geri mi döneceğiz?
- Ey Hattâb'ın oğlu, ben Allah'ın Elçisi'yim ve O'nun emrine muhalif de değilim ve Allah da ebediyen bizi terk etmeyecektir!'
Medine'ye dönmek üzere yola çıkılır. Yolda Fetih Sûresi iner ve Hudeybiye Sulhü'nü bir zafer olarak müjdeler: 'Biz sana apaçık bir zafer ve fetih ihsan ettik!' Hz. Peygamber, sûreyi Hz. Ömer'e baştan sona kadar okur.
Hudeybiye Sulhü'ne karşı çıkıştaki hatasını bilahare anlayarak kefaret için zaman zaman ömür boyu oruç tutup, sadaka verecek olan Hz. Ömer, ayrıca Hz. Ebu Bekr ve diğer pek çok sahâbî ittifakla, Hudeybiye sulhünün 'İslâm'ın en büyük zaferi olduğu'nu ifade edeceklerdir (Vâkidî, 1966, 2: 609-610).
Böylesine itiraz ve hayal kırıklarıyla karşılanan bu sulh öylesine güzel gelişmelere zemin hazırlamıştır ki, onun gerçek bir fetih olduğu ve hattâ 'İslâm'da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmadığı' ittifakla kabul edilecektir (a.g.e., 2: 624).
Vâkidî bu sulhün İslâmî inkişaftaki tesirini şöyle açıklar: 'Harp, insanlar arasına bir perde ve karşılıklı konuşmalara mâni olmuştu. Karşılaşılan her yerde kavga yapılıyordu. Hudeybiye sulhü gerçekleşince savaş bitti ve insanlar birbirlerine güvenmeye başladılar. Birazcık anlayışı olan bir kimseye İslâm anlatılınca artık hemen Müslüman oluyordu. Öyle ki, bu sulh sırasında savaşın ve şirkin devam ettiricileri konumundaki bazı müşrik liderler bile İslâm'a girdiler.' Vâkidî'nin örnek olarak ismen kaydettiği iki kişiden biri Amr ibnu'l-As'tır ve istikbalin Mısır fatihidir. Diğeri, 'Allah'ın çekilmiş kılıncı' unvanını alacak olan Hâlid ibnu Velîd'dir; o da Suriye ve İran'ın fatihi olacaktır (a.g.e., 2: 624).
Evet, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), diyalog imkânı elde etmek için, yani Müslümanlarla müşrikleri bir araya getirme, aralarında konuşma, birbirlerini daha yakından tanıma imkânı sağlamak gayesiyle her ne pahasına olursa olsun sulh istemişti. Elde edilen netice, onun ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Ehl-i Kitap'la Diyalog
Müşriklere karşı tavrı bu olan Hz. Peygamber'in Yaratıcıya, Hz. Âdem'den başlayıp Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Yakup, Hz. Musa ve Hz. İsa'ya (a.s.) dayanan peygamberler silsilesine ve ölümden sonra yeniden diriltiliş ve hesap, Cennet, Cehennem ve ebedî hayata inanan Ehl-i Kitab'a karşı tavrı elbette daha iyi ve çok daha yumuşak olacaktı. Nitekim de öyle olmuştur.
Ehl-i Kitap Kimdir?
Öncelikle belirtelim ki, 'Ehl-i Kitap', Kur'ânî bir tabirdir. İslâm'a göre, Ehl-i Kitap deyince semavî kaynaklı kitaba inanan din mensupları kastedilir. Bu açıdan ilk akla gelenler Yahudî ve Hıristiyanlardır. Ancak, Hz. Âdem'den Resûl-i Ekrem'e gelinceye kadar 124 bin peygamber geldiğine, bunlardan bir kısmına kitap indirildiğine inanıyoruz. Şu halde, prensipte, kendisine kitap inmiş bütün dinler Ehl-i Kitaptır. Nitekim Mecusilere de Ehl-i Kitap muamelesi yapılacağı Resûlüllah'tan rivayet edilmiştir, ancak kestiklerini yememek, kadınlarıyla evlenmemek şartıyla (Taberî, tarihsiz, 3:29). Bediüzzaman merhum, müfessir seleflerinden bir adım daha ileri giderek, Kur'ân'ın 'Ya Ehle'l-Kitap!' hitabına, -tabirin 'ya ehle'l-mektep şeklinde de anlaşılabileceğini söyleyerek- bugünkü 'aydın' dediğimiz okur-yazar takımının da muhatap olabileceği görüşüne yer verir (Sözler, '25. Söz', RNK l: 183). Biz Müslümanlar için, Resûlüllah öncesi mevcut bütün dinlerin ve hususen mukaddes kitap inancı taşıyanların semavî asıllarının olabileceğini kabul etmekte dinî bir engel yoktur. Nitekim, Alman etnologlarından Wilhelm Schimidt, medeniyet tarihçilerinin insanlığın en ibtidaî medenî safhası kabul ederek, avcı-toplayıcı diye adlandırdıkları dönemde bile çok tanrılı bir inanca değil Tevhid akidesine sahip olduklarını etnolojik verilerden hareketle ispat etmiştir (Kaynak 2004). Kur'ân'da geçen Zülkifl ismiyle Gouthama Boudha'nın kastedilmiş olabileceğine dikkat çeken (Le Saint Coran, Enbiya, 85'in tercümesinde) Muhammed Hamîdullah merhum, Mecusilik, Brahmanizm, Budizm gibi hâlen yer yüzünde mensupları bulunan dinlerin mukaddes kitaplarında Peygamberimizle ilgili olan ifadelerin bir kısmını gösteren bir çalışma yapmıştır (Bu bilgileri, Kütübü Sitte Muhtasarı Tercüme Ve Şerhi isimli çalışmamızda geniş olarak kaydettik,14: 279-83).
Görüldüğü üzere, Ehl-i Kitap tabiriyle, bazısı münakaşa edilebilecek farklı yorumlar olsa da İslamî kaynaklar, öncelikle Yahudi ve Hıristiyanların kastedildiğinde ihtilaf etmezler. Bu tabir Kur'ân'da sıkça geçtiği gibi, ayrıca 'Yahudi' ve 'Nasâra' veya bunlara delalet eden başka tabirler de geçer. Bu üç tabir umumiyetle farklı zaman dilimleri içinde, farklı şartlara -ve bunlara bağlı sorulara- göre geldiği için, bu konuyu kavramada âyetlerden sadece birini esas almak yeterli olmayabilir ve hattâ yanlış neticeye de götürebilir. Bu sebeple, imkân nispetinde konuya giren bütün âyetleri, nüzul sebepleriyle birlikte bilmek gerekir. Nitekim Kur'ân'da, Ehl-i Kitab'ı kınayan, tehdit eden ve hattâ şirke nispet eden âyetler olduğu gibi, takdir eden, öven âyetler de vardır. Yâni Kur'ân-ı Kerim'e göre, Ehl-i Kitab'ın hepsi bir değildir, tıpkı Müslümanların da hepsi bir olmayıp kiminin müttaki, kiminin fâsık, kiminin de daha başka derecelerde olduğu gibi.
Diyalog konusunda bilinmesi gereken bir nokta da şudur: Ehl-i Kitap deyince ister yukarıda belirtildiği üzere, geniş bir yelpazede bakalım, ister mûtad üzere akla hemen geliveren ve Kur'ân'ın zahirine de uygun olan sadece Yahudi ve Hıristiyanları anlayalım, Cenab-ı Hak, yüce Kelâmında Hıristiyanların mü'minlere daha yakın olduğunu belirtir: 'Mü'minlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise 'Biz Nasârayız (Hıristiyanlarız)' diyenler olduğunu görürsün.' (Mâide, 5/82). Gerçekten, bilhassa Resûlullah döneminde bu bir hakikattır. Resûlullah'ın mesajı kendisine ulaşan ilk Hıristiyanların tepkileri nâdir istisnalar dışında oldukça müspet ve edepli olmuştur: Bahira, Varaka ibnu Nevfel, Necaşi, Herakliyus, Mukavkıs, Addâs, Fervetu'bnu Amr el- Cüzâmî, Kapıcı Mürâ, Süheyb-i Rûmî gibi nicelerinin menkıbeleri okununca, kaydettiğimiz âyetin manâsı hadiselerle müşahede edilir. Mezkûr âyetin devamında, Hıristiyanlardaki yakınlığın kaynak ve sebebi de belirtilir: 'Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir.' Bu mânaya mâsadak olan çağdaş Addâs, Süheyb, Mürâ''ların yokluğunu söylemek hem Kur'ân'ın ruhuna ters düşer, hem de fiilî müşahedelerimize.
Hz. Peygamber'in Ehl-i Kitab'a Yaklaşımı
Mekke'de münferit bazı şahıslar dışında Ehl-i Kitap bir cemaat yoktu. Bu sebeple Ehl-i Kitap'la ciddî mânada bir temas Hicret'ten itibaren Medine'de başlar. İncil ve Tevrat, Hz. Peygamber'e göre, Hz. Âdem'le başlayan peygamberlik zincirinin Kur'ân'dan önceki son halkaları idiler. Binaenaleyh, bu iki Kitap mensuplarının kendisine sahip çıkacaklarını, etrafında yer alıp şirke, batıla, ahlâksızlık ve zulme karşı elbirlik mücadele vereceklerini ümit ediyordu. Medine'ye gelir gelmez, günümüzün tabiriyle bir manâda Anayasa diyebileceğimiz yazılı bir anlaşmanın ikinci maddesini, 'İnananlar müstakil bir ümmettir.' diye tespit ettiği halde, 25. maddede de: 'Beni Avf Yahudileri, mü'minlerle birlikte olarak bir ümmet teşkil ederler.' demek suretiyle onların beraberliğine ne kadar inandığını ortaya koymuştu. Bu ifade, onları inançlarında İslâm'a zorlama manâsına gelmiyor, aksine onları kendi değerleri içersinde olduğu gibi kabullenmeyi ifade ediyordu. Çünkü, aynı maddenin devamında: 'Yahudilerin dinleri kendilerine, Mü'minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları (azatlıları) gerek kendileri dâhildirler. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikap eder veya bir cürüm îka ederse, o sadece kendine ve aile efradına zarar (vermiş) olacaktır.' deniyordu. Bunu takip eden 26, 27, 28, 29, 30 ve 31'inci maddelerde teker teker adları zikredilerek diğer altı Yahudi kabilesinin de Beni Avf Yahudileri gibi oldukları belirtilir.
Yani Yahudiler, bu anlaşmada, Mü'minlerle birlikte yaşayan, birbirleriyle yardımlaşan, biri diğerinin düşmanına yardım etmeyen vatandaşlar konumunda idiler.
Bazı Jestler
Resûlüllah (s.a.s.), Medine'ye hicretinin ilk aylarında Yahudilerden destek görme ümidini taşıyordu ve bunu devam ettirmek istemişti. Kazanma ümidiyle, onları memnun etmeye yönelik bir kısım jestlerde de bulunmuştur. Medine'de namaz kılarken 17-18 ay kadar Kudüs'te Beytü'l-Makdis'i kıble edinme, âdaba müteallik bazı hususlarda Ehl-i Kitap olmaları hasebiyle Yahudilere uyma, 'Ben, kardeşim Musa'nın sünnetine uymaya daha lâyıkım.' diyerek Aşure Orucu'nu tutma (Buhari, 'Savm', 69, Müslim, 'Sıyâm', 127, Bak. Kütübü Sitte Tercüme ve Şerhi 9: 460-65), bilhassa Yahudilerle ilgili meselelerde Kur'ân yerine Tevrat'ın hakemliğine başvurma, Yahudilere hoşlanacakları tabirlerle hitap etme ve onlara hitap ederken Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini hatırlatma (Vesâik, s.92-93, 15. vesika), bunlardan bazılarıdır.
Yahudilere Tam Bir Din Hürriyeti Tanınması
Anayasa maddelerinde yer alan bu husus, Kur'ân âyetleriyle devam edecektir. Sözgelimi, Beni Kaynuka Yahudilerinin Medine'den ayrılmaları sırasında Yahudi aileleri içinde Yahudilik terbiyesi ile yetiştirilerek Yahudileştirilen Arap çocukları ihtilaf konusu olmuştu. La ikrâhe fi'd-din yani 'Dinde zorlama yoktur' âyeti ile (Bakara, 2/256) geçmişte yahudileşmiş olanların dinlerini terke zorlanması yasaklanmıştır. Keza, Müslüman olan Himyer meliklerinin, yörelerindeki Yahudi ve Hıristiyanlardan bir kısmının Müslüman olduğunu bildirmesi üzerine, Resûlullah derhal mektup yazarak: '' Eski dinlerinde kalmak isteyen Yahudi ve Hıristiyanların istekleri reddedilmesin, onlardan cizye almanız yeterlidir' Kim Resûlullah'a bu vecibesini yerine getirirse o, artık Allah ve Resûlullah'ın zimmetindedir (mal-can-ırz garantisi altındadır).' (Vesâik, s. 220, 109. vesika). diyerek bu meseledeki İslâmî prensibi hatırlatmıştır.
Resûlüllah aleyhissalatu vesselam, taşra vilayetlerine gönderdiği bir mektupla bütün valilere yaptığı tamimde, diğer bir kısım talimat meyanında şunu da ilâve etmiştir: ''İslâm'a girenler bize terettüp eden hak ve vazifelere tabi olurlar, eski dinlerinde sâbit kalanlara baskı yapılmaz, onlardan maddî imkanlarına göre cizye al (Alınacak cizye) bir dinar ve daha fazla veya bu değerde bir şey olmalıdır, kim bu borcunu öderse o zimmetimiz (garantimiz) altındadır'' (Vesâik, s.199, 104 /elif. vesika).
Keza, Aleyhissalatu vesselâm Yemen valisi Muaz ibnu Cebel'e yazdığı mektupta da bu meseleye teması ihmal etmez: '' Kim dininde sâbit kalır ve cizyesini öderse, o diniyle baş başa bırakılır. Artık o, Allah'ın Resûlü'nün ve Mü'minlerin zimmetindedir. Ne öldürülür, ne esir edilir, yapabileceği mükellefiyete (vergiye) tâbi kılınır. Dinini terk etmesi için eziyet edilmez. Onların gözetleyicisi Allah'tır (Allah'ın işini siz yapmaya kalkmayın)'' (Vesâik, s.213, 106/dal. vesika).
Keza Hayber Yahudilerinden Safiye radıyallahu anhâ ile evleneceği zaman, onu Müslüman olmaya zorlamaz, şöyle diyerek davet eder: 'Şayet eski dininde kalmak istersen seni İslâm'a zorlamayız. Allah ve Resûlünü tercih edersen, seni zevcem olarak seçeceğim.' Safiye vâlidemiz, Tevrat menşeli bilgisi ve evlenmezden bir müddet önce gördüğü bir rüyanın da tesiriyle şu cevabı verir: 'Ben, Allah ve Resûlünü tercih ediyorum.' (Vâkidî, 2: 707).
Hanımları arasında herhangi bir tefrike yer vermeyen Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Safiyye'nin, kendisine diğer hanımları tarafından: 'Yahudi kızı!' diye rahatsız edildiği şikâyetini ulaştırınca: 'Sen de onlara: 'Amcam Hârun, babam Musa!' deseydin ya!' buyurur. Ve Safiyye'ye söz konusu sözü söyleyen hanımıyla iki buçuk aya yakın bir müddet konuşmaz.
Keza Kureyza Yahudilerinden olan Reyhâne'nin hikâyesi de dikkat çekicidir. Aleyhissalâtu vesselâm bu hanımı cariye olarak değil, zevce olarak hâne-i saadete dahil etmek ister ve bu maksatla 'örtünme'yi teklif eder. Ancak Reyhâne: 'Ey Allah'ın Resûlü! Beni cariye olarak tut; bu senin için de benim için de daha muvafık.' der. Resûlüllah (s.a.s.), Müslüman olmasını teklif eder. Reyhâne bunu da kabul etmeyip, Yahudilikte kalmakta ısrar edince Aleyhissalâtü vesselâm onu zorlamaz. Fakat Reyhâne bir müddet sonra kendi kararı ile Müslüman olur (İbnu Hişâm 3-4: 245; Üsdü'l-Gâbe, 7: 120).
Bu örnekler çoğaltılabilir.
Yahudilerle Beşeri Münasebetler
Daha Medine'ye gelir gelmez yapılan beraber yaşama anlaşmasının 25. maddesinde 'Beni Avf Yahudileri, mü'minlerle birlikte olarak bir ümmet (câmia) teşkil ederler.' denmesi, Yahudilere nasıl bir nazarla bakıldığını yeterince ifade eder. Rivayetler hem Resûlüllah'ın ve hem de diğer bir kısım Müslümanların Yahudilerle ziyaret, alışveriş, borçlanma, selâmlaşma gibi her çeşit beşerî münasebetleri sürdürdüklerini gösterir: Hz. Ali'nin ücret mukabilinde bir Yahudi'ye kuyudan su çekme hizmeti sunduğu (Tirmizi, 'Kıyamet,' 35), bir kısım Sahabîlerin ve hattâ Resûlullah'ın Yahudilere borçlanmaları bile vâkidir. Resûlullah'ın vefat ettiği zaman zırhının, borcuna mukabil bir Yahudi'de rehin olduğu bilinmektedir (Buhari, 'Rehin,' 2, 5; Müslim, 'Müsakât,' 124). Resûlüllah (s.a.s.), zaman zaman Yahudilerin toplanıp meselelerini görüştükleri, Tevrat okudukları Beytu'l-Midras denen eve uğrayıp Yahudilerle konuştuğu bilinmektedir (Ebu Davud, 'Hudûd', 26).
Bir Yahudi çocuğunun Resûlullah'la hususî dostluğu bile söz konusuydu. Zira Aleyhissalatu vesselâm'a sıkça uğrayıp bazı hizmetlerini gören bu çocuğun hastalandığını işiten Allah Resûlü, çocuğa 'geçmiş olsun' ziyaretinde bulunur Ebu Davud, 'Cenâiz', 5, [3095. h]. Beni Kureyza'dan olan Reyhâne'ye, Hayber Yahudilerinden olan Safiyye'ye Hâne-i Saadet'te birine cariye, diğerine zevce olarak yer verilmesini, daha başka maksatların yanı sıra, Anayasa'nın Yahudiler hakkında öngördüğü 'Mü'minlerle bir ümmet olma' hedefini gerçekleştirmeye yönelik fiilî tedbirler olarak da değerlendirebiliriz.
İslâm, komşuluk münasebetlerine çok fazla önem verir. Kapısı yakın olan komşunun uzak olana karşı tekaddüm hakkı vardır. Komşu Yahudi (gayr-ı Müslim) de olsa tekaddüm hakkını korur, ciddi bir hak olan şuf'a hakkında olduğu gibi (Abdurrezzak, 8: 84).
Hz. Peygamber ve Necranlılar
Hz. Peygamber'in Necranlılarla olan münasebeti, diyalog deyince öncelikle kastedilen ikili görüşmenin en güzel örneğini teşkil eder. Çünkü Necranlılar, Resûlullah'ın kendilerine yazdığı bir mektup üzerine, aralarında Ebu'l- Hâris diye bilinen meşhur bir alimin de yer aldığı 17'si eşraf olmak üzere 60 kişilik oldukça kalabalık bir heyet halinde gelerek (İbnu Hişâm, 1-2: 575) birkaç gün Aleyhissalâtu vesselâm'a misafir olmuşlardır. On yedi kişilik eşraf takımından üç kişinin ehassu'l- havas 'en büyükler' durumunda daha üst, hiyerarşik bir gurup teşkil ettikleri anlaşılmaktadır: İbnu Sa'd, 14 kişilik eşraf grubunun isimlerini teker teker verir (İbnu Sa'd, 1: 357).
Görüşmeler
Necranlıların Medine'deki müsaferetleri süresince kendileriyle 'İslâm dini' hakkında, hususen de 'İslâm nazarında Hz. İsa ve Hz. Meryem'in yerleri' olmak üzere birçok mesele üzerine bilgi alış-verişi ve münakaşa ve müzakereler yapılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) Necranlıları İslâm'a davet eder, onlar kabul etmezler. Hz. Peygamber bu hususta ısrar etmez. Necranlılar, Kitaplarında mevcut bazı bilgiler sebebiyle davete icabet etmeyi kendi aralarında münakaşa ederler. Aralarında yer alan âlim kişi Ebu'l-Hâris, Hz. Muhammed'in 'Beklenen, hak peygamber' olduğunu itiraf etmesine rağmen, 'Kavmimizin bize yaptıkları İslâm'a girmeme mani oluyor. Bize şeref, mal-mülk verdiler, ikramlarda bulundular ve bizim bu zâta muhalefet etmemizi istediler. Eğer Müslüman olursak, bütün bu verdiklerini geri alacaklardır' diyerek Müslüman olmaktansa bir anlaşma yapmaları gereğinde heyeti ikna eder (İbnu Hişâm, 1-2: 573). Ancak diğer iki büyük es-Seyyid ve el-Âkıb bilahare Müslüman oldular.
Bu müzakereler esnasında Kur'ân'daki mübâhele âyeti (Âl-i İmrân, 3/61) bu vesile ile onlarla ilgili olarak inmiş, en sonunda her iki tarafın da mutâbık kaldığı yazılı bir anlaşma yapılmış ve Peygamber Efendimiz'in elinden insanlığın farklı dinler ve milletler koalisyonu şeklinde sulh içinde yaşama şartlarını gösteren bir vesika ortaya çıkmıştır. Biz insanlığın geldiği bugünkü safhada -ki insan hakları, din ve vicdan hürriyeti üzerinde çokça durulduğu günümüzde bile- bile, başka din ve inanç mensuplarına tanınan hak ve uygulamalarında henüz buna yetişemediği kanaatindeyiz. İbretle okunmaya değer:
Necranlılarla Yapılan Yazılı Anlaşmanın Metni
Bismillahirrahmanirrahim,
Bu, Allah Resûlü Nebî Muhammed'in (Sallâllahu aleyhi vesellem) üzerinde yetkili kılındığı Necran halkı ile bütün meyve mahsulleri, bütün altın ve gümüş ve bütün kölelerle ilgili olarak yazdığı ahiddir. Kendisi bütün bunları, her biri bir okiyye (2136 gramlık gümüş değerinde) 2000 elbiseye mukabil onlara terk etmiştir. Bunun 1000'i her yıl Recep ayında, diğer 1000'i ise her yılın Safer ayında teslim edilecektir. Her bir elbise bir okiyye gümüş değerinde olacaktır. Şu şartla ki, vergiyi aşan veya gümüş miktarından eksik olan kısım hesapta nazar-ı itibara alınacaktır. Zırh, at veya malzemeden yaptıkları ödemeler hesaplanacaktır. Gönderdiğim elçilerin 20 güne kadarki ağırlanma ve yiyecek masrafları Necranlılar üzerinedir. Elçilerim bir aydan fazla tutulamazlar. Yemen'de bir cürüm işlenir, savaş çıkarsa 30 zırh, 30 at, 30 deveyi âriyeten vereceklerdir. Elçilerimin âriyet olarak alacakları zırh, at, deve veya mallarda zayiat meydana gelirse, elçilerim onları tazmin ve zararı mutlaka telafi edeceklerdir.
Mallarına, canlarına, dinî hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine ve az olsun çok olsun mülkiyetleri altındaki her şeye şâmil olmak üzere, Allah'ın himayesi ve Resûlullah Muhammed'in zimmeti Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler üzerine bir haktır. Hiçbir piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiçbir papaz kendi papazlık vazifesini gördüğü kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilemeyecektir. Almış oldukları ödünçlerde hiçbir faiz söz konusu olmayacaktır.
Bu itaat ediş ve tâbi oluşlarından önce cahiliye zamanındaki kan davaları kaldırılmıştır. Onlar ne toplanıp bir araya getirilecekler ve ne de kendileri öşür vergisine tabi tutulacaklardır. Onların toprakları üzerine hiçbir askerî birlik ayak basmayacaktır. Onlardan herhangi biri alacağını talep ettiğinde onlar arasında bir eşitlik kurulacaktır. Onlar ne zulm edecekler ne de kendileri zulme uğrayacaklardır. Şayet onlar arsından herhangi biri istikbalde faizli muamelelere girecek olursa benim himayemin dışında tutulacaktır: Onlar arasında hiç kimse bir başkasının işlediği suç ve yaptığı haksızlıktan mes'ul tutulmayacaktır.
Bu duruma göre, Allah'ın himayesi ve Resûlullah Muhammed'in zimmeti, Allah'ın bütün kuvvet ve kudretini gösterdiği güne kadar olmak üzere ve Necranlılar da hiçbir hata ve haksızlık işlemeksizin üzerlerine düşen vazifelerini layıkıyla yerine getirmeleri ve hiçbir zulümde bulunmaksızın iyi hal ve tutum göstermeleri şartıyla, bu yazıda gösterilen hususlar üzerinde bulunacaktır.
Şâhitler: Ebu Süfyân ibnu Harb, Gaylân ibnu Amr, Mâlik ibnu Avf Ensârî, Akra ibnu Hâbis el- Hanzelî ve el-Muğîre ibnu Şu'be. Bu yazıyı yazan kimse: Abdullah ibnu Ebî Bekr'dir (Vesâik, s.175-76, 94. Vesika, İbnu Sa'd, 1: 287-288).
Fransız şarkiyatçı Louis Massignon, Resûlullah'ın Necranlılarla yaptığı anlaşmanın âdilane olduğunu, Lammens'e atfen şöyle ifade eder: 'Lammens'e göre, Hicret'in onuncu yılında yapılan antlaşma, biri zanaatkâr (Necran), diğeri askerî olan (Medîne) iki güç arasında hakkaniyet çerçevesinde müzakere edildi'' (Opera Minora, Dar al-Maarif, Lübnan 1963, 1: 558). Tekrar etmenin yeridir: Resûlüllah, gayr-ı Müslimlere siyasî birlik teklifini yaparken, bugünün zorba güçlülerinin tarzında ezici, dayatmacı, sömürücü olmamış, kendinden sonra geleceklere de böyle bir tavsiyede bulunmamıştır.
Mescid-i Nebevî'de Necranlı Hıristiyanlar
Hz. Peygamber'in Ehl-i Kitab'a davranışı ve onlarla münasebetleri çerçevesinde burada kaydı gereken mühim bir hâdise de, Mescid-i Nebevî'nin içinde Hıristiyanlara haftalık ayinlerini yapmalarına verilen izindir. Bu vakayı anlatan râvi 'Necran heyeti gibisini hiç görmedim' diyerek, günümüz için de oldukça ibretli olan vak'ayı anlatır: Heyet ibadet vakitleri gelince Mescid-i Nebevî'nin içinde ibadetlerini yapmak isterler. Ashaptan bazıları bunu garipsemiş, belki de bir tepki göstermiş olacaklar ki, Aleyhissalâtü vesselâm 'Onları serbest bırakın!' müdahalesinde bulunmuşlardır. Necranlılar doğuya yönelerek ibadet yaparlar (İbnu Hişâm, 1-2: 574, İbnu Sa'd 1:357). Serahsî, Hanefi mezhebindeki, mescide gayr-i Müslimlerin girme ruhsatını açıklarken başka örnekler verir, fakat bu hâdiseye temas etmez (Kitabu's-Siyerü'l-Kebir, 1989, 1: 90-91).
Hemen hatırlatmak isteriz: Hz. Ömer zamanında hicretin 14. yılında fethedilen Humus şehrinde, yerli halkın rızasıyla Yuhanna Kilisesi'nin dörtte biri cami olarak kullanılır (el-Belâzurî, 1958, s: 187). Aynı kapıdan girip çıkan Hıristiyan ve Müslüman âbidler birbirinden rahatsız olmazlar. Keza daha sonraki asırlarda Endülüs'te de San Vicent kilisesinin yarısı, yapılan anlaşma gereği, Müslümanlar tarafından cami olarak kullanılır (Mehmed Özdemir, 1994, s: 68).
Bu uygulamaların yanında, İstanbul'da bazı semtlerde Kilise, Havra ve Câminin yan yana inşa edilmiş olma örneği, İslâm'ın hoşgörüsünü ifade etmede sönük kalır.
Netice
Gittikçe küçülüp köy haline gelen ve bu sebeple de her çeşit din ve kültüre mensup insanlarla iç içe yaşamak zorunda kaldığı bir safhaya giren insanlığın sulh ve huzur içinde yaşayabilmesi için, aralarında sevgi, saygı, adalet gibi bir kısım insanî değerleri güncelleştirmesi yani hayata geçirmesi gerekmektedir. Sevgi ve muhabbetin yolu tanışma ve muarefeden geçeceğine göre, bunun gerçekleşmesi için inanç ve ideolojileri ne olursa olsun insanların, her şeyden önce birbirlerini oldukları şekliyle, farklılıklarıyla kabul edip bir araya gelip konuşmaları; birbirlerini araya giren ikinci el kaynaklardan değil, bizzat kendilerinden dinleyerek, kendilerini birbirlerine sulh ortamı içerisinde, insanî ölçüler içinde anlatarak tanıtmaları ve tanımaları gerekmektedir.
Bunu yaparken Muhammedî bir metotla hareket edip, anlaşamayacağımız apaçık belli olan ihtilaflı, farklı noktalardan değil, birleştiğimiz, anlaştığımız ittifaklı, menfaatli noktalardan başlamalıyız. Geçmişin kavgası kader olmuştur deyip eski devrin şartlarındaki olumsuzluklara da çok fazla takılıp geleceğimizi karartma yerine affı, müsamahayı, hoşgörüyü esas almalıyız.
Şurası muhakkak ki, gaflet ve saflık, telafisi zor hayal kırıklığı da getirebilir. İstenmeyen menfilikler, bilhassa günümüzde içe kapanmakla önlenemez. Bunun yerine, kendimizi iyi tanımlayıp örnek hale gelmemiz ve inisiyatif sahibi bir aksiyon çizgisine sahip olmamız elzemdir.
Kaynaklar
el-Belâzurî, Ebu'l-Abbâs Ahmed İbnu Yahya (v. 279/892), Fütûhu'l-Büldân, Beyrut, 1958.
Hamidullah, Muhammed, Le Saint Coran.
İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahabe.
İbn Haceri'l-Askalânî, Fethu'l-Bârî fî Şerhi Sahihi'l-Buharî.
İbnu Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, 1-2.
İbnu Kesir, Tefsir-u Kur'âni'l Azim.
Kaynak, İbrahim, Wilhelm Schimidt'in Din Teorilerine Yaklaşımı ve Din Anlayışı (Neşredilmemiş doktora tezi. Selçuk Üniversitesi, 2004.
''Wilhelm Schimidt'te Avcı-Toplayıcıların Tek Tanrıcılığı', Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, yıl 2004, sayı 11.
Massignon, Louis, Opera Minora, Dar al-Maarif, Lübnan 1963.
Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, '25. Söz', RNK.
Özdemir, Mehmed, Endülüs Müslümanları-1, Ankara, 1994.
Serahsî, Kitabu's-Siyerü'l-Kebir, (Le Grand Livre de La Conduite de L'Etat), Türkiye Diyanet vakfı neşri, Doğuş, Ankara 1989.
Taberi, Ebu Ca'fer Muhammed İbnu Cerîr (v.310), Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülûk, Tahkik: Muhammed Ebu'l-Fazl İbrahim, Dâru Süveydân, Beyrut, Tarihsiz.
Vâkidî, Muhammed ibnu Ömer (v. 207 hicrî), Kitâbu'l-Meğâzî, Tahkik: Marsden Jones, Oxford, Londra, 1966.
Ibrahim canan