İslam anayasası yazı dizisi

II — TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER İslâm hukukunda temel hak ve hürriyetler fikri, modern siyasi düşüncenin geçirdiği safhaları yaşamamıstır. Zira İslâm hukukunun kabul ettiği hak ve hürriyetler, başlangıçtan beri vardır ...


  1. Alt 03-31-2009, 13:22 #1
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    II — TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER
    İslâm hukukunda temel hak ve hürriyetler fikri, modern siyasi düşüncenin geçirdiği safhaları yaşamamıstır. Zira İslâm hukukunun kabul ettiği hak ve hürriyetler, başlangıçtan beri vardır ve tabiî bir haktır. Ancak bu hak ve hürriyetler, uygulamada iktidarlara göre bazı farklılıklara ma'ruz kalmıştır.

    Günümüzde bilinen ve öğretilenin tersine insan hak ve hürriyetlerinin tarihî gelişimi açısından Batı ile Doğu yani İslâm aleminin durumu, % 100'e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukukunda anlatılan ve öğretilen hak ve hürriyetlerle ilgili tarihî gelişmeler ve hatta İngiliz Magna Carta'sı ile Fransız 1789 tarihli inkılâbının bu açıdan arzettiği önem, sadece Batı için sözkonusudur. Zira İslâm aleminde, Batı'da çok zor şartlar altında elde edilen insan hak ve hürriyetleri, ta Asr-ı saâdet'ten beri vardır. Batı'da insan haklarıyla ilgili ilk bildiri tarihi en fazla 1215'e çıkarılabilirken, İslâm aleminde, Hz. Peygamber devrinde yani milâdi VII. asırda hazırlanan Medine Anayasası, ilk insan hak ve hürriyetleri bildirisi diyebileceğimiz Veda Hutbesi ve de Kur'an ile sünnet beyanları, günümüzdeki anlamıyla insan hak ve hürriyetlerini tesbit ve tayin etmiştir.

    İslâm Hukukundaki temel hak ve hürriyetler fikri, Batı'daki safhaları yaşamamış ve geçirmemiştir. Zira İslâm Hukuku'nun kabul ettiği ve biraz sonra önemlilerini zikredeceğimiz hak ve hürriyetler, 14 asırdan beri vardır ve tabii bir haktır. Uygulamada görülen aksaklıklar bir tarafa bırakılırsa, umumi hak ve hürriyetlerin tamamı, Kur'an'da, sünnet'te, Veda Hutbesi'n de ve Medine Anayasası'nda açıkça belirtilmiştir. Müslüman devletler ve özellikle Osmanlı devleti'ndeki gayr-i müslimlere ait ma'betler, mektepler ve mülkler, binlerce sayfa tutan eski mahkeme kararlan yani şer'iyye sicilleri bunun canlı şahididir. Hukukçuların.

    Türk hukuk tarihinde ilk yazılı anayasa olarak vasıflandırdıkları 1876 tarihli Kanun-i Esasi, bu hak ve hürriyetleri ilk defa kabul etmemiş, belki eskiden beri var olan bu hak ve hürriyetleri sadece yazılı hale getirmiştir. Bu husus çok önemlidir. (16)

    Bu kısa girişten sonra şimdi de hürriyet ve hak mefhumlarına dikkat edelim:

    Batı'daki hürriyet mefhumu, İslâm hukukundakinden çok farklıdır ve bu fark hâlâ da kendini muhafaza etmektedir. Batı'da ciddi manada hürriyetten ilk defa 1789 Fransız İnsan Hakları Beyannamesi'nde bahsedilmiş ve hürriyet «başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir» şeklinde tarif edilmiştir. (17) İslâm Hukuku'nda ise 14 asırdır bütün insanlar için kabul edilen hürriyet şu şekilde tarif edilmektedir: «Ne kendisine ve ne başkasına zarar vermemek şartıyla dilediğini yapmaktır.» Uyuşturucu madde kullanmak İslâmî manada hürriyetin kapsamına girmez. Hürriyet odur ki, âdil kanunlar dışında bir kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hakları mahfuz kalsın ve meşru dairede her şey serbest olsun. İslâm'a göre insanlar hürdürler, ancak Abdullah'dırlar. İslâmi hürriyet iki esası emreder : 1) Tahakküm ve istibdat ile başkasını zillet altında bırakmamayı ve 2) Zâlimlere boyun eğmemeyi. İslâm Hukuku, insanın her aklına geleni ve arzu ettiğini yapması demek olan «mutlak hürriyeti» hürriyet olarak kabul etmemekte, belki hayvanlık, şeytanın istibdadı ve nefsin esareti olarak vasıflandırmaktadır. (18)

    İslâm'ın nazarında hak mefhumunun ne olduğunu kısaca görelim : «İslâm'a göre, Allah katında hak, hakdır. Hakkın küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilemez. Kur'an bir ma'sumun hayâtını ve kanını, hatta bütün insanlık için de olsa, rızası olmadıkça heder etmez. (19)

    Konu ile ilgili ayrıntılı bilgiyi bütün kaynaklarıyla birlikte, örnek İslâm Anayasası'nın ilgili maddelerinde görmek mümkün olduğundan ayrıntıya girmiyoruz.


    --------------------------------------------------------------------------------

    (16) Cin, Halil/Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, Konya 1989, c. I, sh. 152-153.

    (17 ) 1789 Fransız insan ve Yurttaş Hkl. Bey. mesl. md. 21.

    (18 ) Armağan, Servet, İslam Hukuku'nda Temel Hak ve Hürriyetler, Ank. 87, sh. 71 vd.

    (19 ) Sızıntı, sayı: 124, sh. 124 -128.

  2. Alt 03-31-2009, 13:23 #2
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    III — DEVLETİN UNSURLARI
    Eski hukukumuzda devletin unsurları arasında hâkimiyet, ülke ve insan (millet) bulunmaktadır. Bunlar üzerinde kısaca duralım:

    1) Hâkimiyettir. Eski hukukumuzda hâkimiyetin Allah'a ait olduğunu daha önce belirtmiştik. Hâkimiyet prensip olarak Allah'a ait ve onu dilediğine veren yine Allah olmakla beraber, Allah'ın iradesini temsil eden cemaatin yani çoğunluğun umûmî iradesidir. Hz. Peygamber bu sebeple kendisine inananlardan sadakat yemini (biat) istemiş ve bu usûlü şeklen de olsa daha sonraki halifeler ve sultanlar da uygulamıştır. Burada Kur'an'a itaat şartına bağlı bir çeşit «sosyal sözleşme» sözkonusudur.

    2) Ülkedir. İslâm evrensel bir din olduğu için belli bir toprak parçası ve cemiyet üzerinde değil bütün dünya üzerinde hâkimiyet kurmayı gaye edinmektedir. Ancak dünyadaki insanların hepsi İslâm'a inanmadığı gibi, inananlar da her zaman aynı çatı altında toplanamamışlardır. İşte İslâm hukuku, İslâmiyeti manevi bir bağ kabul ederek dünyayı iki ülkeye ayırmıştır: Birincisi: İslâm ülkesi (dar'ül-islâm), İslâmi hükümlerin açıkça yürütüldüğü veya içinde oturanların çoğu yahut tamamı müslüman olan ülkeler İslâm ülkesidir. Şafiî hukukçularına göre bir kere İslâm ülkesi haline gelen bir ülke, artık harp ülkesi haline gelmez. Hanefiler ise «müslümanların can ve mal güvenliklerini kaybetmeleri, ülkede hiçbir İslâmi hükmün uygulanamaması ve ülkenin harp ülkesine bitişik olması» şartlan bütün olarak gerçekleşmedikçe, İslâm ülkesi olan bir ülke bu vasfını kaybetmez. (20) İkincisi: Harp ülkesi (dar'ül-harp)'dir. İslâm ülkesi olmayan ülkelere denir. Bazı hukukçular sulh yapılan ülkelere de dar'ül-ahd veya dar'üs-sulh demişlerse de bunun fazla bir önemi yoktur. (21)

    3) Halktır. Eski hukukumuz açısından İslâm ülkesinde yaşayan insanlar üç guruptur. A) Müslümanlar: Bunlar İslâm ülkesinde ikamet etmeleri şartıyla, teb'ası bulundukları İslâm devleti farklı bile olsa, hukuki, açıdan aynı uygulamaya tabidir. B) Zimmiler: Dini başka olduğu halde İslâm ülkesinde ikamet eden ve bazı istisnaların dışında İslâm hukukunun uygulama alanına dahil olan kimselere denir. Hanefi hukukçulara ve dolayısıyle eski Türk hukukuna göre zımmiler şu sınıflara ayrılır; Ehl-i kitap olanlar, yani mukaddes bir kitaba inananlardır. Bunlar yahudiler ve hıristiyanlardır. Zerdüşt'ü peygamber kabul eden mecusüer de zımmî olabilir. Dinden dönenler (mürtedler) ve Allah'a ortak koşanlar isteseler de, İslâm ülkesinde hayat hakkına sahip değillerdir. (22) C) Müste'menler: İslâm ülkesi vatandaşı olmayan ve izin ve pasaport ile İslâm ülkesine giren bütün yabancılara müste'men denir. Kendilerine İslâm ülkesine giriş izni verilmeyen yabancılara ise «harbî» denmektedir. İslâm ülkesiyle barış anlaşması yapan ülkelerin vatandaşları, elçiler, tüccarlar ve kendilerine giriş izni verilenlerin çocukları bu gurup için verilebilecek misallerdir. (23)



    --------------------------------------------------------------------------------

    ( 20 ) Zeydan, Abdulkerim, Ahkâm'üz-Zimmiyyîn Ve'l-Müste'menîn Fî Dar'il-İslâm, Bağdat 1963, sh. 18-21; Serahsî, Şerh'üs Siyer'il-Kebir, Kahire, 4/302,320, 323; Kâsânî, Bedâyi, 7/130.

    ( 21) Zeydan, Ahkam, 18 vd.

    ( 22 ) Zeydan, Ahkâm, 10-11; Rehber-i Muamelât, 87.

    ( 23 ) Zeydan, Ahkâm, 46 vd.

  3. Alt 03-31-2009, 13:25 #3
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    IV — DEVLETİN TEMEL ORGANLARI
    l — Yasama Organı Ve Yetki Sınırları

    Eski hukukumuzla ilgili araştırmalarda en çok hataya düşülen konu, müslüman Türk devletlerinin yasama organı olarak sultanın veya padişahın yahut da bir başka müessesenin görülmesi ve değerlendirmenin buna göre yapılmasıdır. Bu, hatalı bir değerlendirmedir. Bu sebeple eski hukukumuzdaki yasama faaliyetinin mahiyetini ve sınırlarını iyi tesbit etmek gerekir. (24)

    İslâm hukukunda gerçek anlamıyla kanun koyucu (sâri' = hakim), Allah, yani ilâhî irade olduğunu biliyoruz. Demek ki bunun dışındaki yasama kaynaklarına gerçek anlamda kanun koyucu olarak bakılmamakta, belki bunlar, ilâhî iradeye uygun hukuki hükümleri tesbit etme kaynağı olarak görülmektedir. O halde eski hukukumuzun temel ve değişmez iki kanun koyucusu mevcuttur. Birincisi Allah'dır ve ikinci de ilâhî irâdeyi (vahyi) açıklama yetkisine sahip olan Hz. Peygamber'dir. Allah'ın kelamı olan Kur'an ve Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerinden oluşan sünnet, İslâm hukukunda yasamanın iki temel kaynağıdır. Ancak bu iki kaynak bütün hukukî meselelerin hükümlerini ayrı ayrı tesbit etmemiş ve bazı konularda sadece temel esasları vaz'ederek ayrıntılarını değişen şartlara göre, meşruiyetini kabul ettiği hukukî kaynaklar muvacehesinde, Hukukçulara ve zamanın yasama organına terketmiştir. O halde eski hukukumuzdaki hükümler, kaynakları açısından iki kısımdır :

    A) Kur'an ve sünnetin açık ve seçik olarak ifade ettiği şer'î hükümler. Bunlar, hiçbir şahıs ve kurumun tasdikine gerek olmaksızın geçerlidir ve bütün, müslümanlar için bağlayıcıdır. Bunlarda kanun koyucu Allah veya Peygamberidir. Bütün müslüman hukukçuların ittifakı ile yani icma' ile sabit olan içtihadı hükümler de aynı şekilde bütün müslümanlan bağlar. İşte burada ilâhi kaynaklı yasama faaliyeti ile günümüzdeki yasama gücü arasında önemli bir fark ortaya çıkmaktadır. İslâm hukukunda yasama organı Kur'an ve sünnette yer alan hükümlere aykırı yasama faaliyetlerinde bulunamaz. Halbuki günümüzdeki lâik yasama gücü kendi iradesi olan en yüksek yasayı, Anayasayı bile kendi iradesiyle değiştirebilir. Eski hukukumuzda sultan - halife ve padişah da dahil, her müslümanı bağlayan bu çeşit hükümlere şer'î hükümler, şer'-i şerif veya şer'î hukuk denmiştir. Bunun anlamı, bunlar dışındakilerin şer'î olmadığı demek değildir, belki herkesi bağlayan ve aksine hüküm vaz'ı mümkün olmayan hükümler manasını ifade etmektedir. (25)

    B) Kur'an veya sünnette açık bir hüküm bulunmadığı için içtihad ile sabit olan hukukî hükümlerdir. Bütün İslâm hukukçularının ittifak ettiği yani icma' ile sabit olan içtihadî hükümlerin de birinci gurupda mütalaa edilmesi gerektiğini önemle belirtmiştik. Geriye kaynağı içtihad olan ve değişik îslâm hukukçularının farklı neticelere vardıkları hukukî hükümler kalmaktadır. Bunların kaynağı istihsan, amme maslahatı prensibi (istislah) veya bunlara dayanan örf ve adet kaideleri gibi tâli kaynaklar olabilir. İkinci guruba giren hükümlerin en önemli özelliği, bağlayıcı olmamasıdır. O halde bu çeşit hükümleri ortaya çıkaran ve şer'î esaslara göre tesbit edenler müçtehid hukukçular olup, Padişah veya halife değildir. Bir manada yasama faaliyeti mefhumu, müçtehid hukukçuların içtihadlarına inhisar etmektedir. Eğer halife veya sultan bizzat müçtehidse, bu manada yasama faaliyetine dahildir, yoksa değildir. (26)

    Şer'î hükümler bağlayıcı olsa bile bunu kim uygulayacaktır? İçtihadî hükümler hem fetvada hem de yargı (kaza) da bağlayıcı olmadığına göre, bunlardan hangisi uygulamada esas kabul edilecektir? Yeni meseleler ortaya çıkar da müçtehid hukukçular kendiliklerinden bu meselelerde içtihad etmezse, içtihad yaparak meseleleri çözüme kavuşturmalarını kim temin edecektir? İşte bu ve benzeri görevler, İslâm hukukunda ülül-emre yani devletin en yüksek otoritesine verilmiş ve ayrıca bazı konularda ülül-emre düzenleyici hukuk kaideleri vaz'etme yani sınırlı yasama yetkisi tanımıştır. Şimdi bu yetkilerini ve bundan doğan örfî hukukun sınırlarını daha yakından görelim.

    Eski hukukumuzda, devletin yüksek otoritesini elinde tutan organa ülül-emr denmektedir. Bu organ halife olabilir. Ülül-emr denilen yüksek otorite, şer'î hükümler dediğimiz birinci guruptaki hükümleri, uygulama amacıyla bir kanun şeklinde tanzim edebilir. Mevcut içtihadî görüşlerden birini kamu yararını esas alarak tercih edebilir. Hakkında içtihadi de olsa hiç hüküm bulunmayan meseleleri, uzman hukukçuları bir araya getirerek çözüme kavuşturabilir. Nihayet kendisine tanınan içi boş yasama yetkisine dayanarak, bazı hukuki düzenlemelerde bulunabilir. İşte ülül-emr denilen yüksek otoritenin bu faaliyetleri sonucu ortaya çıkan, bir kısmı birinci anlamda şer'î, bir kısmı içtihadi hükümler ve bir kısmı da bazı tanzimi tasarruflardan oluşan hukuki kaidelerin tamamına örfî hukuk, kanunname veya siyaset-i şer'iye adı verilmiştir ve meselenin mahiyeti tam anlaşılmadığından bazı hukukçular tarafından şer'î hukuktan tamamen ayrı, hatta ona aykırı ayrı bir hukuk manzumesi olarak görülmüştür. Ancak çoğunluk İslâm hukukunun dinamizminin sağlanması için bu tip faaliyetlerin kanun veya siyaset-i şer'iye adı altında yapılmasının caiz ve hatta şart olduğunu, sadece yapılan bu düzenlemelerin şer'i hükümlere aykırı olmaması gerektiğini, isabetle belirtmislerdir. (27) Örfî hukuk denen bu çeşit düzenlemelere «kanun» adının verilmesi, 13. asırdan önceki tarihlere rastlar. (28)

    İşte yukarıda zikrettiğimiz faaliyetler bir yasama faaliyeti kabul edilirse (bazı İslâm hukukçuları bu çeşit düzenlemelere teşri' yani yasama demekte dinî açıdan sakınca görmemekte ve bunu şer'î sınırların aşılmaması şartına bağlamaktadır) (29), burada yasama organı ülül-emr'dir. Yani yüksek otoriteyi temsil eden devletin en üst organıdır. Bu organın yaptığı düzenlemeler, şer'î esaslar dairesinde yapılmak şartıyla bağlayıcı ve meşru'dur. Ülül-emr'in bu faaliyeti özellikle içtihadî hükümlerin bağlayıcılık kazanması açısından zaruridir. Ülül-emr denilen yüksek otorite, isterse meseleleri mütalaa etmek üzere ehl-i hall ve'l akd denilen uzman şahıslardan kurulu şûra meclisinin görüşlerini alır.

    Şimdi de ülül-emr'in bu yasama yetkisinin kapsamını, başka bir deyişle örfî hukukun sınırlarını, Türk hukuk tarihinden misaller vererek, açıklayalım :

    Şer'î Hükümleri Kanun Haline Getirebilir

    Ülül-emr'in birinci yetkisi, mevcut şer'i hükümleri, uygulamada kolaylık olsun diye, derleyerek kanun haline getirebilmesidir, Zülkadiroğulları döneminde hazırlanan Kanunnamelerin çoğu maddeleri, bu manada bir düzenlemedir. Zira, hırsızlık, içki içme, yol kesme ve benzeri had suçlarının şer'î hükümlerini kanun maddeleri haline getirmiştir. (30) Osmanlı Hukukundaki Mecelle ve Hukuku Aile Kanunnamesi de, bu guruba misal olarak verilebilir. Aynca Kanunî'nin Ceza Kanunnamesi'nin bazı maddelerinde ve şer'î açıdan mülk arazinin hükümlerini kanunlaştıran Girit Kânunnamesi'nde de durum açıkça görülebilir. (31) Bu hususta ülül-emr'in yasama faaliyetinden bahsedilemez. Sadece tedvin faaliyetlerinden bahsedilir,

    İçtihadı Konularda Mevcut İçtihadlardan Birini Tercih Eder

    Eski Hukukumuzun ülül-emr'e tanıdığı yetkilerden biri de budur. Ülül-emr, serî hükümlerle çatışmayan içtihadî bir konuda, mevcut İçtihadlardan birinin uygulanması ve tercih edilmesi yolunda bir emir verdiği zaman, bu emre itirazsız uyulur ve tercih edilen içtihad herkesi bağlar. Hemen hemen Türk tarihi boyunca, mevcut mezheplerden Hanefi mezhebinin içtihadlarının tercih edilmesi, bu esasa dayanmaktadır, Alparslan'ın oğlu Sultan Melikşah'ın «El-Mesâilül Melik-şâhiye» ismiyle uzman hukukçular hey'etine hazırlattığı küçük kod, bu çeşit bîr tercihe en güzel örnek teş kil etmektedir. (32) Aynca yine Osmanlı hukukunda nakit paraların vakfedilmesin! caiz gören imam Züfer'in görüşü tercih edilmiş ve Osmanlı Kanunnâmelerinde açıkça belirtilmiştir. Tercih edilen görüşün zayıf veya kuvvetli bir görüş olması fark etmemektedir (33). «Kadılar şer'î hükümleri icra ederken Hanefi imamlardan nakledilen ve içtihadi olan konularda mevcut görüşleri araştırıp en sahihi ile amel eder.» «Nakit para konusu bundan müstesnadır.» (34) Bu arada şuna da dikkat çekmek istiyoruz: îçtihadi olan yani hakkında hüküm bulunmayan konularda, ülül-emr, uzman hukukçulardan da içtihad yapmalarını talep edebilir. Kanaatimize göre Osmanlı hukukundaki gedik ve icareteya müesseseleri bu şekilde çözüme kavuşturulmuş meselelerdir. Ayrıntıya girmiyoruz. (35)

    Kendisine Tanınan Sınırlı Yasama Yetkisini Kullanır

    Eski hukukumuzda bu tür kanun koyma yetkisi «re'y-i veliyy'il-emr» diye ifade edilmektedir. İslâm Hukuku belli alanlarda ülül-emr'e önceden belirlenmiş olan konularda kural ve kanun koyma yetkisini tanımıştır. Bunları kısaca özetlemeniz gerekir:

    a) «Allah'a, O'nun peygamberine ve sizden olan ülül-emr'in emir ve yasaklarına itaat ediniz.» (36) mealindeki âyet gereğince, caiz yani serbest olan mevzularda, ülül-emr'in emretme ve yasaklama şeklinde kanun koyma yetkisi mevcuttur. Şer'î hükümlere aykırı olmamak şartıyla bu mahiyetteki kanun hükümlerine uyulması, müslümanlar için bir vecibedir. Osmanlı hukukçuları birden fazla evlenmenin şarta bağlanmasını ve küçüklerin velileri tarafından evlendirilmesinin yasaklanmasını bu yetkiye misal olarak vermişlerdir. 1917 tarihli Hukuk-u Aile Kararnamesinin mazbatasında konu ayrıntılı olarak açıklanmıştır (37).

    b) Birinci yetkinin devamı olarak, ülül-emr, âmme maslahatı (Kamu düzeni), şer'î hükümlere aykırı olmayan örf - adet kaideleri ve benzeri sebeplerle, bazı şer'î hükümleri uygulama açısından kayıtlar; içtihadı konularda bazı emir ve yasaklamalarda bulunabilir. Bazı davaların belli zamanaşımı sürelerinin geçmesinden sonra dinlenemeyeceği, borca batık şahsın hapse-dilebileceği ve tasarruflarının geçerli olmayacağı yolunda Osmanlı Padişahlarının şeyhülislâmın fetvasını alarak verdikleri fermanlar bu kabildendir. «Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz» esası da bunu desteklemektedir (38).

    c) Ayrıca yine amme maslahatı (kamu yararı ve düzeni) prensibini kullanarak kamu hizmetlerinin kamu yararına uygun olarak yürütülmesi için bütün idari düzenlemeleri yapabilir. Askerî kanunlar, devlet teşkilatı ile ilgili idari kanunlar, vergi kanunları, yargı erkinin görev ve yetkisini düzenleyen kanunlar, mahkemelerin derecelerini tayin, gayrimenkul mülkiyetinin tapuya tescili ve benzeri hususlarla ilgili düzenlemeler, hep bu esastan kaynaklanmaktadır. Bu konularda temel kaynaklarda değişmez hükümlerin bulunması, hem mümkün değildir, hem de lâzım değildir. Zira bunlar zamana göre değişen konulardır. Tanzimattan sonra Düstur'da yayınlanan hukukî düzenlemelerin çoğunluğu bu mahiyettedir. (39)

    d) Eski hukukumuz, hakkında belli bir ceza tayin edilmeyen suçların (tazir suçlan) cezalarını takdir etmeyi, zamanın ülül-emr'inde bırakmıştır. Cezalan Kur' an ve hadisçe belirlenmiş olan had suçları ve şahsa karşı işlenen çoğu cürümler dışında kalan bütün suçlar için ceza kaidelerini tanzim yetkisi ülül-emr'e aittir. Uzun Hasan, Alâüddevle, Fatih, Kanunî ve benzeri Osmanlı Kanunnâmelerindeki cezai hükümler, hep bu yetkiye dayanılarak vaz'edilmiştir. 1858 tarihli Ceza kanunnâmesi bile konuyu sözde de olsa 1. maddesinde tasrih etmiştir (40). Şer'iyye sicillerindeki kayıtlar ve Osmanlı Arşivindeki vesikalar yukarıdaki hususlarda bizi teyit etmektedir. (41)

    e) Son olarak Osmanlı toprak rejimini yakından ilgilendiren bir yetkiye de dikkatleri çekelim: İslâm hukukuna göre, savaşla fethedilen topraklann hukukî rejimini tesbit yetkisi ülül-emr'e aittir. Sahip olduğu seçimlik yetkilerden biri de, bu çeşit toprakları devletin arazisi olarak (mirî) ilan etmek ve tasarruf şeklini âmme maslahatına (kamu düzeninin gereklerine) göre istediği gibi tanzim etmektir. Osmanlı padişahlarının vaz'ettiği bine yakın arazi kanunnâmeleri bu esasa göre konulmuştur. (42)

    Örfî hukukun sınırlarını bu şekilde kısaca belirtmeye çalıştık. (43)



    --------------------------------------------------------------------------------

    ( 24 ) Müslim, Sahih-u Müslim Mısır 1955, c, 3 sh. 1459 (îmâra,3/20)

    (25) Ebu Faris, 105 vd.; Nebhan, 353 vd., 374-375.

    (26) Nebhan, 357 vd.; Ebu Fâris, 105 vd.; Karaman, 1/187; İslâhât-ı Kanuniye, BOA. YEE. 14-1540, sh. 12 vd.

    ( 27 ) İbn'ül-Kayyım, İ'lam'ül-Muvakkiîn, 4/372 vd. Bu çeşit düzenlemelere «kavanin-i siyaset» diyen bu Hanbeli hukukçusu, örfi hukukun şeriatın bir parçası ve mütemmim cüzü olduğunu kaydetmektedir. 4/373 vd.; Alusi, Ruh-u Maani; 28/20-22.

    ( 28 ) Zerka, 1/248 vd.; Nebhan, 367 vd.

    ( 29 ) Alûsi, Ruh'ul-Maanî, 28/20 vd. 1293/1876 tarihli Anayasanın hazırlanmasından 20 yıl önce vefat eden bu büyük İslâm alimi konuyu ayrıntılarıyla açıklamıştır.

    (30 ) BOA, Tapu - Tahrir Defteri No : 735, Alâuddevle Bey ve Bozok Kanunnameleri, Barkan , Zirai ve Mâli Esaslar, 119 vd.

    ( 31) Karakoç, Külliyât, Dosya No : 1. Kanuni (Ceza Kanunnamesi)

    ( 32 ) El-ürâda Fi'1-Hikayet'is-Selçukîyye, TM, 2/248-251,

    ( 33) îbn-i Abidin, Redd'ül-Muhtâr, 1/75-76; Zerkâ, 1/202 vd.

    ( 34) Tevkiî Kanunnâmesi, MTM, 1/541; Kanunî Kanunnâmesi,MTM, 1/326-327.

    ( 35) Bkz. Ebüssuud, Gedik Risalesi, SK. İsmihan Sultan, No : 223, Vrk. 133/3 vd.; Akgündüz, Osmanlı Hukukunda Gedik Hakkının Hukukî Mahiyeti, 149 vd.

    ( 36 ) Kur'an, Nisa, 58.

    ( 37 ) HAK Esbâb-ı Mucibe Mazbatası, Akgündüz, Külliyât, 314;Alûsî Ruh'ul-Maânî, 28/21 «Yapılan düzenlemeler caiz olan konularda ise makbuldür» demektedir. (38) Kanunî Kanunnâmesi, MTM. 1/316-317; Zerkâ, 1/202 vd.; Ebüssuud, Ma'rûzât'ında bu tip meselelere çok sayıda misal zikretmektedir. Bkz. MTM. 1/337 vd.

    ( 39 ) Konunun tetkiki için bkz. Alûsi, Ruh'ul-Maânî, 28/21; Zerkâ, 1/115-122.

    (40) Alûsî, Ruh'ul-Maânî, 28/21; 1274/1858 tarihli Ceza Kanunname-i Hümâyunu, md. l; Akgündüz, Külliyât, 834; İlmiye Salnamesi, 313.

    ( 41) Akgündüz, Ahmet ve Türk Dünyası îlim Heyeti. Şer'iye Sicilleri, c. I, istanbul 1988, sh. 259 vd.

    ( 42 ) El-Maverdi, El-Ahkâm'üs-Sultaniyye, 131 vd.; Etou Yala, El-Ahkâm'üs-Sultaniyye, 130 vd.; Molla Hüsrev, Dürer, 1/285 vd.; Alûsî, Ruh'ul-Maânî, 28-21.

    ( 43 ) Değişik ve hatalı bir izah için bkz. Barkan, Ziraî ve Malî esaslar, IX-LXXII, özellikle XLIII vd. Ayrıca krş. BOA. Yıldız Tasnifi, 23-1516; 14-1540; Bu dosyalardaki layihalar konuyu bütün ayrıntılarıyla ortaya koymaktadır. Alûsî, 28/20-22.

  4. Alt 03-31-2009, 13:26 #4
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    2 — Yürütme Organı (Ülül-emr)

    Müslüman Türk devletleri de dahil olmak üzere İslâm Hukukuna göre, devletin ve onun başı olan organın en önemli fonksiyonu icra denilen yürütme erkinde kendini gösterir. Yani devlet ve onun yüksek otoriteyi temsil eden yürütme organı, Allah'ın kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde, şer'i hükümleri icraya memurdurlar. Günümüzde devlet başkanlığı, hükümet veya benzeri tabirlerle ifade edilen ve en yüksek otoriteyi temsil eden organ veya organlara eski hukukumuzda ülül-emr denmektedir. Eski hukukumuzda yürütme organı demek olan ülül-emr'in, günümüzdekinden farklı bazı önemli özellikleri vardır. Birincisi, yasama organı bahsinde de gördüğümüz gibi, ülül-emr, bütün tasarruflarında (sınırlı yasama tasarrufu da dahil) Kur'an ve sünnetten kaynaklanan kesin şer'î hükümlere aykırı davranamayacaktır. 1293/1876 tarihli Kanun-ı Esasi'de bile bu hüküm açıkça yer almıştır. (44) ikincisi, devleti temsil eden ve icranın başı olan makam (sultan, halife ve benzeri), bütün tasarruflarında şûra (ilgili ve yetkili şahıslara danışma) esasına riayet etmelidir. Bu danışma organının şekli mühim değildir. Müslüman Türk devletlerinde bu prensibe Divan usulüyle riayet edilmiştir. Divan-ı Hümâyun devletin en yüksek danışma organıdır. (45) Üçüncüsü ise, eski hukukumuzda devletin ve onun başının hilafet özelliğine sahip oluşudur. Aslında bütün insanlar, Allah'ın halifesidirler (umumî halife). Ancak bu umumî hilafetin kamu idaresi ve devletle ilgili alanda müslümanlan temsil etmek üzere seçilen şahısta kendini göstermesi demek olan hususî hilâfet, şer'i hükümlerin icrasından asıl sorumluluğu ifade eder. (46)

    Eski hukukumuzun temel kaynaklarında icranın başı ve ülül-emr olarak halife görülmekte ve hilafetle ilgili hükümler serdedilmektedir. Ancak tarihi gelişmeler, hilafet makamının her zaman bilfiil icranın başı olmadığını, islâm devletlerinde icranın başı olarak sultanların vazife ifa ettiklerini ve Osmanlı padişahlarının ise kendilerine hem halife hem de sultan unvanını verdiklerini göstermektedir.

    İslâm devletinin başkanlığı demek olan hilafetin önemi ortadadır. Bu sebeple halife olacak şahısta bazı şartların bulunması istenmiştir. Ahkam-ı Sultaniye kitaplarında zikredilen bu vasıflar ve şartlar üzerinde durmuyoruz. Ancak hilâfet müessesesinin asıl görevinin icra vazifesi olduğunu göstermesi açısından halifenin görevlerini (on görev) özetleyecek, sonra da, bu görevleri ifa açısından hilafetin kısaca çeşitleri üzerinde duracağız. Biat yolu yani ehl-i hail ve'l-akdin seçimi, istihlaf usûlü, şûra usûlü yahut istila tariki ile işbaşına gelen halifenin görevleri şunlardır: 1) İslâm dinini muhafaza ve neşr. 2) Yargı gücünü kullanmak ve kullandırmak, 3) Emniyet ve asayişi temin. 4) Cezalan infaz. 5) Ülkeyi koruma. 6) Cihâd ilanı ve icrası. 7) Devlet gelirlerini tahsil. 8) Devlet harcamalarını tanzim. 9) Kamu görevlilerini tayin. 10) İdareyi kontrol. (47)

    Bu zikredilen görevlerden aynı zamanda halifenin yetkilerini ve İslâm hukukunda hangi hukuk dallarının kamu hukuku içinde mütâlâa edildiğini de anlamış bulunuyoruz. (Anayasa, îdare, Vergi, Ceza, Usul, Devletler Umumi). Ancak günümüzdeki anlayışa uygun olarak üç kuvvet açısından halifenin yetkilerini tekrar özetlemekte yarar vardır. Yasama Yetkisi: îslâm hukukunda kanun koyucu Allah ve onun peygamberi olduğu için halifenin yasama yetkisi bunların verdiği ölçüde ve sınırlıdır. Yürütme Yetkisi: İslâm hukukunda yürütmenin başı halifedir; zaten yukarıdaki görevlerin çoğunluğu yürütmenin görev alanına girer. Yargı Yetkisi: Adaletin tevzii halifenin önemli görevlerinden biridir. Bu suretle yargılama işinin yürütülmesi de halifeye aittir. (48)

    Halife, hukuken sorumsuz değildir. Halifenin manevi ve uhrevî sorumluluğu yanında, maddi ve dünyevi sorumluluğu da vardır. Halife, diğer fertler gibi, fiil ve hareketlerinden hem hukuken hem de cezaen sorumludur. Sorguya çekmek için mübaşir vasıtasıyla bir gebe kadını huzura celbettirmek isteyen Hz. Ömer' in, kadının mübaşiri görünce korkudan çocuğunu düşürmesi üzerine, durumu büyük sahabe hukukçularına sorması ve Hz. Ali'nin «diyetini = kanlığını vermeniz gerekir» görüşünü benimsemesi konuyu aydınlatır kanaatindeyiz. (49)

    Her konuda Hz. Peygamberin izinden yürüyecek ve onu temsil edecek makam demek olan hilafet makamı, maalesef bu mana ve fonksiyonunu her zaman devam ettirememiştir. Bu sebeple bazı araştırmacılar hilâfeti iki kısma ayırmaktadırlar: Birincisi, gerçek hilâfet (hilâfet-i kâmile) veya hilâfet-i hakikiye)'dir ki, yukarıda zikredilen şartlan haiz ve müslümanların rızası ile yapılan seçim ve biat sonucu elde edilen hilafettir. Büyük Türk hukukçusu Sadrüşşeria, buna hilâfet-i nübüvvet de demektedir. İkincisi, şekli hilâfet (hi-lafet-i sûriye) "dir ki, gerekli şartları haiz olmayan veya milletin seçim veya biatıyla değil, cebir ve istila suretiyle elde edilen imamettir. Bunda saltanat ve hükümdarlık manası ağır basmaktadır. Hz. Peygamber'in «Benden sonra hilâfet otuz senedir; ondan sonra saltanata inkılab eder» hadisinin işareti ve bütün İslâm hukukçularının ittifakıyla gerçek manada halife hüle-fâ-i râşidin'dir. Halife Ömer bin Abdulaziz bir tarafa bırakılırsa, Emevi ve Abbasi halifeleri hep ikinci guruptan yani şeklen ve hükmî halifelerdir. Hz. Peygamber'in bahsettiği 30 sene, Hz. Ebubekir'den itibaren Hz. Hasan'ın altı aydan ibaret bulunan hilâfet süresiyle sona ermektedir. (50)

    Yukarıdaki izahlardan anlaşılacağı gibi şeklî hilafet de iki kısımdır: Birincisi; hilâfet makamını işgal eden şahsın gerekli vasıfları hâiz olmaması ve tayin usûlünün İslâm'ın tavsiye ettiği şekilde bulunmaması manasında şeklîliktir. Bu manada halife, daha önceki bahislerde zikredilen hak ve yetkilerine (velâyet-i âmmeye) fazlasıyla sahiptir. İkincisi ise, gerekli vasıfla rın mevcut olmasına ve tayin usulünün meşru bulun masına rağmen, halifeye tanınan hak ve yetkileri kullanamayan hilâfet makamıdır. Bu kısımda halife ünvanı sadece manevi reislikten ve maddi alanda ise bir formaliteden ibarettir. Emevi halifeleri ve ilk Abbasi halifeleri birinciye, Fatımîler ve Memlûklüler zamanına rastlayan son Abbasî halifeleri ise ikinciye misal teşkil eder.



    --------------------------------------------------------------------------------

    (44 ) Madde, 64 «... eğer bunlardan esasen umur-ı diniyeye... halel verir bir şey görür ise...» Düstur, I. Ter. 4/12.

    ( 45 ) Fatih Kanunnamesi, TOEM, İlave, sn. 10 vd.

    ( 46 ) Karaman, Anahatlarıyla... 1/190-192.

    ( 47 ) Cin/Akgündüz, 1/175.

    ( 48 ) Nebhan, 465467.

    ( 49 ) Seyyid Bey, 33-35; El-Maverdî, 15-16.

    ( 50 ) Bazı yorumlarına katılmamamızla beraber bkz. Seyyid Bey, 13-17.

  5. Alt 03-31-2009, 13:27 #5
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    3 — Yargı Organı
    Eski hukukumuzda yargı erkine kaza denilmekte ve konuyla ilgili hükümler Kitâb'ül-Kazâ başlığı altın da zikredilmektedir. İslâm hukukçuları kazayı, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları Kur'an ve Sünnetten alınan şer'î hükümlere göre halletme şeklinde tanımlamaktadır. Bu görevi ifa eden görevlilere de kadı denmektedir. İslâm hukukunda ve dolayısıyla müslüman Türk devletlerinde yargı görevi (kaza), hilâfet makamına veya devletin başına ait vazifeler arasında yer alır. Yani yargılama görevi kamu adına halîfenin ve ya yetkili kıldığı kadıların görevidir. Bu sebeple İslâmın ilk dönemlerinde halifeler, bizzat kaza vazifesini de icra ederler ve başkalarına havale etmezlerdi. Daha sonra Devletin sınırlan genişleyip yargıya dair işler çoğalınca, halifeler gerek hilâfet merkezinde ve gerek vilayetlerde kendilerine vekâleten (kamuyu temsilen) davaları yürütmek için hususi memurlar yani kadılar tayin etmişlerdir. Bu sebeple kadılara naip de denmektedir. Bu genel izahtan sonra şimdi de tarihî gelişmelere kısaca bakacağız (51).

    Konuya Hz. Peygamber devrinden başlayalım, İslâm hukuk tarihinde yargı görevini deruhde eden ilk kadı (hâkim), bizzat Hz. Peygamber'dir. Ancak İslâm Devletinin sınırlan genişleyince çevreye gönderilen valiler (emirler) de yargı yetkisine sahipti. Meselâ, Muaz bin Cebel Yemen'e hem vali hem de kadı olarak gönderilmişti. Kısaca bu devirde icra ile kaza yetkisi ayrı değildi. (52)

    Râşid Halifeler denen .ilk dört halifeden Hz. Ebubekir zamanındaki durum, Hz. Peygamber devrinden pek farklı değildir. Hz. Ömer O'nun devrinde hâkimlik yapmış ise de kendine kadı ismi verilmemiştir, İslâm hukuk tarihinde çevre merkezlere resmen kadı tayin eden ilk halife, Hz. Ömer olmuştur. Hz. Ömer, Ebü'd-Derdâ'-yı Medine kadılığına, Şüreyh'i Küfe kadılığına ve Ebu Musa el-Eşari'yi Basra kadılığına tayin etmiş; ayrıca Şam'ı müstakil bir yargı bölgesi olarak kabul eylemiştir. Yargının temel esaslarını da Hz. Ömer vaz'etmiştir. Bu dönemde hususî bir mahkeme salonu yoktur ve kadılar camilerde yargı görevini ifa ederler. (53)

    Emeviler devri de yargı organları hususunda önemli bir yenilik getirmemiştir. Ancak başta Mısır valisi olmak üzere valilerin de kadı tayin edebildiklerini görüyoruz. Bu dönemde de kadının kararı her durum için icrâi bir mahiyet arzediyordu. (54)

    Abbasiler devri, İslâm hukuk tarihinde yargı organı açısından çok önemli gelişmeler gösteren bir dönemdir. Bu dönemde kadıların yetkileri ve görevleri arttırıldığı gibi, yargı teşkilatı da belli bir düzene sokulmuştur. Her vilayete değil, her yere bir kadı tayin edilmiş ve hatta büyük şehirlerde birden fazla kadılar bulundurulmaya başlanmıştır, ilk dönemlerde kadıları halife tayin etmektedir. Abbasi halifelerinden Harun Reşid zamanında (VII. asrın sonlanna doğru), Bağdat şehrinin genişlemesi ve yargı merkezlerinin çoğalması üzerine büyük Hanefi hukukçusu Ebu Yusuf, ilk defa Kadil'-Kudât ünvanıyla ilmiye ve adliye sınıfının başına tayin edilmiştir. Artık Kadil-Kudâtlar, önce Bağdat kadılarını, kısa bir zaman sonra da bütün kadıları tayin yetkisini ellerine almışlardır. (55)

    Abbasiler zamanına kadar kazaî kararlar icra gücü ile daima desteklene gelmiştir. Bu devirde İslâm ülkesinin sınırları genişleyince bazı merkezlerde kadıların gücünün azaldığı ve verdikleri kararları mahalli icra makamlarının uygulamadığı veya mahalli icra makamının bizzat kadı kararlarını çiğnediği görülmüştür. İşte kadıların verdikleri kararların icrasında açılan bu gediğin kapatılması ve kadılara başvurup karar elde ettiği halde hakkını elde edemeyenlerin müracaat edebilmesi için, daha yüksek ve idari yargı mahiyetinde bir mahkeme daha kurulmuştur. Bu yargı organı velâyetül mezâlim veya kazâ'ül-mezâlim de denen mezalim divanıdır. Mezâlim, sözlükte, zâlimlerin mazlumlardan aldıkları şeyler anlamına gelir. Terim olarak ise, hem icra hem de kaza gücü ile donatılmış bulunan ve mazlumların şikâyetleri üzerine hukukî anlaşmazlıkları çözümleyen yüksek bir yargı organı demektir. Yani yürütme ve yargı organı birleşerek bu yargı organını meydana getirmiştir, îlk dönemlerde bizzat halifelerin, 770 yılından itibaren ise kadil-kudatların başkanlık ettiği bu mahkemenin başkanına veliyy' ül-mezâlim veya nâzır'ul-mezâlim denir. Divan üyeleri beş guruptur: Kadılar, İslâm hukukçuları, kâtipler, şahitler ve önemli devlet ricali (vezirler gibi). Haftanın belli günlerinde toplanan bu divanın en önemli görevleri ise şunlardır: l — Yerli idarecilerin halka yaptıkları haksızlıkları araştırmak ve suçluları cezalandırmak. 2 — Tahsildarların suiistimallerini önlemek, 3—Devlet memurlarını yargılamak. 4 — Devlet memurları veya eşkıyanın gasplarını önlemek. 5 — Vakıfları kontrol etmek. 6 — Kadı kararlarını icra etmek.

    7 — Muhtesiplere (belediyecilere) yardımcı olmak.

    8 — Hususi müracaatlar üzerine her çeşit yargılamayı yapmak. (56)

    Abbasiler devrinde yargı organı haline gelen bu mahkeme, bütün müslüman Türk devletlerinde değişik isimlerle devam etmiş ve Osmanlı devletinde hem Divan'ların hem de Taazimattan sonra teşkil olunan Nizamiye Mahkemelerinin meşruiyet kaynağı haline gelmiştir. (57)



    --------------------------------------------------------------------------------

    ( 51) El-Ferrâ, 44 vd.; Osman Nuri, Mecelle-i Umur, 1/258 vd.

    ( 52 ) Nebhan, 554-558; Kur'an, Nisa, 65.

    ( 53) Nebhan, 558-563; Hudarî, Tarih'üt-Teşrî, 11 vd.

    ( 54 ) Ergin, Mecelle-i Umur, 1/258-261; Nebhan, 563.

    ( 55 ) Nebhan, 563-564; Uzunçarşılı, Medhal, 10; Ergin, Mecelle-i Umur ,1/261 vd.; Kalkaşandî, Subh'ül-A'sâ, 11/72 vd.

    (56) El-Ferrâ, 58-74; Zeydan, Abdulkerim, Nizam'ül-Kazâ, 300-308; Uzunçarşılı, Medhal, 9-10; Nebhan, 594 vd.

    ( 57 ) Ebül-Ulâ, Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Faşa, istanbul 1964, sh. 229 vd.

  6. Alt 03-31-2009, 13:28 #6
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    4 — Hisbe Teşkilâtı
    Hisbe, kelime anlamı itibariyle, bir işi sadece Allah rızası için yapmaktır. Bir hukuk ve sosyal hizmet müessesesi olarak ise, iyiliği (ma'rufu) emretmek ve

    kötülükten (münkerden) sakındırmak görevi şeklinde tarif edilmiştir. Eski hukukumuzda halifenin yetkileri arasında bulunan kaza (yargı) görevinin tamamlayıcısı olarak kabul edilen hisbe görevi, velâyet'ül-his-be adı altında ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Bu görevi ifa eden şahıs veya makama muhtesip adı verilmektedir. Zaten çirkin işleri yapan şahsı kınamaya da ihtisab denmektedir. İhtisab kelimesini derli toplu olarak şöyle tarif edebiliriz: «Devletin vaz'ettiği kanunları icra, aykırı hareketlerden sakındırma ve belde ahalisinin işlerini İslâm hukukunun esasları çerçevesinde kontrol etmek görevine ihtisab denir.» (58)

    Eski hukukumuzda hisbe görevi, adlî yargı ile idarî yargı arasında bir görevdir. Yani sınırlı olsa da muhtesibin de bir yargı görevi mevcuttur. Muhtesib, ölçütartı davalarına, aldanma ve aldatma ile ilgili davalara ve de borcun ifası konusunda çıkan uyuşmazlıklara bakabilmektedir. Ancak netice itibariyle muhtesib de kadıya bağlı bir memurdur. (59) Muhtesib olabilmek için, müslüman, tam ehliyetli, erkek, âdil, görevlerini ifaya muktedir bulunmak ve yükleneceği görevi yürütebilecek kadar ilim ve fazilet sahibi olması gerekir. Ayrıca devletin ilgili makamı tarafından bu vazifeye tayin edilmesi de şarttır. (60)

    Muhtesibin görevlerini ise, korumak ve kontrol etmekle görevli olduğu hakların mahiyetine göre üç gurupta toplayabiliriz: Birincisi; Allah hakları yani kamuya ait haklarla ilgili. Bunlar, ibadetlerin ifası, umumî âdabın korunması için yasaklara uyulup uyulmadığının kontrolü ve İslâm hukukunun caiz görmediği muamelelerin önlenmesidir, ikincisi; hususî hakları yani insan haklarını korumaktır. Üçüncüsü; sosyal güvenlik haklan gibi karma hakları korumaktır. Yani muhtesib; ibadetlerin nasıl ifa edildiğini, umumî âdabı, genel sağlığı (tıp ilmi, eşyaların temizliği, yiyecek içeceklerin temizliği açısından) kontrol edecek; çarşı pazarı, umumi yollar ve binaları, tartı ve ölçü aletlerini her açıdan denetleyecek; ticari muameleleri murakabe edecek, kamu yararı gerektiriyorsa fiyatları tesbit edebilecek (narh koyma yetkisi ve ihtikarı (karaborsacılığı) kesinlikle önleyecek; kamu menfaatleri açısından olan her tedbiri alabilecektir (kölelerin ve hayvanların sahiplerine karşı, işçi ve kiracıların ise işveren ve ev sahiplerine karşı korunması gibi). (61)

    Görüldüğü gibi günümüzdeki belediye teşkilatı, eski hukukumuzdaki hisbe teşkilatının sadece bazı görevlerini ifa etmektedir, İslâm hukukuna has örjinal bir müessese olan hisbe teşkilatı, Hz. Peygamber devrinden beri vardır. Hz. Ömer devrinde bu teşkilat daha da gelişmiştir. Hz. Ömer bu görevi bizzat da ifa ediyordu. Dört halifeden sonra gelen İslâm devletlerinde, hisbe teşkilâtı daha da gelişmiştir. Abbasiler'de dar'ül-his-be adı altında teşkilâtlanan bu müessese, Fatımîlerde ve Eyyubilerde merkez ve taşra teşkilatı olarak genişlemiştir. (62)



    --------------------------------------------------------------------------------

    (58 ) Taşköprîzade. Ahmed, Miftah'us-Saâde, Haydarabad 1328/ 1329, c. I, sh. 345; Ebu Ya'lâ 268 vd.

    ( 59 ) En-Nebhan, 622-624; Ebu Ya'lâ, 268 vd.

    ( 60 ) Ebu Ya'lâ, 269 vd.; Kavakçı, Yusuf Ziya, Hisbe Teşkilâtı, Ankara 1975, sh. 22 vd.

    (61) Ebul-Ulâ, 271 vd: En-Nebhan, 624-643; Ergin, Mecelle-i Umur, 1/32 vd.

    (62) KAvakçı, Hisbe İlişkileri; 47 vd.; Ergin, Mecell-i Umur 1/309 vd.

  7. Alt 03-31-2009, 13:30 #7
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    MEDİNE SİTE DEVLETİ ANAYASASI

    Tarihçe

    İslâm tarihinde genel hak ve görevleri tesbit eden ilk yazılı anayasa, Hz. Peygamber'e atfedilen Medine Site Devleti Anayasası'dır. Hz. Peygamber'in 622 yılında Medine'ye göç eder etmez «kitâb» ve «sahife» ismi adıyla yazılı bir anayasa hazırlatması, hukuk tarihi açısından önemli bir olaydır. Müslüman olan ve olmayan Medine Site Devleti vatandaşlarına danışılarak, Medine halkını teşkilâtlandırma gayesi güdülerek ve Hz. Peygamber'in sahabelerinden Hz. Enes'in evinde toplanılarak hazırlanan bu anayasanın 47 maddeden ibaret olduğunu görüyoruz. Bu vesika, elbette ki yukarıda özetle belirttiğimiz İslâm Anayasa Hukukunun bütün hükümlerini derleyen bir metin değildir. Zaten zikrettiğimiz hükümler, yine bir anayasa niteliğinde bulunan Kur'an ve Sünnet'in açık ve kesin, hükümlerinde yerlerini almışlardır. Ancak bu metin tedkik edildiğinde görülecektir ki, anayasa hukuku ile ilgili bazı konularda düzenleyici ve bağlayıcı hükümler ihtiva etmekte, genel hatlarıyla yürütme ve yargı fonksiyonlarına ait bazı meselelere dokunmakta, farklı zümreleri tâbi olacakları hukukî sistemde serbest bırakarak yasama konusunda bazı kaideler vazetmektedir. Diger taraftan, ayrıntılara girilmese de, gerek iktidarın ve gerekse vatandaşların hak ve görevleri metinde yer almaktadır. Bazı hukuk tarihçilerine göre, bu vesika, sadece ilk İslâm Anayasası olmakla kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada ilk yazılı anayasa örneği özelliğini de taşımaktadır. Zira Aristo, Konfiçyüs, Kavtiliya'nın çalışmaları, hükümdarlar tarafından vaz'edilmiş anayasalar değildir. Belki bunlar, sadece prensler ve siyasi ilim talebeleri için öğrenim vasıtalarıdır. Aristo'nun yazmış olduğu «Atina Anayasası» dahi, bu site devletin daha ziyade tarihî bir tasvirinden ibarettir. (63)



    --------------------------------------------------------------------------------

    (63 ) Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, c. I, sh. 121 vd.; Tuğ, Salih, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1970, sh. 35-40; Cin/Akgündüz, 1/148.

  8. Alt 03-31-2009, 13:31 #8
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Medine Site Devleti Anayasası:

    Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

    Madde l — Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli Mü'minler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).

    Madde 2 — İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler.

    Madde 3 — Kureyş'ten olan muhacirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidye-i necatını Mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.

    Madde 4 — Benû Avf'lar, kendi aralarında adet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (müslümanların teşkil ettiği) her zümre harb esirlerinin fidye-i necatını Mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

    Madde 5 — Benû Hâris'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidye-i necatını Mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

    Madde 6 — Benû Sâide'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre harp esirlerinin fidye-i necatını, Mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

    Madde 7 — Benû Cuşem'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre harp esirlerinin fidye-i necatını, Mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

    Madde 8 — Benû'n-Neccâr'lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp esirlerinin fidye-i necatını, Mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

    Madde 9 — Benû Amr İbn Avf'lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp esirlerinin fidye-i necatını, Mü'minler arasındaki iyi ve ma'kul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edecektir.

    Madde 10 — Benû'n-Nebît'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp esirlerinin fidye-i necatını, Mü'minler arasındaki iyi ve Mâkul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

    Madde 11 — Benûl-Evs'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp esirlerinin fidye-i necatını, Mü'minler arasındaki iyi ve ma'kul bilinen esas lara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir,

    Madde 12 — a) Mü'minler, kendi aralarında ağır malî mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmıyacaklar, fidye-i necat veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve makul bilinen esaslara göre vereceklerdir

    Madde 12 — b) Hiçbir Mü'min, diğer bir mü'minin mevlâ (kendisi ile akdî kardeşlik rabıtası kurulmuş kimse) sına müracaat edemez. (Diğer okunuşa göre) : Hiçbir mü'mîn, diğer bir mü'minin mevlâsı ile onun aleyhinde olmak üzere bir anlaşma yapmayacaktır.

    Madde 13 — Takva sahibi mü'minler, kendi aralarından mütecavize veya haksız bir fiil ika'ını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü'minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

    Madde 14 — Hiçbir mü'min, bir kâfir için, bir mü'mini öldüremez ve mü'min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.

    Madde 15 — Allah'ın zimmeti (himaye ve teminatı) bir tektir: (Mü'minlerin) en ehemmiyetsizlerinden birinin (himayesi) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zira, mü'minler diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.

    Madde 16 — Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muarız olanlarla yardım laşılmaksızın. yardım ve müzaheretimize hak kazanacaklardır.

    Madde 17 — Sulh, mü'minler arasında bir ve tektir. Hiçbir mü'min Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü'minleri hariç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh ancak onlar (mü'minler) arasında umumiyet ve adalet esasları üzere yapılacaktır.

    Madde 18 — Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askeri) birlikler, birbirleriyle münavebe edeceklerdir.

    Madde 19 — Mü'minler birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.

    Madde 20 — a) Takva sahibi mü'minler en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.

    Madde 20 — b) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himayesi altına alamaz ve hiçbir mü'mine bu hususta engel olamaz. (Yani Kureyşlilere tecavüz etmesine mani olamaz).

    Madde 21 — Herhangi bir kimsenin bir mü'minin ölümüne sebep olduğu kat'i delillerle sabit olur da, maktulün vesilesi (yani hakkını müdafaa eden) rıza göstermezse, kısas hükümlerine tabi olur, bu halde, bütün mü'minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.

    Madde 22 — Bu sahife (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah'a ve ahiret gününe inanan bir mü'minin bir katile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helal (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösterene kıyamet günü, Allah'ın lanet ve gadabı nasib olacaktır ki, o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ne de bir taviz bedeli alınacaktır.

    Madde 23 — Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah'a ve Muhammed'e götürülecektir, selâm O'na olsun.

    Madde 24 — Yahudiler, Mü'minler gibi muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harb) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.

    Madde 25 — a) Benû Avf Yahudileri mü'minlerle birlikte— (İbn Hişam'da bu, «ma'a» (yani «ile») olarak; Ebû Ubeyd'de ise «min» (yani «den») olarak zikredilir) — bir ümmet (camia) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü'minlerin dinleri kendilerinedir. Buna, gerek, mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.

    Madde 25 — b) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm ika eder, o sâdece kendine ve aile efradına zarar vermiş olacaktır.

    Madde 26 — Benû'n-Neccâr Yahudileri de Benû Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

    Madde 27 — Benû'l-Hâris Yahudileri de, Benû Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

    Madde 28 — Benû Sâide yahudileri de Benû Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

    Madde 29 — Benû Cuşem Yahudileri de Benû Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

    Madde 30 — Benû'l-Evs Yahudileri de Benû Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

    Madde 31 — Benû Sa'lebe Yahudileri de Benû Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız, kim ki, haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm ika eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.

    Madde 32 — Cefne (ailesi) Sa'lebe'nin bir koludur; bu bakımdan Sa'lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.

    Madde 33 — Benû'ş-Şuteybe de Benû Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.

    Madde 34 — Sa'lebe'nin mevlâları, bizzat Sa'lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.

    Madde 35 — Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.

    Madde 36 — a) Bunlardan (Yahudilerden) hiçbir kimse (Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), Muhammed (sav)'in müsaadesi olmadan çıkmıyacaktır.

    Madde 36 — b) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki, bir kimse, bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve aile efradını mes'uliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riayet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). Allah bu yazıya en iyi riayet edenlerle beraberdir.

    Madde 37 — a) (Bir harb vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki, bu sahifede (yazıda) gösterilen kimselere harb açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.

    Madde 37 — b) Hiç kimse müttefikine karşı bir cürüm ika edemez; muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.

    Madde 38 — Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harb ettikleri müddetçe masrafta bulunacaklardır.

    Madde 39 — Bu sâhifenin (yazının) gösterdiği kimseler için Yesrib vadisi dahili (cevf), mukaddes (haram) bir yerdir.

    Madde 40 — Himaye altındaki kimse (car), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm ika edecektir.

    Madde 41 — Himaye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesna, bir himaye hakkı verilemez.

    Madde 42 — Bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler, arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münazaa vakalarının Allah'a ve Rasulullah Muhammed (s.a.v.)'e götürmeleri gerekir. Allah, sâhifeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riayet edenlerle beraberdir.

    Madde 43 — Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himaye altına alınmayacaklardır.

    Madde 44 — Onlar (Yani Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib'e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.

    Madde 45 — a) Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, Mü'minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harb vak'aları müstesnadır.

    Madde 45 — b) Herbir zümre kendilerine ait mıntıka (gerek müdafaa ve gerekse sair ihtiyaçlar hususunda) dan sorumludur.

    Madde 46 — Bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç teinin edenler, sâdece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahifede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir.

    Madde 47 — Bu kitab (yazı), bir haksız fiil ika eden veya cürüm işleyen (ile ceza) arasına engel olarak giremez. Kim ki, bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki, Medine'de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm ikaı halleri müstesnadır. Allah ve Resulullah Muhammed (s.a.v.) himayelerini, (bu sahifeyi) tam bir sadâkat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.

  9. Alt 03-31-2009, 13:32 #9
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    ÖRNEK BİR İSLÂM ANAYASASI VE HÜKÜMLERİ

    Muasır İslâm hukukçuları da İslâm anayasa hukuku ile ilgili önemli çalışmalar yapmışlardır. Biz konu ile ilgili araştırmaları kısaca özetleyecek, sonra da Avrupa İslâm Konseyi tarafından hazırlanan örnek bir İslâm Anayasasının tam metnini zikredeceğiz. Kanaatimize göre, hem mukayeseli hukuk alanında çalışanlar açısından ve hem de hukuk tarihi açısından, konu ile ilgilenen hukukçu ve ilim adamlarına yararlı olacaktır. Modern Türk hukukçusunun böylesine önemli hukuki gelişmelerden habersiz olması düşünülemez.
    MUASIR İSLÂM HUKUKÇULARININ KONUYLA İLGİLİ ÇALIŞMALARI

    Konuyla ilgili ilk ciddi teşebbüs, 21 - 24 Ocak 1951 tarihinde Karaçi'de Seyyid Süleyman Nedvî başkanlığında toplanan ve içlerinde büyük İslâm âlimi Mevdudî'nin de bulunduğu 31 üyeden meydana gelen bir komisyon tarafından gerçekleştirilmiştir. Komisyonun çalışmaları sonucu, modern ancak müslüman bir devletin, bütün müslüman fertlerinin ittifak edebilecekleri temel esaslar tesbit olunmuştur. Sayıları 22'yi bulan

    İslâm Anayasası'nın temel prensipleri, kısaca şöyle özetlenebilir:

    1 — Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah'a aittir.

    2 — Kanunlar, Kur'an ve Sünnet'e dayanmalıdır; bu iki kaynağa muhalif kanunlar yapılamaz.

    3 — Devlet; ülke, dil ve soy gibi beşerî esaslar üzerine değil, İslâm'ın getirdiği ilahi esaslar üzerine kâimdir.

    4 — Kitab ve Sünnet'in emir ve yasaklarını icra; ma'rufu emir ve münkeri nehiy temel esasdır.

    5 — İslâm kardeşliğini tesis etmek, devletin en önemli görevidir.

    6 — Devlet, sınıf ve din farkı gözetmeksizin, zaruri ihtiyaçlarını temin edemeyenlere yardım elini uzatmakla mükellefdir.

    7 — Vatandaşlar, fırsat eşitliğine sahiptir ve bütün hak ve hürriyetlerden eşit olarak istifade ederler.

    8 — İslâm'ın müsaade ettiği istisnai haller dışında, sözkonusu haklara tecavüz edilemez ve cezalandırmada da şahsîlik prensibi esas alınır.

    9 — Meşruiyeti kabul edilen bütün mezhep müntesipleri, mezhep hürriyetinden tam olarak istifade ederler.

    10 — Gayr-i müslimler, din ve vicdan hürriyetine sahiptirler; ahval-i şahsiye konusunda isterlerse kendi hukuklarını tatbik edebilirler.

    11 — Gayr-i müslimlerle yapılan zimmet andlaşmasına devlet riayet etmekle mükellefdir; 7. maddedeki haklardan bunlar da istifade ederler.

    12 — Devlet reisinin müslüman, erkek ve diğer aranan şartlara hâiz birisi olması gerekir.

    13 — Devleti yürütme gücünün başı devlet reisidir; ancak yetkilerinin bir kısmını ferdlere yahut kurullara devredebilir.

    14 — Devlet reisi, devleti şura usulüne uygun olarak idare etmekle mükelleftir.

    15 — Devlet reisi, anayasayı ilga edemez ve istibdad yoluna başvuramaz.

    16 — Devlet başkanını seçme hakkına sahip olanlar, azletme hakkına da sahiptirler.

    17 — Devlet reisi, medeni haklar açısından diğer vatandaşlar gibidir; kanun dışına çıkamaz.

    18 — Devlet ricali de dahil olmak üzere bütün vatandaşlar için tek kanun vardır; bunlan da sadece mahkemeler tatbik eder.

    19 — Yargı (kaza) bağımsızdır.

    20 — Devlet nizamına aykırı olan, fuhuş ve anarşiyi teşvik eden ve dini tahkir eden yayınlara müsaade edilemez.

    21 — Ülkenin vilâyet ve eyâletleri, devletin idarî üniteleridir; kabile, dil ve soya dayalı ünitelere müsaade edilemez.

    22 — Anayasanın hiçbir hükmü, Kur'an ve Sünnete aykırı olarak tefsir edilemez. (144)

    Bu çeşit gayretlerin yanında, ayrıca İslâm Anayasa hukukunun temel esaslarını ortaya koyan ilmî eserler de telif edilmiştir. Biz bu konuda ayrıntıya girmeden, İslâm Konseyi'nin bir çok İslâm hukukçusuna baş vurarak hazırladığı Örnek İslâm Anayasası üzerinde duracağız.


    --------------------------------------------------------------------------------

    (144) El-Mevdudî, Nazariyet'ül-İslâm, Şam 1964 sh. 360 vd.

  10. Alt 03-31-2009, 13:33 #10
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    İSLÂM KONSEYİ'NİN KONU İLE ALAKALI GAYRETLERİ

    İslâm'ın meseleleri ve İslâm'a ait ilimlerin araştırılması ile meşgul olan müslüman mütefekkir, yazar ve devlet adamlarından bir kısım şahsiyetler, Avrupa'da İslâm Konseyi = Meclis-i İslâmi = Islamic Council ismiyle bir kültür kurumu teşkil etmeye teşebbüs etmişlerdir. Bu konsey, resmen 5 Zilhicce 1402/22 Kasım 1982 tarihinde Paris'de akdolunan bir beynelmilel konferansla kurulmuştur. Konferansın gayesi İslâm aleminin ve müslümanların günümüzde karşı karşıya bulundukları siyasi, iktisadi, idari ve hukuki durumun tahlil edilmesidir. Bu gaye ile kurulan İslâm Konseyi, ilmi alanda da önemli gayretler içine girmiştir, İslâm Konseyi'nin çalışmaları ilk meyvesini «Evrensel İslâm Beyannamesi» ile vermiştir, ikinci çalışmalarının neticesini, hazırladıkları «İslâm Evrensel insan Hakları Beyannamesinde görüyoruz. Konsey'in üçüncü çalışması ise örnek bir «İslâm Anayasası» nı hazırlayarak, dünya hukukçularının istifadesine sunması olmuştur, İslâm Konseyi'nin diğer gayelerini de yayınladıkları bir eserden istifade ederek şöyle özetleyebiliriz:

    — Kitap ve Sünnete dayalı İslâmî hayatın te'sisi için elden gelen gayreti sarfetmek.

    — İslâm'ın koruduğu ihsan haklarını en geniş ölçüde muhafaza ve müdafaa eylemek.

    — Bütün İslâm âleminin birlik ve beraberliğini te'min için çalışmak.

    — Başta Kudüs olmak üzere işgal altındaki İslâm topraklarını işgalden kurtarmak için her teşebbüsü yapmak.

    — Müslüman toplumları her konuda aydınlatmak ve İslâmiyet hakkında doğru bilgilerin neşri için gayret göstermek. Bu zikrettiklerimizin dışında başka gayeleri de var ise de bu kadarıyla yetiniyoruz.

    Şimdi, İslâm Konseyi Genel Sekreteri Salim Azzâm'ın konu ile ilgili izahlarını özetle buraya kaydedelim :

    islâm Anayasası - F.: 8

    «Bugün İslâm âleminde bir yapı değişikliğinin yaşandığı bir gerçektir. Bu yapı değişikliğinin asıl sebebi, İslâm ülkelerindeki mevcut siyasi ve sosyal şartların müslümanların gönülden bağlı oldukları İslâmi değerlere uygun olmayışıdır. Sözkonusu yapı değişikliği, İslâm'ın fecr-i sadıkı için iyi bir işarettir. Günümüzdeki İslâmi uyanışın en önemli özelliği, müslümanların İslâm'ın her asra uygun gelecek bir nizam olduğuna inanmaları ve her alanda bu gaye ile ilgili ilmî araştırma yapmalarıdır. Şu anda İslâm âleminde hâkim olan sosyal ve siyasi nizamlar, tamamen yabancı bir medeniyetin mirasları durumundadırlar.

    Kur'an-ı Kerim, sadece insanlar için bazı ahlâk! kaideler vaz' eden bir kitap değildir. Ayrıca, anayasa, devletler, usul, ceza, ticaret ve medenî hukuklarla ilgili hükümler de vaz' eylemiştir. Bu hükümleri tatbik edecek olan da İslâm devletidir. Müslümanların yabancı hâkimiyetlerin boyunduruğu altında yaşamaları halinde, İslâm hukukunu tatbik etmemeleri mazurdur. Ancak siyasi istiklallerini elde ettikden sonra bu halin devamı manasızdır.

    İslâmiyet, sosyal bir nizamın tesisi için İslâm Devletini ikame eylemiştir; bu nizamda Kur'an'ın esasları hâkim olacaktır. Devletin tâbi' olacağı emir ve yasaklan tayin eylemiş ve böylece devletin İslâmîliğini temin yoluna gitmiştir, İslâm Devleti, Kur'an ve Sünnet'in esaslanna dayanan ve Allah'ın ilahi hukuk nizamından hâkimiyetini tescil eden bir devlettir.

    İslâm Konseyi, İslâm alemindeki İslâmî uyanışı bütün gücüyle desteklemekte ve şiddetle ihtiyaç duyulan konularda İslâm'ı anlatan beyannameler neşri için elinden gelen gayreti göstermektedir. Bu beyannameler, muasır İslâm toplumlarının müşküllerini çözmeye yöneliktir. Bu gaye ile, kuruluşundan bugüne kadar iki önemli beyanname yayınlamış bulunmaktadır. Birincisi; 1980 yılında Londra'da yayınlanan «Evrensel İslâm Beyannamesi» dir. ikincisi ise; 1981 tarihinde yayınlanan «İslâm Evrensel insan Hakları Beyannamesi» dir. Allah'a hamd olsun, bugün de üçüncü bir beyannamesini neşretmektedir: «örnek İslâm Anayasası.» (145)

    (145) Bugüne kadar, sözkonusu anayasa, Arapça, ingilizce Fransızca, Urduca ve Almanca olarak yayınlanmıştır. Kanaatimize göre Türkçe olarak ilk defa bu eserimizde yayınlanmaktadır.

    Yayınladığımız «Örnek İslâm Anayasası», İslâm anayasa hukukunun tesbit ettiği hükümlerin temel esaslarını ve kaidelerini özet olarak ihtiva etmektedir. Ayrıntıları ve özel halleri, içtihadı görüşlere ve ilmî doktrine bırakmıştır, Örnek İslâm Anayasası'nın temelini teşkil eden hedef ve esasları şöylece özetlemek mümkündür:

    Birincisi: Allah'ın mutlak hâkimiyetini kabul etmekdir ki, bu da ancak İslâm hukukunun esas kabul edilmesiyle mümkündür. Yani devletin kanunu, İslâm hukuku olmalıdır.

    İkincisi: insana değer vermek ve onun yeryüzünde Allah'ın halifesi olduğunu kabul etmektir. Gerçekten Allah, insanı, göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği bir emanetle mükellef kılmış ve onu şereflendirerek kendisine halife olacak şekilde yaratmıştır. «Gerçekten biz insanoğlunu şerefli bir mahluk olarak yarattık, yerde de gökte de onu bineklerle taşıttık, onlara en güzel rızıkları ihsan ettik ve insanları yarattığımız bir çok yaratıklara üstün kıldık.» (146)

    Üçüncüsü: İnsanlar arasında eşitlik esasına riayet etmek. Irkçılığın, kabileciliğin ve Allah'a kulluk ile takva üstünlüğü dışında insanlar arasında üstünlük vesilesi kabul edilen her şeyin varlığına' değil gölgesine dahi müsaade etmemek. «Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve sizleri kabileler ve ayrı ayrı milletler halinde kıldık ki, birbirinizi tanıyasınız ve birbirinize muarefe ile muamele edesiniz. Zira sizin Allah katında en yüce olanınız, Allah'dan en çok korkanınız yani muttaki olanınızdır.» (147)

    Dördüncüsü: İnsan haklarını, kaynağı kralların iradesi değil, Allah'ın iradesi olacak şekilde sağlam bir tarzda yerleştirmektir. Kaynağı ilahî olduğundan, dokunulamaz, kaldırılamaz ve hiç bir güç tarafından çiğnenemez. insan haklarını çiğneme Allah'a ma'siyet sayılır.

    Beşincisi: İnsanlık münasebetlerinde «adalet ve ihsan» esaslarını yerleştirmektir. Adalet, hakları korur ve ihsan ise merhamet kapılarını açar. Adalet ve merhametin bulunduğu yerde, insanlar emniyet ve huzur içinde yaşarlar.

    Altıncısı: Kur'an'ın tavsiyesine ve Resûlüllah'ın tatbikatına uyarak, şûra esasını, toplum hayatının temeli ve idarenin bel kemiği haline getirmektir. Böylece, tek kişinin veya azınlığın hâkimiyeti önlenmiş olur.

    Yedincisi: İman ve inanç kardeşliğinin, insan kardeşliğinin temelini teşkil ettiğini idrak etmektir.

    Bu esaslar gözönüne alınarak hazırlanan örnek anayasa, uzun bir cehd ü gayretin sonucudur. Hazırlanmasında, çok âlimler, mütefekkirler, devlet adamları ve islâm mücahidlerinin büyük paylan vardır. Hepsine de teşekkür ve takdirlerimizi arzediyoruz. Yüce Allah'dan da bu hayırlı hizmeti muvaffak ve mübarek kılmasını niyaz ediyoruz.

    Hamd olsun O Allah'a ki, bizi böyle bir hayırlı işde muvaffak kılmıştır. O'nun hidayet ve yardımı olmasaydı biz muvaffak olamazdık. O, bize yeter ve ne güzel bir vekildir.

    İslamabad, 6 Rebiülevvel 1404 - 10 Kasım 1983

    Salim Azzâm

    Genel Sekreter

    İslâm Konseyi Genel Sekreteri'nin yazdıkları, Örnek İslâm Anayasası hakkında gerekli fikir ve bilgileri verdiği için, biz değerlendirmeyi de konu ile ilgilenenlere bırakıyoruz. Şimdi de önce Kur'an'dan konuyla ilgili bazı ayetleri orijinalleriyle birlikte zikredecek, sonra da İslâm Anayasası'nın başlangıç kısmını ve 87 maddeden oluşan metnini olduğu gibi Türkçe'ye aktararak kitabımıza alacağız.



    Biz sana Kitab (Kur'ân)ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma! (Nisa, 105)


    --------------------------------------------------------------------------------



    ' 'Onlar hâla câhiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kimmiş Allah 'dan daha güzel hüküm verecek? Fakat bunu ancak yakın ve iman sahibi olan bir kavim anlar.,, (Mâide, 50)


    --------------------------------------------------------------------------------



    "Hayır. Ya Muhammed, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında meydana gelen anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden gönülleri hiç bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, tam iman etmiş olamazlar.,, (Nisa, 65)


    --------------------------------------------------------------------------------



    Mü'minler, aralarında hükmetmek üzere Allah'ın Resulüne davet edildikleri zaman, sözleri şu olur: "Dinledik, itaat ettik,,. İşte asıl muradlarına eren ve felaha kavuşanlar bunlardır.,, (Nur, 51)

    --------------------------------------------------------------------------------

    (146) Kur'an, İsra, 70

    (147) Kur'an, Hucurât, 13

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.