Mevlid kelimesi lügatte; doğmak, doğum yeri ve zamanı mânâlarına gelmektedir.
Önceleri bu tâbir;
“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğum gecesi” için kullanılırken,
sonradan “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
doğumunu, vasıflarını ve husûsiyetlerini işleyen
manzûmelere” de «mevlid kasîdesi» veya kısacası
«mevlid»
denilmiştir.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğum
gecesinde, merasim ve şenlik yapma âdeti; hicrî 4. asırda,
Fâtımîler Devleti’nde başlamıştır.
Fâtımîler, bunun yanında Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma,
Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anhüm- ve
halîfeleri için de mevlid merasimleri yaparlardı.
Mevlid merasimi onlardan mağrib ülkelerine, Arabistan’a ve
Osmanlılara intikal etmiştir. 16. yüzyılın sonlarına doğru III.
Murad devrinde, bu merasim resmen teşrifâta dahil edilmiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi okutulan mevlidler, dinimizde
bulunan bir emir gereği değildir. Zira bu âdet, Rasûlullah -
sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında olmadığı gibi,
Sahâbe-i Kiram zamanında da görülmemiştir.
Bunun içindir ki, “mevlid okutmak” dinimizde âlimlerce
tartışılmıştır.
Bazı âlimler:
-Mevlid’in bir çok münker (kötü) fiilin işlenmesine sebep
teşkil ettiğini ileri sürerek böyle bir merasim yapmayı mekrûh,
hatta haram saymışlardır.
Bazı âlimler de:
-Okunan mevlid-i şerîflerle insanların dînî bir havaya girerek,
İslâmî hislere ve duygulara büründüklerini belirtmişlerdir.
Böylelikle mevlid okumak; kötülüğe değil, iyiliğe sebep olur
düşüncesiyle meşrû bir merasim hüviyetini almıştır.
Şu ya da bu kimselerin, böylesine güzel bir âdeti istismar edip
kötüye kullanmaları, her hâlde tümüne ait bir mahzur
meydana getirmez. Yani uygulama bid’at olsa bile, iyiliğe
sebep olduğu için “Bid’at-ı Hasene” (güzel bid’at) kabul
edilmiştir.
Bu vechile Süyûtî’de, “Hüsnü’l-maksıd fî ameli’l-mevlid”
isimli eserinde: “Eğer mevlid çerçevesinde işlenen kötü fiiller
önlenirse, mevlid okumak veya okutmak câiz olur.” demiştir.
* * *
Günümüzde insanlar tarafından dinin emriymiş gibi telâkkî
edilen geleneklerden biri olan Mevlid’in, en çok görülen icrâ
şekli ise, ölen kişinin ruhu için muayyen günlerde okutulması
ve ardından yemek verilmesidir.
Ölen kişinin ölümünün üçüncü, yedinci, kırkıncı ve elli ikinci
günlerinde mevlid okutmak, yemek dağıtmak -az önce de
belirttiğimiz gibi- memleketimizde elzem (olmazsa olmaz) bir
ibâdetmiş gibi telâkkî edilmektedir.
Ölünün ardından verilen bu yemek, düğünlerde verilen
yemeğin neredeyse aynısıdır. Bu yemeklere ilâve olarak “un
helvası”nın dağıtılması ise, mahallî uygulamalardandır.
Mevlid’in, ölen kişinin ardından üçüncü, yedinci, kırkıncı ve
elli ikinci günlerde yapılması halk arasındaki çeşitli
söylentilere dayanmaktadır. Ancak bu söylentiler de, yöreden
yöreye farklılıklar göstermektedir.
Mesela;
Bazı yörelerde ölünün ardından üçüncü gün “can helvası”
yapılıp dağıtılmazsa, ölünün ağzının köpüğünün
gitmeyeceğine, ölünün kabirde muzdarip olacağına inanılır.
Yine aynı şekilde, ölen kişinin yedi gün boyunca kefeninin
ıslak kalacağına inanıldığından dolayı, cenazenin kadın
sahipleri “ses çıkartma” geleneği hâlinde bu günde ağıtlar
yakar, kasîdeler okurlar.
Bir diğer inanışa göre de; ölen kişinin rûhu ilk perşembe günü
evini, köyünü, atasını ziyarete gelir.
Eğer ev halkı, ölü adına bir hayırda bulunduysa
(mevlit okutup, yemek dağıttıysa) ölen kişinin rûhu, ev halkı
için güzel duâlarda bulunur, rahmet diler.
Eğer kendisi için bir hayır görmediyse, hayıflanarak bedduâ
eder ve geri döner.
Kırkıncı gün mevlid okutmanın sebebi, kırk sayısının hikmetine
dayandırılmaktadır. Yine Anadolu’da; kişinin ölümünden kırk
gün sonra etinin kemiğinden ayrılacağına inanılır.
Bu günde verilen mevlidin, biraz da olsa ölünün sıkıntılarını
hafifleteceği umulur.
Elli ikinci gün de; ölen kişinin kemiğinin toprağa karışacağına,
mevlid okutulduğu takdirde bu acının hafifleyeceğine inanılır.
Görüldüğü gibi âlimlerin bir kısmının mevlid okumanın mekruh
veya haram olduğuna hükmetmelerinin ana sebebi, halk
arasındaki bu yanlış ve mahzurlu inanış ve uygulamalardır.
Öyle ki, zaman geçtikçe insanların hayatında bu gelenekler,
bir ibâdet gibi yer etmeye başlamıştır.
Dine “onda olmayan” bir şeyi katmak ise,
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i
şerîfinde bildirdiği üzere merduttur (reddedilmiştir). (Buhârî)
Bilhassa evlerde okunan mevlidlerde, İslâm’ın men ettiği bazı
fiil ve davranışlar görülmüştür ki, bunlar çok yanlıştır.
Mesela;
Mevlid merasiminde, Rasûlullâh’ın doğumunu ifâde eden
mısralar okunurken hürmeten ayağa kalkıldığında, mutlaka
kıbleye yönelinmesi ve ellerin de namazda olduğu gibi göbek
hizasında bağlanmasının gereğine inanılması gibi…
Hâlbuki kıbleye yönelmek, elleri birbiri üzerine bağlayıp
kıyam halinde durmak; Rabbimize karşı ibâdet hâlinin
husûsiyetlerindendir. Kullara karşı aynı ibadet şekillerine
girmemiz münasip düşmez. Bu sebepledir ki, Diyanet İşleri
Başkanlığı’na bağlı bir İstişâre Kurulu, neşrettiği bir
fetvâsında, bunun münasip olmayacağını açıkça ifade etmiştir.
Yapılan bir diğer yanlış da; ölünün ardından cenâze sahibinin yemek dağıtmasıdır.
İslam dininde bunun bir dayanağı olmadığı gibi, bu
uygulamanın tam aksine cenâze evine yemek götürülmesine
teşvik vardır. Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh- şehid olunca,
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yakınlarına:
“-Câfer âilesine yemek yapın, çünkü onların başına -yeme
içmeye bakamayacakları- büyük bir iş geldi.” demiştir. (Ebû Dâvûd)
Bu sebepledir ki, akraba ve komşuların, ölüm felaketine
mâruz kalan âileye, en azından bir günlük yemek hazırlayıp
götürmesi müstehab sayılmıştır.
Cenâze sahibinin; ölünün hemen arkasından, muayyen
günlerde böyle yemek hazırlayıp başkalarına ikram etmesi,
hem câhiliye devri âdetlerinden olduğu, hem de zamansız bir
külfet teşkil ettiği için İslâm âlimlerince mekruh kabul
edilmiştir. Diğer taraftan bu durum, ölü evinde “hiçbir
şekilde hiçbir şey yenilmeyeceği” gibi bir anlamı da içermez.
Esâsen insanların, cenâze sahibinden ölünün üçünde,
yedisinde, kırkında bir mevlid merasimi isteğinde bulunması,
İslâm’ın tâziye edeplerine aykırı hareketlerdendir.
Nitekim tâziye müddeti, yakında bulunanlar için üç gündür.
Üç günden sonra tâziye yapmak veya böyle yakın aralıklarla
cenâze sahiplerinden mevlid beklentisi içinde bulunmak;
acıların tazelenmesine sebebiyet verir ki, bu da uygun bir
davranış değildir.
Bununla birlikte mevlid okutana, “Niçin okutuyorsun?!”
denmeyeceği gibi okutmayana da “Niçin okutmuyorsun?!..”
denilmez.
Ölen kişinin arkasından Kur’ân-ı Kerîm okumak, duâ etmek,
onun adına sadaka vermek, hayır hasenâtta bulunmak;
cenâze için yapılan en güzel hediye ve ikramlardandır.
Evet, mevlid arasında da zikir, duâ, Kur’ân-ı Kerîm okumak
gibi ibâdetler vardır; fakat bunları bazı kimseler, para
mukabilinde yaptıkları takdirde hem sevap hâsıl olmaz, hem
de alan ve veren günahkâr olabilir. İyi niyetle okutanlar,
sadece Allah rızasını düşünmelidirler, okuyanlar da pazarlık
yapmadan aynı düşünce içinde okutana muhatap olmalıdırlar.
Okutanların hediye olarak bir karşılık vermelerinde herhangi
bir mahzur olmamakla birlikte okuyanın da rızâ hâlinde
bulunması (verilecek şeye râzı olması), başka taleplerde
bulunup işi pazarlığa dökmemesi gerekir.
Cenâze ardından Kur’ân-ı Kerîm okumak veya duâ gibi fiiller;
herhangi bir alış-verişte olduğu gibi pazarlığa dökülürse, artık
ibadet mânâsını kaybederler. Bir ibadetin gerçekten ibadet
olabilmesi ve ondan sevap umulabilmesi için; riyâdan
(gösterişten) uzak, sırf Allah rızası için yapılmış olması şarttır.
Riyâ; “İbâdeti yaparken Allah rızasından başka bir şey murad
etmek” olarak tarif edilmiştir. Buna göre; ücret karşılığında
mevlid okuyanın sevabı, onu okumaya sevk eden şeydir ki;
o da alacağı ücrettir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ameller niyetlere göredir, herkesin eline niyet ettiği şey
geçer…” buyururken, âyet-i kerîmede de:
“…Âyetlerimi az bir karşılık için satmayın!..” (el-Bakara, 41)
buyrulmuştur.
Yukarıda sözünü ettiğimiz bid’atler; yaygın hâle geldiği için,
geçmişlerimiz nâmına yapmamız sünnet olan ibâdet ve
hayırların yerini almış; onlara mâni olmuş, onları
unutturmuştur. (Bunlar da bir başka yazıya konu olacak genişliktedir.)
Yalnız şurası unutulmamalıdır ki, mevlid okutmakla üzerine
düşen dînî mükellefiyetleri yerine getirdiğini sanıp, artık
başka mükellefiyet kalmadığına vehmetmek çok yanlış, hatta
câhilce bir davranış olur. Çünkü mevlid merâsimi,
üzerimizdeki dînî mükellefiyetlerden hiçbirini kaldırmaz.
Daha açık bir ifadeyle, bununla dînî vazifelerimizi îfâ etmiş olmayız.
Sonuç olarak, İslam âlimlerinin görüşleri birbirinden farklı gibi
görünse de aslında birbirini tamamlayıcıdır. Çünkü mevlid
okumayı uygun görmeyenler, bu merasim etrafında dine aykırı
olarak yapılan uygulamaları hoş görmemişlerdir. Yoksa gerek
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğum
gecesinde ve gerekse başka zamanlarda her Müslüman mevlid
kasîdelerinden birini alıp okuyabilir. Bu okuyuştan ilâhî ve
peygamberî aşk, feyiz ve bereket hâsıl olur. Zaten bunları
yazanlar da “para ile ölülerin rûhuna okunsun” diye değil,
herkes okusun, Peygamberini tanısın, sevsin, ona aşk ile
bağlansın diye yazmışlardır. Nitekim mevlid merasimlerinde
bulunan kişiler de edeb ve tefekkürle dinledikleri takdirde
bulundukları mânevî ortamın tesiriyle, farklı âlemleri seyre
dalarak feyze gark olurlar.
Cenâb-ı Hak, yapmış olduğumuz ibâdetleri, islâmî usûllere
uygun bir şekilde yapmayı cümlemize nasib etsin. (Âmin)
Kevser Atar
Önceleri bu tâbir;
“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğum gecesi” için kullanılırken,
sonradan “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
doğumunu, vasıflarını ve husûsiyetlerini işleyen
manzûmelere” de «mevlid kasîdesi» veya kısacası
«mevlid»
denilmiştir.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğum
gecesinde, merasim ve şenlik yapma âdeti; hicrî 4. asırda,
Fâtımîler Devleti’nde başlamıştır.
Fâtımîler, bunun yanında Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma,
Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anhüm- ve
halîfeleri için de mevlid merasimleri yaparlardı.
Mevlid merasimi onlardan mağrib ülkelerine, Arabistan’a ve
Osmanlılara intikal etmiştir. 16. yüzyılın sonlarına doğru III.
Murad devrinde, bu merasim resmen teşrifâta dahil edilmiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi okutulan mevlidler, dinimizde
bulunan bir emir gereği değildir. Zira bu âdet, Rasûlullah -
sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında olmadığı gibi,
Sahâbe-i Kiram zamanında da görülmemiştir.
Bunun içindir ki, “mevlid okutmak” dinimizde âlimlerce
tartışılmıştır.
Bazı âlimler:
-Mevlid’in bir çok münker (kötü) fiilin işlenmesine sebep
teşkil ettiğini ileri sürerek böyle bir merasim yapmayı mekrûh,
hatta haram saymışlardır.
Bazı âlimler de:
-Okunan mevlid-i şerîflerle insanların dînî bir havaya girerek,
İslâmî hislere ve duygulara büründüklerini belirtmişlerdir.
Böylelikle mevlid okumak; kötülüğe değil, iyiliğe sebep olur
düşüncesiyle meşrû bir merasim hüviyetini almıştır.
Şu ya da bu kimselerin, böylesine güzel bir âdeti istismar edip
kötüye kullanmaları, her hâlde tümüne ait bir mahzur
meydana getirmez. Yani uygulama bid’at olsa bile, iyiliğe
sebep olduğu için “Bid’at-ı Hasene” (güzel bid’at) kabul
edilmiştir.
Bu vechile Süyûtî’de, “Hüsnü’l-maksıd fî ameli’l-mevlid”
isimli eserinde: “Eğer mevlid çerçevesinde işlenen kötü fiiller
önlenirse, mevlid okumak veya okutmak câiz olur.” demiştir.
* * *
Günümüzde insanlar tarafından dinin emriymiş gibi telâkkî
edilen geleneklerden biri olan Mevlid’in, en çok görülen icrâ
şekli ise, ölen kişinin ruhu için muayyen günlerde okutulması
ve ardından yemek verilmesidir.
Ölen kişinin ölümünün üçüncü, yedinci, kırkıncı ve elli ikinci
günlerinde mevlid okutmak, yemek dağıtmak -az önce de
belirttiğimiz gibi- memleketimizde elzem (olmazsa olmaz) bir
ibâdetmiş gibi telâkkî edilmektedir.
Ölünün ardından verilen bu yemek, düğünlerde verilen
yemeğin neredeyse aynısıdır. Bu yemeklere ilâve olarak “un
helvası”nın dağıtılması ise, mahallî uygulamalardandır.
Mevlid’in, ölen kişinin ardından üçüncü, yedinci, kırkıncı ve
elli ikinci günlerde yapılması halk arasındaki çeşitli
söylentilere dayanmaktadır. Ancak bu söylentiler de, yöreden
yöreye farklılıklar göstermektedir.
Mesela;
Bazı yörelerde ölünün ardından üçüncü gün “can helvası”
yapılıp dağıtılmazsa, ölünün ağzının köpüğünün
gitmeyeceğine, ölünün kabirde muzdarip olacağına inanılır.
Yine aynı şekilde, ölen kişinin yedi gün boyunca kefeninin
ıslak kalacağına inanıldığından dolayı, cenazenin kadın
sahipleri “ses çıkartma” geleneği hâlinde bu günde ağıtlar
yakar, kasîdeler okurlar.
Bir diğer inanışa göre de; ölen kişinin rûhu ilk perşembe günü
evini, köyünü, atasını ziyarete gelir.
Eğer ev halkı, ölü adına bir hayırda bulunduysa
(mevlit okutup, yemek dağıttıysa) ölen kişinin rûhu, ev halkı
için güzel duâlarda bulunur, rahmet diler.
Eğer kendisi için bir hayır görmediyse, hayıflanarak bedduâ
eder ve geri döner.
Kırkıncı gün mevlid okutmanın sebebi, kırk sayısının hikmetine
dayandırılmaktadır. Yine Anadolu’da; kişinin ölümünden kırk
gün sonra etinin kemiğinden ayrılacağına inanılır.
Bu günde verilen mevlidin, biraz da olsa ölünün sıkıntılarını
hafifleteceği umulur.
Elli ikinci gün de; ölen kişinin kemiğinin toprağa karışacağına,
mevlid okutulduğu takdirde bu acının hafifleyeceğine inanılır.
Görüldüğü gibi âlimlerin bir kısmının mevlid okumanın mekruh
veya haram olduğuna hükmetmelerinin ana sebebi, halk
arasındaki bu yanlış ve mahzurlu inanış ve uygulamalardır.
Öyle ki, zaman geçtikçe insanların hayatında bu gelenekler,
bir ibâdet gibi yer etmeye başlamıştır.
Dine “onda olmayan” bir şeyi katmak ise,
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i
şerîfinde bildirdiği üzere merduttur (reddedilmiştir). (Buhârî)
Bilhassa evlerde okunan mevlidlerde, İslâm’ın men ettiği bazı
fiil ve davranışlar görülmüştür ki, bunlar çok yanlıştır.
Mesela;
Mevlid merasiminde, Rasûlullâh’ın doğumunu ifâde eden
mısralar okunurken hürmeten ayağa kalkıldığında, mutlaka
kıbleye yönelinmesi ve ellerin de namazda olduğu gibi göbek
hizasında bağlanmasının gereğine inanılması gibi…
Hâlbuki kıbleye yönelmek, elleri birbiri üzerine bağlayıp
kıyam halinde durmak; Rabbimize karşı ibâdet hâlinin
husûsiyetlerindendir. Kullara karşı aynı ibadet şekillerine
girmemiz münasip düşmez. Bu sebepledir ki, Diyanet İşleri
Başkanlığı’na bağlı bir İstişâre Kurulu, neşrettiği bir
fetvâsında, bunun münasip olmayacağını açıkça ifade etmiştir.
Yapılan bir diğer yanlış da; ölünün ardından cenâze sahibinin yemek dağıtmasıdır.
İslam dininde bunun bir dayanağı olmadığı gibi, bu
uygulamanın tam aksine cenâze evine yemek götürülmesine
teşvik vardır. Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh- şehid olunca,
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yakınlarına:
“-Câfer âilesine yemek yapın, çünkü onların başına -yeme
içmeye bakamayacakları- büyük bir iş geldi.” demiştir. (Ebû Dâvûd)
Bu sebepledir ki, akraba ve komşuların, ölüm felaketine
mâruz kalan âileye, en azından bir günlük yemek hazırlayıp
götürmesi müstehab sayılmıştır.
Cenâze sahibinin; ölünün hemen arkasından, muayyen
günlerde böyle yemek hazırlayıp başkalarına ikram etmesi,
hem câhiliye devri âdetlerinden olduğu, hem de zamansız bir
külfet teşkil ettiği için İslâm âlimlerince mekruh kabul
edilmiştir. Diğer taraftan bu durum, ölü evinde “hiçbir
şekilde hiçbir şey yenilmeyeceği” gibi bir anlamı da içermez.
Esâsen insanların, cenâze sahibinden ölünün üçünde,
yedisinde, kırkında bir mevlid merasimi isteğinde bulunması,
İslâm’ın tâziye edeplerine aykırı hareketlerdendir.
Nitekim tâziye müddeti, yakında bulunanlar için üç gündür.
Üç günden sonra tâziye yapmak veya böyle yakın aralıklarla
cenâze sahiplerinden mevlid beklentisi içinde bulunmak;
acıların tazelenmesine sebebiyet verir ki, bu da uygun bir
davranış değildir.
Bununla birlikte mevlid okutana, “Niçin okutuyorsun?!”
denmeyeceği gibi okutmayana da “Niçin okutmuyorsun?!..”
denilmez.
Ölen kişinin arkasından Kur’ân-ı Kerîm okumak, duâ etmek,
onun adına sadaka vermek, hayır hasenâtta bulunmak;
cenâze için yapılan en güzel hediye ve ikramlardandır.
Evet, mevlid arasında da zikir, duâ, Kur’ân-ı Kerîm okumak
gibi ibâdetler vardır; fakat bunları bazı kimseler, para
mukabilinde yaptıkları takdirde hem sevap hâsıl olmaz, hem
de alan ve veren günahkâr olabilir. İyi niyetle okutanlar,
sadece Allah rızasını düşünmelidirler, okuyanlar da pazarlık
yapmadan aynı düşünce içinde okutana muhatap olmalıdırlar.
Okutanların hediye olarak bir karşılık vermelerinde herhangi
bir mahzur olmamakla birlikte okuyanın da rızâ hâlinde
bulunması (verilecek şeye râzı olması), başka taleplerde
bulunup işi pazarlığa dökmemesi gerekir.
Cenâze ardından Kur’ân-ı Kerîm okumak veya duâ gibi fiiller;
herhangi bir alış-verişte olduğu gibi pazarlığa dökülürse, artık
ibadet mânâsını kaybederler. Bir ibadetin gerçekten ibadet
olabilmesi ve ondan sevap umulabilmesi için; riyâdan
(gösterişten) uzak, sırf Allah rızası için yapılmış olması şarttır.
Riyâ; “İbâdeti yaparken Allah rızasından başka bir şey murad
etmek” olarak tarif edilmiştir. Buna göre; ücret karşılığında
mevlid okuyanın sevabı, onu okumaya sevk eden şeydir ki;
o da alacağı ücrettir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ameller niyetlere göredir, herkesin eline niyet ettiği şey
geçer…” buyururken, âyet-i kerîmede de:
“…Âyetlerimi az bir karşılık için satmayın!..” (el-Bakara, 41)
buyrulmuştur.
Yukarıda sözünü ettiğimiz bid’atler; yaygın hâle geldiği için,
geçmişlerimiz nâmına yapmamız sünnet olan ibâdet ve
hayırların yerini almış; onlara mâni olmuş, onları
unutturmuştur. (Bunlar da bir başka yazıya konu olacak genişliktedir.)
Yalnız şurası unutulmamalıdır ki, mevlid okutmakla üzerine
düşen dînî mükellefiyetleri yerine getirdiğini sanıp, artık
başka mükellefiyet kalmadığına vehmetmek çok yanlış, hatta
câhilce bir davranış olur. Çünkü mevlid merâsimi,
üzerimizdeki dînî mükellefiyetlerden hiçbirini kaldırmaz.
Daha açık bir ifadeyle, bununla dînî vazifelerimizi îfâ etmiş olmayız.
Sonuç olarak, İslam âlimlerinin görüşleri birbirinden farklı gibi
görünse de aslında birbirini tamamlayıcıdır. Çünkü mevlid
okumayı uygun görmeyenler, bu merasim etrafında dine aykırı
olarak yapılan uygulamaları hoş görmemişlerdir. Yoksa gerek
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğum
gecesinde ve gerekse başka zamanlarda her Müslüman mevlid
kasîdelerinden birini alıp okuyabilir. Bu okuyuştan ilâhî ve
peygamberî aşk, feyiz ve bereket hâsıl olur. Zaten bunları
yazanlar da “para ile ölülerin rûhuna okunsun” diye değil,
herkes okusun, Peygamberini tanısın, sevsin, ona aşk ile
bağlansın diye yazmışlardır. Nitekim mevlid merasimlerinde
bulunan kişiler de edeb ve tefekkürle dinledikleri takdirde
bulundukları mânevî ortamın tesiriyle, farklı âlemleri seyre
dalarak feyze gark olurlar.
Cenâb-ı Hak, yapmış olduğumuz ibâdetleri, islâmî usûllere
uygun bir şekilde yapmayı cümlemize nasib etsin. (Âmin)
Kevser Atar