Temel kavramlar

O İslâm ki, yalnız dâva, yalnız dirayet, yalnız dille ifade edilen söz, yalnız kalpte cereyan eden tasavvur, yalnız şahısların namazda, hacda, oruçta eda ettikleri vecibelerden ibaret değildir. İslâm, teslimiyettir, itaat ...


Ağaç Şeklinde Aç1Beğeni

  1. Alt 03-31-2009, 19:59 #11
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    O İslâm ki, yalnız dâva, yalnız dirayet, yalnız dille ifade edilen söz, yalnız kalpte cereyan eden tasavvur, yalnız şahısların namazda, hacda, oruçta eda ettikleri vecibelerden ibaret değildir. İslâm, teslimiyettir, itaat ve tabiiyettir, Allah'ın kitabının kulların hayatına hâkim olmasıdır. Bugün 'biz müslümanız' deyip de Allah'ın kitabı ile hükmetmeye çağırıldıkları zaman ondan yüz çevirip arkalarını dönenler de ehl-i kitab'a benzemektedirler. Zira onlar da dîni insanların günlük hayatına, ekonomik, sosyal, hatta ailevî ilişkilerine sokmayı lüzumsuz sayarlar. Bunlar, ileri sürdükleri bu iddialar ile birlikte müslüman olduklarını söylemekten de geri kalmazlar. Hiçbir dînî esasa dayanmayan bu gaflet ile ehl-i kitab'ın ileri sürdüğü zan ve iddiaların farkı yoktur. Her iki grup da dînî esaslardan sıyrılmakta farksızdırlar. Halbuki bu dînin birtakım ayırıcı özellikleri vardır ki, onlar olmayınca din de olmaz: Allah'ın şerîatına itaat, Allah'ın Rasûlü'ne uyma, Kitabullah'ın ahkâmına teslimiyet. İşte tevhîd akidesinin gerçeği bunlardır. Ayrıca din, beşer hayatının tanzimi için teşrîi kanunları da tazammun eder. Dînin gayesi sadece ahlâkı güzelleştirmekten, vicdanî şuuru uyandırmaktan, ibadet ve inançtan ibaret değildir. Böyle bir din olamaz. Din, Allah'ın insanoğlu için tespit ettiği bir hayat programıdır, insan hayatını yaratıcının yoluna bağlayan ve Allah'ın kudret eliyle çizilen bir hayat nizamıdır. Allah'ın dinine iman eden müslüman, Allah'tan bu dinin şahitliğini talep eder. Bu dine, insanların açıkça göreceği ve onlara güzel bir örnek teşkil edecek tarzda hakkıyla bağlanmalıdır. Kâinatta mevcut olan diğer bütün nizamlara ve teşkilâtlara karşı bu dinin üstünlüğüne ve yüceliğine iman etmeli, kendi nefsini, meselesini ve hayatını canlı bir şekilde Allah'ın çizdiği bu programa tahsis etmelidir. Onlar, cemiyet ve ferdin dayanağını Allah'ın kudret elinden çıkan o yüce programa oturtmayıp, böyle bir cemiyet meydana getirmedikçe şahit olamazlar. Müminler İlâhî programı tahakkuk ettirmeye mecburdurlar. İşte bu, Allah yolunda ölümün, yani ilâhî dinin ortaya koyduğu ve bizzat yaşamaktan daha hayırlı telakki ettiği şehadetin ta kendisidir... Müslüman olduğunu iddia eden her insan üzerine, "Bizi Şahit olanlarla beraber yaz." niyazı (Âli İmrân, 3/53) Allah ile akdedilen bir bey'attır. Her mümin dînî bir hayatın ihyası ve toplumun huzur ve refahı arzusuyla bu ilahi nizamı gerçekleştirmek için cihad etmek zorundadır. Bunu yapmıyorsa ya şehadetinde yalancıdır veya bu dinin gaye edindiği şehadetin zıddını yapmak gayretindedir. Mü'min olduklarını iddia ettikleri halde, insanları Allah'ın dininden uzaklaştıranların vay haline!

    İşte bütün bu manâlarla İslâm Allah katında yegane dindir. Bütün peygamberlerin Allah'tan getirmiş oldukları en üstün nizamdır. Yüce Allah, insanları kullara ibadetten kurtarıp Allah'a ibadet ettirmek için peygamberleri vasıtasıyla bu dini göndermiştir. Allah şahittir ki, bundan yüz çevirenler müslüman değildirler. "Allah indinde hak din, İslâm'dır. "

  2. Alt 03-31-2009, 19:59 #12
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Hiç şüphe yok ki, Allah'ın dini tektir. Bütün peygamberler o dini getirmişlerdir. İslâm'a sırt çevirenler bütün dinlere sırt çevirmekte ve Allah'ın ahidlerinin bütününe ihanet etmiş olmaktadırlar. İslâm ki, yeryüzünde -Allah'ın tek nizamıdır- mevcudatın temel kanunudur. Varlıklar dünyasında bütün canlıların dini aslında İslâm'dır.

    Sünnet'te Din

    Hadis-i şeriflerde de "din" kökünden türeyen kelimeler çeşitli tip ve anlamlarıyla kullanılmıştır. (Bk. el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elgazi'l-Hadîs... II, 163 vd.; 165 vd.)

    Hadis-i şeriflerde "din" kelimesi değişik anlamlarda kullanılmıştır:

    1. Boyun eğmek, itaat ve ibadet etmek: "Akıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu (Allah'a) ibadet ettirendir." (Tirmizî, Kıyame, 25; İbn Mâce, Zühd, 31) Bu hadis-i şerifde geçen "dâne"nin "hesaba çeken" manasına geldiği de söylenmiştir.

    Hz. Peygamber'in: "Kureyş'ten, söyledikleri takdirde bütün Araplar'ın kendilerine boyun eğecekleri bir tek söz söylemelerini istiyorum." (Tirmizî, Tefsir, Sûre, 38, Bab 1; Ahmed b. Hanbel, I, 237) buyruğu da aynıdır.

    2. İnanç ve ibadet: "Kureyş ve onlar gibi inanıp ibadet edenler (dâne, dinehum) Müzdelife'de vakfe yaparlardı." (Buhârî, Tefsir, Sûre 3, Bab 35; Müslim, Hac, 151) Yani bununla, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden kimseler kastedilmektedir.

    3. Hayır olsun, şer olsun karşılık:

    "Nasıl davranırsan, öyle karşılık görürsün. " (Buhârî, Tefsir, Süre 1, Bab 1)

    4. Kahretmek, mecbur etmek: Egemen ve hâkim Allah'ın "ed-Deyyan" ismi bu anlamdadır. (Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Garîbu'l-Hadis, Beyrut 1396/1976; Haydarabad, 1385/1966'dan tıpkı basım, III. 134-136; Mecdu'd-Din İbnu'l-Esîr, en-Nihâye -fi Garîbi'l-Hadîs, Beyrut 1399/1979, II, 148-149)

    "Din"e yakın Kavramlar: Bundan önceki açıklamalardan "din"e yakın birtakım kavramların bulunduğu ve bunların da hem Kur'ân'da, hem Sünnet'te kavram olarak önemli bir yer tuttukları anlaşılmış olmalıdır. "Din" gibi oldukça önemli bir kavramın daha iyi anlaşılabilmesi için bu kavramlara da kısaca bir göz atmakta fayda görülmelidir:

    Millet: Aslında yazdırmak anlamına gelen "imlâ"dan gelmektedir. İzlenen "belli yol" manasına da gelir. Peygamberler şerîatı ümmetlerine yazdırdıkları ve bu konuda peygamberler arasında ihtilaf olmadığından "şeriat" manasına kullanılmıştır:

    "Küfür tek millettir." sözünde olduğu gibi 'bâtıl" hakkında da kullanılabilir. (Tehânevî, a.g.e., II, 1346) Fîrûzâbâdî, el-Kâmus'da: "Millet, şerîat veya din demektir." (s. 1367) derken, Râğıb el-Isfâhânî: Millet, anlamı itibariyle din'e benzemektedir. Aralarındaki fark şudur: Millet, ancak Peygamber'e izafe edilir:

  3. Alt 03-31-2009, 20:00 #13
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    "Atalarım İbrahim'in, İshak'ın, Yakub'un milletine uydum." (Yusuf 12/38) Millet kelimesi çoğunlukla peygamberlere izafe edilerek kullanılır.

    "Allah'ın milleti", "Zeyd'in milleti" gibi terkipler yapılmaz. Millet, Âhiret'te Allah'ın mükafatını almak için peygamberler aracılığıyla gönderdiği şerîatın adıdır." der. (el-Isfahânî a.g.e., 471-472; Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328)

    Şerîat: Şer', sözlükte suya giden yol demektir. "Şerîat" da aynı anlamdadır. İslâmî bir kavram olarak ise; Yüce Allah'ın koyduğu ve -ister bir amelin keyfiyeti ile ilgili olsun, ister itikadı ilgilendirsin- herhangi bir peygamberin ondan getirdiği hükümlerdir. Şerîat'a "din" ve "millet" adı verildiği de olur. Şerîat, kendisine itaat edilmesi bakımından "din"; dikte edilip yazılması bakımından "millet"; belirlenmiş bir yol olması bakımından da "Şer" ve Şerîat'tır. (et-Tehânevî, a.g.e., I, 759-760)

    Ebu'l-Beka, "din" kelimesine yakın terimlere dair açıklamalarından sonra aralarındaki farka şöylece işaret etmektedir: "Çoğunlukla bu lâfızların biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir. Bu bakımdan bunlar bizzat bir olmakla birlikte mana itibariyle birbirinden farklıdırlar. Çünkü Peygamber'den sabit olan özel yola uyulması açısından "tarîk" (yol); gereğince dinlenmesi, bağlanılması (iz'ân) gereği açısından "iman"; onu teslimiyetle kabul gereği açısından "İslâm"; ona bağlanmanın karşılığının verilmesi açısından "din"; dikte ettirilip yazılmacı ve etrafında toplanılması açısından "millet"; susayan kimseler onun tatlı suyundan gelip içtikleri için "şerîat"; bir diğer adı "en-Nâmûs" olan Cebrâil'in vahiy yoluyla onu getirmiş olması açısından da "en-Nâmûs" adı verilir." (Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328)

    Din, Millet, Mezheb kelimeleri arasındaki farka gelince; Din Allah'a, Millet Rasul'e, Mezheb de Müctehide nisbet edilir. (Şerif el-Cürcânî, et-Tarifat. "Din " mad.)

    Din Koyucu Kim Olabilir?: "Din" in sözlük anlamını göz önünde bulundurduğumuz takdirde, insanların ferd ya da toplum olarak uydukları düzen, benimsedikleri gidiş ve izledikleri yol gibi bir mana da ihtiva ettiğini görürüz. İzlenen bu yol ve benimsenen bu düzen yalnızca ferd sınırında kalmadığı gibi, dünya hayatını aşarak Âhiret'i de; insanlığın kendi aralarındaki ilişkileri de aşarak çevresindeki varlıklarla her türlü münasebetini etkilemektedir. Kendisinin ve başkalarının davranışlarını, tutum ve faaliyetlerini, konumlarını hem belirlemekte hem de bunları değerlendirmesini sağlayan değerleri ve ölçüleri eline vermektedir.

  4. Alt 03-31-2009, 20:00 #14
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Din'in genel olarak mahiyeti bu olunca, ister Allah tarafından gönderilmiş olsun, ister beşer kaynaklı olsun her bir düzen ve sistem bir "din''dir. Yani aynı zamanda bütün ideolojiler, ...izm'ler, ve doktrinler de birer dindir. Bunların yalnızca dünya ile ilgili tezler olarak kendilerini sunmaları ve âhiretle, dinle, inançla ilgili olmadıklarını ileri sürmeleri, yani temelde "laik" olduklarını belirtmeleri onların aşağılamak, mahkum etmek ve hayatın dışına itmek için gayret gösterdikleri "din"den -sözlük anlamıyla da terim anlamıyla da- başka bir şey olmadıklarını göstermektedir. Bunlar birer "dinsizlik dini"dir.

    Bu beşerî doktrinler, ideoloji ve düzenler, aslında İslâm'ı mahkum etmek için gerekçe olarak gösterdikleri "bağnazlık"ların en ileri türlerini sergilemektedirler. Din adına tarih boyunca türlü bağnazlıklarla birçok cinayetlerin işlendiği doğrudur. Ancak modern dünyanın çağdaş ve cahilî dinleri olan doktrinler ve ...izm'ler uğruna işlenen cinayetler, zulümler ve katılıklar, geçmişte işlenen ve "din"i mutlak manada itham etmek için araç olarak kullanılan benzeri tutumlardan çok farklı mıdır? Sömürgecilik uğruna Kapitalizmi, Emperyalizmi, Komünizmi, Siyonizm'i yerleştirmek ve güçlendirmek için işlenmiş "modern cinayetler" ve "çağdaş bağnazca tutumlar" mı insanlığa daha büyük darbeler indirmiştir, yoksa genel olarak bütün dinleri ve bu arada da yegane hak din olan İslâm'ı mücadelenin dışında tutmak, saf dışı bırakmak maksadıyla özellikle üzerinde durulmak istenen, hak dinin sapması sonucu ortaya çıkan cinayetler mi?

    Bu sözler, bâtıl adına işlenen cinayetlerin savunması değildir. Anlatılmak istenen şudur: İnsanlık, dini tanımadığını ileri sürerken bile "bir düzene uymak" anlamında bir din'e mensuptur. Modern insan da dine karşı çıkarken kendisi gibi yaratıkların ortaya koymuş olduğu, fakat hiçbir şekilde ona aradığı mutluluğu veremeyen, sağlayamayan insanların kurdukları düzenlere, yani "din"lere bağlanmakta, boyun eğmektedir. Daha açık bir ifade ile çağdaş dünya dininin ilahları sermaye patronları, bankerler, sanayiciler, şarkıcılar, artistler, sporculardır... Mabetleri ise bankalar, fabrikalar, stadyumlardır... Kullar ise her yere çevrilebilen, istenildiği gibi şartlandırılıp beyinleri yıkanabilen, istenilen şekilde yönlendirilebilen insan yığınlarıdır.

    Açıkça anlaşıldığı gibi durum şundan ibarettir: Her bir siyasal, toplumsal, ekonomik düzen, aynı zamanda belli bir hayat görüşünün bir yansıması, bir ifadesidir. Pratiğe yansıyan her bir şekil arkasında ona o keyfiyeti kazandıran bir inanış, bir düşünüş yatmaktadır. Meselâ Materyalizm, eşya ve kâinat hakkındaki belli birtakım görüş ve yaklaşımlara sahiptir. Bu görüş ve yaklaşımlardan hareketle insanlığa sosyal, siyasal ve ekonomik bir düzen teklif etmiştir. Bütün bunlar yanında eşya ve kâinat hakkındaki yorumlara, dolayısıyla sunduğu düzene "İnanılmasını" yani bir inanç olarak da kabul edilmesini- bizim deyimimizle bir "din" olarak algılanmasını sağlamak için de başkalarını ikna etmeye özel bir çaba harcamaktadır.

  5. Alt 03-31-2009, 20:01 #15
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    İşte aslında insanlığa belli bir hayat ve kâinat anlayışını ve yorumunu sunan, bu yolun esası üzere de insanlar arası ilişkileri -her türlüsüyle- düzenlemeye çalışan her bir sistem -adı Komünizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Milliyetçilik, Budizm, Hıristiyanlık ya da başka bir şey olsun -aynı zamanda- bir inanç düzenidir, yani bir "din"dir.

    Bu yorum ve açıklamaların Kur'ân-ı Kerim'in "din" için getirdiği yoruma aykırı olmadığı, aksine tam uygun olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yukarıda değişik vesilelerle atıfta bulunduğumuz birçok âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koymaktadır: Yüce Allah, Rasûl'ünü hidayetle ve diğer bütün dinlerden üstün kılmak üzere "hak din" ile göndermiştir. (et-Tevbe, 9/33; el-Feth, 48/28; es-Saff, 61/9), Allah katında yegane geçerli din İslam'dır. (Âli İmrân, 3/19) İslâm'dan başka bir din arayan kimsenin bu dini, ondun kabul edilmeyecektir ve o, Âhiret'te hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Âli İmrân, 3/85)

    İşaret ettiğimiz bu âyetlerden ve daha başkalarından açıkça anlaşılmaktadır ki, İslâm'ın dışında başka dinler de vardır. Allah katında geçerli olan ve olmayan dinler vardır. İnanılıp uyulduğu takdirde kişiyi kurtuluşa erdiren din vardır, âhirette ziyana uğratacak dinler de vardır.

    Buna göre insanların benimsedikleri, inandıkları, düşünüş ve yaşayışlarını hemcinsleriyle ve çevrelerindeki eşya ile bu düşünüş ve inanışlara göre belirledikleri her bir düzen, sistem, ideoloji ve doktrin bir "din"dir. Buna "din" adının verilmesi ile verilmemesi arasında bir fark yoktur. Hatta Allah'a ya da bir veya birçok ilâha inanmaları ya da inanmamaları, bu inançlarını açıklamaları ya da açıklamamaları, bazı davranışlarına "ibadet" adını verip vermemeleri dahi durumu değiştirmez. Çünkü dinlerde asıl olan bir "inanç düzeni" ile bu düzene göre şekillenen bir hayat anlayışı ya da dünya görüşü ve buna bağlı olarak bir "yaşayış düzeni"nin varlığıdır. Bunun söz konusu olamayacağı hiçbir "hayat düzeni" bulunamayacağına göre, insanlık için -bu manasıyla- din dışında kalabilen bir hayat esasen düşünülemez demektir. Bu gerçek aynı şekilde İslâm âlimlerinin de gözünden kaçmamıştır. Meselâ Şehristânî, dinleri ve mezhebleri incelediği el-Milel ve'n-Nihal adlı eserinde açıkça şunları söylemektedir:

    "Dünyada çeşitli din ve mezhep mensupları ve hevâ ve nihle (fırka, mezhep) sahipleri pek çoktur. Aralarında İslâmî fırkalar da vardır; yahudi ve hıristiyanlar gibi indirilmiş kitapları olduğu kesin olarak bilinenleri de vardır; mecusîler ile maniheistler gibi kitap indirilmiş olma ihtimali olanlar da vardır; ilk felsefeciler, dehrîler (zamandan başka maddeyi etkileyici bir faktör tanımayan materyalistler), yıldızlara tapanlar, putperestler ve brahmanistler gibi bir takım hüküm, değer ve tanımları olup da Allah'tan indirilmiş bir kitabı olmayanları da vardır." (Şehristânî, a.g.e., I, 37)

    Görüldüğü gibi her bir dünya, hayat ve kâinat görüşü aynı zamanda bir din olarak değerlendirilmiştir ve öylece değerlendirilmelidir. Durum böyle olduğundan dolayı; yani -hatta bu tür bir iddia ile ortada olan laik düzenler için dahi- din dışı bir hayat mümkün olamaz.

    Dinin kavranması için şu iki soruya cevap verilmelidir:

    1. Din, her halukârda hayat için kaçınılmaz ise, insanlık için nasıl bir din gereklidir?

    2. İstenen mükemmellikteki bir dini kim ortaya koyabilir?

    Bu iki soruyu cevaplandırmak gerekirse şunlar söylenebilir:

    İnsanın belli bir yapısının ve bu yapının gerektirdiği türlü ilişkilerinin söz konusu olduğu herkes tarafından bilinir.

    İnsanın, görünen ve duyularımızla algılayabildiğimiz maddî yapısının hatta bu varlığının en küçük diliminde dahi kendisini gösteren varlığını tartışılamaz ve inkâr edilemez kılan, bunun da ötesinde maddî varlığına egemen olan, ona yön veren bir manevî varlığının da bulunduğunu görüyoruz.

    O halde insanlık için mükemmel bir dinin, insanın hem maddî hem de manevî yapısını göz önünde bulundurması ve bunların her birisini -ayrı ayrı ve bağımsız cüzlermiş gibi değil- bir bütünün unsurları olarak değerlendirmesi bütüne yani insana kazandırdıkları ahenk ve dengeye uygun ve o nisbette ele alması gerekmektedir. Mükemmel bir din, insanı olduğu gibi ele alan ve bu yapıya uygun bir düzen teklif eden dindir. Gerçek din insanı kuvvetli olduğu yanlarıyla, zaaflarıyla, üstünlükleriyle, istidatlarıyla, kabiliyetleriyle, imkânlarıyla, kısacası asıl yapısıyla ve fıtratıyla ele alabilen bir dindir.

  6. Alt 03-31-2009, 20:02 #16
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    İnsan, tek başına, çevresiyle, hemcinsleriyle herhangi bir ilişkisi bulunmayan, kendi sınırlarını aşmayan bir varlık değildir. Onun için yalnızlık ve çevresini etkilememek diye birşey düşünülemez. O dünyaya geldiği andan itibaren, çevresindeki hemcinsleriyle eşya ve kâinat ile ilişki halindedir. Bu ilişkilerini kurarken insan çeşitli soru ve sorunlarla karşı karşıya kalır:


    Ben neyim? Kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Benim bu kâinat içerisindeki yerim neresidir? Bu kâinat ile ilişkilerimde uymam gereken ilkeler var mıdır? Yoksa istediğim gibi hareket etmekte serbest miyim? Uymam gereken ilkeler varsa bunlar neler olabilir? Bunları nasıl öğrenebilir ve tespit edebilirim? Ailemle içinde yaşadığım toplum ve bütün insanlara karşı sorumluluğum nedir? Onlarla ilişkilerimde bağlı kalmam gereken kurallar var mıdır, varsa nelerdir? Ben onlara, onlar da bana karşı bir haksızlık yaparsa ya da görevlerimizde kusurumuz olursa buna karşı alınacak tedbirler var mıdır, nelerdir, bu tedbirleri kimler alacak? Kısaca, içinde bulunduğumuz her türlü ilişki nasıl ve kim tarafından belirlenecektir? Bu ilişki türüne uygun bir yapılanma nasıl olabilir?

    Yani insanın hem eşya ile ilişkisi, hem de insan olarak ferdî, ailevî toplumsal, ekonomik, siyasal ve ahlâkî ilişkileri nasıl olmalıdır? Kim tarafından belirlenmelidir? İşte mükemmel bir dinin bu tür sorulara doğru ve tatmin edici cevaplar vermesi kaçınılmazdır.

    İnsanın, kendinden başkaları ile ilişkiler kurduğu âlem sırf bu görünen dünya değildir. Onda, kendisi gibi eksik olmayan, mükemmel bir varlığa şevk ve ihtiyaç meyli vardır ve bu onda fıtrîdir. Fıtrata, düşman ortam ve düzenlerde yetişen kimselerde dahi fıtratın bu eğilimi küllendirilebilse bile tümden yok edilemez.

    Peki insan denen bu varlığı ve kâinatı en mükemmel düzen içerisinde yaratan, fakat kendisinden de bu kâinatı müstağni kılmayan varlık kimdir? O nasıldır? O'nu tanımanın yolu nedir? O'na karşı görev ve sorumluluklarımız nelerdir. Biz O'nun için neyin ifadesiyiz? Bizden istekleri var mı? Bize karşı davranışlarının, muamelesinin esasları nelerdir?

    Evet, mükemmel bir dinin, yani insanın hayatına düzen verme iddiasında olan bir sistemin, bu ve benzeri sorulara açık, anlaşılır ve kesin cevaplar vermesi kaçınılmazdır.

  7. Alt 03-31-2009, 20:02 #17
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    İnsan, yani selim fıtrata sahip; sapıklığı, isyanın ve günahın kirletmediği fıtrata sahip insan, bu dünya hayatının sınırlılığından, darlığından, yetersizliğinden rahatsız olur. Çünkü insan hak sahiplerinin her zaman haklarını alamadığını, haksızların, zâlimlerin her zaman uygun şekilde cezalandırılmadıklarını, zaman zaman yaptıklarının yanlarında kâr kalabildiğini görmektedir. Bu böyle ise, adil ve hakkaniyete bağlı kalmanın faydası nedir? İnsanın bazen öyle emelleri olur ki, kendisinin hatta neslinin ömrü bunları gerçekleştirmeye yeterli olmayabilir. Meselâ, yeryüzünde gerçek bir adaletin gerçekleşmesi, mazlumun hakkını alması, insanların birbirlerine "kurtluk ve orman kanunlarıyla" ya da "tilkilik" mantığıyla değil de, "en az o da benim kadar haklara sahip, benim kardeşim, benimle eşittir" mantığıyla davranacakları toplumsal ahlâkî bir düzenin kurulması, ferd ve toplum vicdanında bunun yer etmesi...

    İnsan kendi ferdî hayatında bunların, hatta emarelerinin dahi gerçekleştiğini göremeyebilir. Buna rağmen bu uğurda çalışmalarına da ara vermez. Neden? Bu uğurdaki çalışmaları eğer eksik kalacaksa, boşa gidecek ve karşılıksız kalacaksa onun bu yolda yorulması nedendir? Demek ki, insanın fıtrî yapısında bu dünyanın "ötesi"ne inanma ihtiyacı vardır ve sağlıklı bir fıtrat, mutlaka bu ihtiyacı karşılamanın yollarına gider. Bu bakımdan mükemmel bir "din" fıtratın bu ihtiyacını da karşılayabilmeli, bu konudaki sorularını tatminkâr bir şekilde cevaplandırabilmeli, sorunlarını da mükemmel bir şekilde çözebilmelidir.

    Şimdi, ikinci sorunun cevabını aramaya geçebiliriz:

    Bu mükemmellikteki dini kim koyabilir?

    Kur'ân-ı Kerim'in bu konuda bize verdiği cevaplar, gösterdiği deliller, tartışılamayacak ve reddedilme ihtimali bulunmayan güçlü delillerdir. Bu deliller o kadar açıktır ki, hiçbir şekilde görmezlikten gelinemezler.

    Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan anlaşıldığı gibi, insan hayatını yönlendiren, hayatına egemen olan her bir düzen "bir din" olduğuna göre ve aslında "din"in insanın belli nitelikteki sorularını cevaplandırmak, sorunlarını çözmek iddiasında bulunduğuna göre, bu keyfiyetteki bir "din''in koyucusu kim olabilir veya kim olmalıdır? Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'in bize verdiği cevaplar gerçekten dikkate değerdir. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

    1. Yaratan, yarattığının yapısına en uygun yolu gösterendir:

    "Herşeyi yaratıp düzene koyan, onu takdir edip ona yol gösteren... O en Yüce Rab'binin adını tesbih et." (el-A'lâ, 87/1-3)

    Rablerinin kim olduğunu soran Fir'avn'a Hz. Mûsa'nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: "Bizim Rabbimiz herşeye hilkatini veren sonra da doğru yolu gösterendir." (Tâ-Hâ, 20/50)

    Aynı cevabı Hz. İbrahim kendisiyle tartışan Nemrud'a söylemişti. Nemrud krallığının aynı zamanda insanların hayatını düzenlemek yetkisini kapsadığını kabul ettiğinden, kendisini de uyruğunu da Allah'ın dinine tâbi olmaya davet eden Hz. İbrahim'e karşı çıkmış bu konuda onunla tartışmak cüretini göstermişti:

    "Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim'le mücadele edeni görmedin mi? Hani İbrahim: Benim Rabbim diriltir ve öldürür deyince O: Ben de diriltir ve öldürürüm' demişti. İbrahim de: Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de batıdan getir' deyince, kâfir, şaşırıp kalmıştı." (el-Bakara, 2/258)

  8. Alt 03-31-2009, 20:05 #18
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    İBADET

    Kelime anlamı itaat etmek, boyun eğmek, tapmak, kulluk etmek, küçüklüğünü kabul etmek demektir. Şer'i anlamı ise, Allah'ın sevdiği, emrettiği, kabul ettiği ve razı olduğu bütün gizli-açık amel ve sözlerdir. Bunlardan bazıları; iman, islam, ihsan, dua, korkmak, umut etmek, tevekkül etmek, ummak, gönülden saygı duymak, yönelmek, yardım istemek, sığınmak, yardımına çağırmak, kurban kesmek, adak adamak, ilah olarak yalnızca Allah'ı tanımak, Allah'ın hükmüne teslimiyet göstermek, Allah için sevip Allah için buğzetmek, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, tavaf etmek, tevbe-istiğfar etmek vs. dir. (Muhammed b. Abdulvehhab, Tevhid, s.f 80, Tevhid Yayınları)


    İbadet niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan, Cenab-ı Hakka yakınlık ifade eden ve özel bir şekilde yapılan taat ve fiillerden ibarettir. Bu, bizi yoktan var eden, bize sayısız nimetler bahşeden Yüce Allah'ı ta'zîm (ululamak, yüceltmek) amacı güden bir kulluk görevidir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1935, 1/95)


    Bu duruma göre ibadet, Cenab-ı Allah'a karşı gösterilen saygı ve hürmetin, en yüksek derecesini ifade eder. En geniş anlamda ibadet, Allah'ın hoşnut ve razı olduğu bütün fiil ve davranışları kapsamına alır. (Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/53)


    İbadet, kendini kul olarak kabul eden insanın Rabbine karşı teslim oluşu ve Rabbine itaat edişidir. İbadet, Yüce Yaratıcı karşısında kişinin benliğinin derinliğinden gelen bir saygı ile boyun eğmesidir. İbadet, Allah'a karşı duyulan saygı ve azamet duygularının en yücesidir. Kul bu duyguyu, Allah'ın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak yerine getirir.


    Allah'ın razı olduğu bütün ameller ibadet kapsamına girer. Bir diğer deyişle salih (doğru ve güzel) kabul edilen bütün ameller (fiiller)in yapılması ibadettir. Çünkü Allah, insanlardan güzel davranışlar ve kendi hükümlerine itaat istemektedir. Yani Allah'a itaat manası taşıyan her hareket ibadettir.


    İbadet, 'abd' kelimesinden türetilmiştir. Bu da; en yüce bilinen bir varlığa itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin itaat etmek, boyun eğmek demektir. Eskiden kölelere de 'abd' denirdi. Onlar, sahiplerine karşı gelmeksizin itaat ederlerdi. Çünkü onlar efendilerinin malı sayılırlardı.


    İnsanın Allah karşısındaki durumu, kölenin efendisi karşısındaki durumu gibi değildir. İnsanlar Allah'ın köleleri değildirler. Ancak insanlar mutlak itaatı, boyun eğmeyi ve en yüksek tazimi Allah'a yapmak zorundadırlar. Bunun adı kulluktur, yani ibadettir. (Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, s.f. 282, Beyan Yayınları)


    İbâdet kelimesi, "abede" fiilinin masdarı olup "itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek" anlamlarına gelir. İbâdet kelimesinin türediği "abd" kökü, şu anlamlara gelir:


    1) Hürün karşıtı olan köle,

    2) Boyun eğmek ve itaat etmek,

    3) Kulluk etmek, ilâh tanımak, tapmak,

    4) Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak.


    Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği esas manalar; "kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden ferâgat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir." İşte bu durum, kulluk ve itaattir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaata layık olan da, hiç şüphesiz gerçek ma'bud olan Allah'tır. Çok ibâdet edene âbid; kendisine ibâdet edilene de ma'bûd denir

  9. Alt 03-31-2009, 20:05 #19
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Kur'ânî bir terim olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur: "Yapılması sevap olan, Allah'a yakınlık ifade eden, yalnız O'nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete ibâdet denir."


    Demek ki İslamî manasıyla Allah'a ibâdet: "İnsanın rûhen ve bedenen, gizli ve açık bütün mevcudiyetiyle yalnız Allah'a yapmış olduğu şuurlu (bilinçli) bir tâat ve kurbettir."


    "İbâdet" kavramı, "kurbet" (yakınlık) ve "tâat" (sevap olan şeyler) kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem Allah'a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O'na itaat etmiş olur. Mesela namaz kılan bir insan, Allah'a tâat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de "iman", "ihlâs" ve "niyet" in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zâhir, hem bâtında sonsuz bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta'zimi ihtiva eden ibâdet, "kibir" ve "riyâ" kabul etmez.


    "İbâdet", boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah'ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden Allah'a kulluk etmesi ve bunu, sadece O'na boyun eğip itaat etmek için yapmasıdır.


    İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan "âbid/abd" (kulluk yapan/kul), itaat ve ibâdetle Allah'a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, rasulü Muhammed (s.a.v.)'i, makamların en şereflisi olan "risâlet" makamında "abd/kul" kelimesi ile isimlendirmiştir. (2/23, 17/1, 18/1, 57/9) O yüzden şehâdet kelimesinde bile "rasül" kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli olduğu için "abduhu: O'nun kulu" ifadesi kullanılır. Çünkü risalet, Muhammmed'in (s.a.v.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; "abd/kul" ifadesi, onun Rabbıyla ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah'la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun Allah'la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.


    İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah'a yakınlık anlamına gelen kurbet ve tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Gerçek iman kulun kalbine girdiği zaman bu pratiğe salih amel şeklinde yansır. Allah insanlardan söz söylemelerini değil, sözlerini doğrulayacak salih amel işlemelerini ister. Bunun yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle, veya Allah'a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan işler, ibâdet olamazlar.

    Lisanımızda çokça kullanılan "tapınmak ve tapmak" kelimeleri, ibâdet'in değil; yalnızca tâat'in karşılığı olabilir. Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinden az çok, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası anlaşıldığı için, bu kelimeleri "puta tapmak", "haça tapmak" gibi yerlerde kullanırız. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha iyi ve anlamlıdır. Şu halde ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir ki, en hususi anlamı "ibâdet", en genel anlamı ise "kulluk" manasına gelen "ubûdiyet"tir. İbâdet, Allah'ın râzı olduğu şeyi yapmak; ubûdiyet ise, Allah'ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır. (Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri)

  10. Alt 03-31-2009, 20:06 #20
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    DALÂLET

    Yolunu şaşırma; kaybolma; azma; sapkınlık ve batıla yönelme. Ayrıca, helâk olmak, batıl şey ve unutmak mânâlarına geldiği gibi bilerek veya bilmeyerek, az veya çok doğru yoldan sapmak anlamlarına da gelir. Nitekim "dâll" ve "dalâl" hem peygamberler hem de kâfirler için kullanılmıştır: "(Kardeşleri) dediler ki: Yusuf ile kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Halbuki bizler birbirine bağlı bir toplumuz. Herhalde babamız apaçık bir hata (dalâl) içindedir." (Yusuf, 12/8)
    Âyette görüldüğü gibi, hata kelimesi "dalâl" ile ifade edilmiştir.

    Duhâ sûresinde de Hz. Peygambere hitaben; "Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" (ed-Duhâ, 93/7) buyurulmaktadır. Buradaki şaşırma kelimesi de Kur'ân'da "dâll", yani yolunu kaybetmiş, şaşırmış demektir.

    Dilimizde dalâlete, sapmak, sapıklık ve sapkınlık denir. Dalâl, bazen gafletten ve şaşkınlıktan doğar. Bu münasebetle dalâl; gaflet, şaşkınlık, kaybolma ve helâk olma manalarında da kullanılır.

    Aslında dalâl, yoldan sapmak demek olduğu gibi, aklî sapma anlamlarında da kullanılmıştır. Biz de dalâlet ve sapkınlığı batıla düşmeyi sadece dinde; dalâl ve sapıklığı da akıl ve sözde kullanırız. Dâll kelimesinin çoğulu olan "dâllîn", tam manasıyla, sapkınlar demektir.

    "Kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur." (el-Bakara, 2/108)

    "Allah'a ortak koşan kimse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür." (en-Nisâ, 4/116)

    "Allah ve Rasülü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin kadın ve erkeğin o işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasülü'ne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (el-Ahzâb, 33/36)

    Yukarıdaki âyetler, ister mümin olsun ister kâfir, Allah'ın ve Rasûlü'nün emir ve teklifleri karşısında inat edip ondan deliller ve harikulâde şeyler istemek suretiyle Hz. Peygamber'i (s.a.v) müşkül durumda bırakmaya çalışmalarının onları doğru yoldan sapmış kimseler olarak nitelendirmeye götüreceğini ihtar etmektedir.

    "İbrahim, babası Âzer'e: Sen bir takım putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve milletini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum demişti. " (el-En'am, 6/74)

    Halbuki Hz. İbrahim Kur'ân'ın ifadesiyle yumuşak, müsamahakâr, temiz huylu ve halîm birisidir. Fakat akîde söz konusu olunca, ne babalık kalır ne de evlâtlık... Dalâleti seçenlere karşı tavır budur.

    "...Allah, müminlere lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce apaçık bir (dalâl) sapıklık içindeydiler. " (Âli İmrân, 3/164)

    Daha önce, tasavvurda, itikatta, hayatî mefhumlarda, gaye ve yönelişlerde, âdet ve gidişatta, nizam ve prensiplerde dalâlet; sosyal ve ahlâkî yaşayışta da sapıklık içindeydiler. Allah, lütufta bulunarak onları, sapıklıktan doğru yola çıkarmıştır:

    "Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğutun önünde yargılanmak isterler. Oysa onu reddetmekle emr olunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklıkla saptırmak ister." (en-Nisâ, 4/60)

    İşte iman ettiğini söyleyip; Hakk'ın önünde muhakeme edilmeye çağrılınca, tâğutun hükmünü Hakk'ın hükmüne tercih edenler, gerçekte şirk ve apaçık bir sapıklık içindedirler. Şeytan da, onların, bu sapıklıklarında daha da derinleşmelerini ister ve nitekim çoğu zaman başarır.

    Dalâlet kelimesinden geçişli olarak türetilen "idlâl" da saptırmak anlamına gelir. Şöyle ki: "Onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler." (en-Nisâ, 4/113)

    Rivayete göre Medine yerlilerinden Ta'me, bir komşusunun zırhını çalmış, bir un dağarcığına saklayarak getirip, bir Yahudi'nin evine gizlemişti. Ta'me'yi sıkıştırdılar. O, müslüman olmasına rağmen yemin etti. Yahudiyi sorguya çektiler. O da: Bunu bana Ta'me verdi dedi. Bazı Yahudiler de şahitlik ettiler. Zaferoğulları Rasûlullah'a gelip Ta'me'yi beraat ettirmesini söylediler. Ta'me'nin yemini karşısında düşündü; arkasından yukardaki âyet indi.

    Dalâletin unutma ve yanılma anlamına geldiği de olur. Aşağıdaki âyet buna bir örnektir: Borç verirken yazılmasını ve şahit getirilmesini isteyen âyet, devamla; "Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden olmak üzere bir erkekle iki kadın gösterin ki, onlardan biri yanılırsa diğeri onu düzeltsin." (el-Bakara, 2/282) Görüldüğü gibi burada yanılma olarak tercüme edilen kelime Kur'ân'da "dalâlet "ten türeyen, "dallet" sözcüğüdür.

    Peygamber (s.a.v)'in hadislerinde de, sapıklığın dalâlet olarak geçtiğini görmek mümkündür. Bir örnek olmak üzere aşağıdaki hadisle yetinelim:

    "Sonradan uydurulan şeylerden sakınınız. Çünkü sonradan uydurulan her şey bid'attır. Ve her bid'at sapıklık (dalâlet)tir." (Ebû Dâvûd, es-Sünne, 5)

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.