“Ey peygamberler!.. Helâl (tıyb) olan şeylerden yiyin ve sâlih ameller işleyin. Çünkü Ben sizin yaptıklarınızı pekâlâ bilirim.”
(el-Mü’minûn, 51)
İnsan, bir araya gelmiş lokmalarından ibârettir.
Anne karnında, rahimden aldığı gıdalarla başlayan beslenme, doğumdan sonra anne sütü vb. gıdalarla devam eder.
Ölü gıdalar yiyerek hayat bulan ve hayatını devam ettiren insanoğlu, yediklerinin toplamından ibârettir.
Boğazından geçen her lokma, bir göz, bir beyin, bir kalp, bir kol hücresine dönüşür ve sonuç itibariyle yediği, içtiği gıdalar,
soluduğu hava, o insanın fizîkî yapısını meydana getirir.
Bir yapboz mantığıyla bakacak olursak,
yerine koyduğumuz her bir parça,
aslında bütünün nasıl olacağına dâir ipuçları ile doludur.
İnsanın zâhirî yapısı (vücudu, bedeni),
nasıl böyle bir yapbozun tamamlanmasıyla oluşursa,
mânevî yapısı da benzer şekilde tamamlanır.
Tâbiri câizse, “sıfır kilometre” bir ruha sahip olan insan, her ân çevreden edindiği intibâlarla şekillenir, kıvama gelir.
Yine anne karnında başlayan bu serüven,
bu dünya hayatına gözlerini tamamen kapayıncaya kadar devam eder.
O hâlde insan, bütünü oluşturmak için parçalara dikkat etmek zorundadır.
Her bir parça iyi seçilip iyi yerleştirilirse tablonun bütünü iyi,
aksine her bir parça kötü seçilir ve özensiz yerleştirilirse, kötü olacaktır.
Rivâyete nazaran Somuncu Baba Hazretleri,
Bursa’ya ilk geldiğinde ahâlinin dinden, diyânetten,
ahlâk ve fazîletten çok uzak bir hayat sürdüğünü görmüş ve
“bir yerden başlamalı” diye düşünerek
“bir ekmek fırını” inşâ etmiş.
Burada kendi elleriyle îmâl ettiği somunları,
insanlara bazen ücretli,
bazen ücretsiz dağıtmış.
Hatta Bursa Ulu Câmî’nin inşasında çalışan bütün işçilere,
yıllarca,
o küçücük fırınında ihlâs ve zikirle pişirdiği ekmekleri
ikram edip durmuş.
Kendisinin mânevî mertebesini bilmeyen bu insanlar,
onu “Somuncu Baba” ismiyle yâd eder olmuşlar.
Onun bu gayretleri, çok geçmeden şehrin ahlâk ve yaşayışında semerelerini vermiş.
İşte bu misâlde olduğu gibi, insanların dînî hayatlarının,
ahlâk ve fazîletlerinin düzelmesinin ilk basamağı,
helâl lokmadır.
Helâl yiyen, mâneviyâta meyleder, yaptığı ibâdetten huzur ve zevk alır, günahlara meyletmez.
Şüphesiz helâller de çeşit çeşittir.
Kiminin helâl olduğu açıkça bellidir, kimisi de aşağıdaki hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere, şüphelidir.
Allah Rasûlü şöyle buyurmuşlardır:
“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir.
Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği “şüpheli” konular vardır.
Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur.
Şüphelilerden sakınmayanlar ise gitgide harama dalarlar.
Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu araziye girme tehlikesi vardır.
Dikkat edin!.. Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır.
Unutmayın ki, Allâh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.
Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır.
Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur.
Eğer o bozulursa, bütün vücud bozulur.
İşte bu et parçası kalptir.”
(Buhârî, İman, 39, Büyû, 2; Müslim, Müsâkât, 107, 108. Ayrıca bkz: Ebû Dâvud, Büyû’, 3, Tirmîzî, Büyu’, 1, Nesâî, Büyû’, 2; İbni Mâce, Fiten, 14)
Gerçekten Allâh’ın sınırları nettir.
Haramlar, tek tek sayılmış ve sınırları açıkça gösterilmiştir.
İnsanlar, şeytanın vesvesesiyle,
alabildiğine geniş olan helâlleri terk ederek haramların
etrafında dolaşmayı pek severler.
Âdeta helâli ayırıp haramı seçerler.
Helâlle yetinmeyip kirli,
necis ve her türlü musîbetin sebebi olan harama dalarlar.
İnsanın, bırakın haramlarla beslenmeyi,
hatta bazen şüpheli şeyleri bile terk etmesi gerekmektedir.
Bir hadîs-i şerîfte Allah Rasûlü şöyle buyurmaktadır:
“Bir kul, günaha girerim korkusuyla, yapılması sakıncalı olmayan bazı şeylerden bile uzak durmadıkça, müttakîler derecesine çıkamaz.”
(Tirmîzî, Kıyâmet, 19; İbn Mâce, Zühd, 24)
Demek ki, “şüpheliler”, insanların turnusol kâğıdı gibidir.
Kalblerindeki takvânın derecesini ortaya koyar.
Zaten Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede, en seçkin insanlar olan
peygamberlerine helâlin “tıyb: tertemiz” olanlarını yemelerini emretmiştir.
Çünkü ancak helâl, hatta her türlü şüpheden uzak,
“tıyb” gıdalarla “sâlih amel” işlemek mümkündür.
Âyet-i kerîmenin devamında da buna işâret vardır:
“Ey peygamberler!.. Helâl (tıyb) olan şeylerden yiyin ve sâlih ameller işleyin.”
(el-Mü’minûn, 51)
O hâlde, mü’minin birinci önceliği, îmânını muhafaza etmektir.
Bu da ibâdetlerini ve ahlâkını muhafaza etmeyi gerektirir.
İbâdetin ve ahlâkın muhâfazası ise, lokmanın helâl olmasından geçer.
Şâyet bu zinciri veya iç içe geçmiş kaleleri küçümsersek,
Allah korusun, en mahrem, en içteki kaleyi de kaybedebiliriz.
Unutmayalım ki, insanın maddî ve mânevî merkezi olan kalbine giden yol, boğazdan geçer.
Kalbimizi temizlemek, lokmalarımızı temizlemekten başlar.
Bunun anahtarı da, bir hadîs-i şerîfle işaret edilmiştir:
“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak!..”
(Tirmîzî, Kıyâmet, 60; Buhârî, Büyû’, 3; Nesâî, Kazâ, 11)
Fatma Nur Cihan
(el-Mü’minûn, 51)
İnsan, bir araya gelmiş lokmalarından ibârettir.
Anne karnında, rahimden aldığı gıdalarla başlayan beslenme, doğumdan sonra anne sütü vb. gıdalarla devam eder.
Ölü gıdalar yiyerek hayat bulan ve hayatını devam ettiren insanoğlu, yediklerinin toplamından ibârettir.
Boğazından geçen her lokma, bir göz, bir beyin, bir kalp, bir kol hücresine dönüşür ve sonuç itibariyle yediği, içtiği gıdalar,
soluduğu hava, o insanın fizîkî yapısını meydana getirir.
Bir yapboz mantığıyla bakacak olursak,
yerine koyduğumuz her bir parça,
aslında bütünün nasıl olacağına dâir ipuçları ile doludur.
İnsanın zâhirî yapısı (vücudu, bedeni),
nasıl böyle bir yapbozun tamamlanmasıyla oluşursa,
mânevî yapısı da benzer şekilde tamamlanır.
Tâbiri câizse, “sıfır kilometre” bir ruha sahip olan insan, her ân çevreden edindiği intibâlarla şekillenir, kıvama gelir.
Yine anne karnında başlayan bu serüven,
bu dünya hayatına gözlerini tamamen kapayıncaya kadar devam eder.
O hâlde insan, bütünü oluşturmak için parçalara dikkat etmek zorundadır.
Her bir parça iyi seçilip iyi yerleştirilirse tablonun bütünü iyi,
aksine her bir parça kötü seçilir ve özensiz yerleştirilirse, kötü olacaktır.
Rivâyete nazaran Somuncu Baba Hazretleri,
Bursa’ya ilk geldiğinde ahâlinin dinden, diyânetten,
ahlâk ve fazîletten çok uzak bir hayat sürdüğünü görmüş ve
“bir yerden başlamalı” diye düşünerek
“bir ekmek fırını” inşâ etmiş.
Burada kendi elleriyle îmâl ettiği somunları,
insanlara bazen ücretli,
bazen ücretsiz dağıtmış.
Hatta Bursa Ulu Câmî’nin inşasında çalışan bütün işçilere,
yıllarca,
o küçücük fırınında ihlâs ve zikirle pişirdiği ekmekleri
ikram edip durmuş.
Kendisinin mânevî mertebesini bilmeyen bu insanlar,
onu “Somuncu Baba” ismiyle yâd eder olmuşlar.
Onun bu gayretleri, çok geçmeden şehrin ahlâk ve yaşayışında semerelerini vermiş.
İşte bu misâlde olduğu gibi, insanların dînî hayatlarının,
ahlâk ve fazîletlerinin düzelmesinin ilk basamağı,
helâl lokmadır.
Helâl yiyen, mâneviyâta meyleder, yaptığı ibâdetten huzur ve zevk alır, günahlara meyletmez.
Şüphesiz helâller de çeşit çeşittir.
Kiminin helâl olduğu açıkça bellidir, kimisi de aşağıdaki hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere, şüphelidir.
Allah Rasûlü şöyle buyurmuşlardır:
“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir.
Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği “şüpheli” konular vardır.
Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur.
Şüphelilerden sakınmayanlar ise gitgide harama dalarlar.
Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu araziye girme tehlikesi vardır.
Dikkat edin!.. Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır.
Unutmayın ki, Allâh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.
Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır.
Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur.
Eğer o bozulursa, bütün vücud bozulur.
İşte bu et parçası kalptir.”
(Buhârî, İman, 39, Büyû, 2; Müslim, Müsâkât, 107, 108. Ayrıca bkz: Ebû Dâvud, Büyû’, 3, Tirmîzî, Büyu’, 1, Nesâî, Büyû’, 2; İbni Mâce, Fiten, 14)
Gerçekten Allâh’ın sınırları nettir.
Haramlar, tek tek sayılmış ve sınırları açıkça gösterilmiştir.
İnsanlar, şeytanın vesvesesiyle,
alabildiğine geniş olan helâlleri terk ederek haramların
etrafında dolaşmayı pek severler.
Âdeta helâli ayırıp haramı seçerler.
Helâlle yetinmeyip kirli,
necis ve her türlü musîbetin sebebi olan harama dalarlar.
İnsanın, bırakın haramlarla beslenmeyi,
hatta bazen şüpheli şeyleri bile terk etmesi gerekmektedir.
Bir hadîs-i şerîfte Allah Rasûlü şöyle buyurmaktadır:
“Bir kul, günaha girerim korkusuyla, yapılması sakıncalı olmayan bazı şeylerden bile uzak durmadıkça, müttakîler derecesine çıkamaz.”
(Tirmîzî, Kıyâmet, 19; İbn Mâce, Zühd, 24)
Demek ki, “şüpheliler”, insanların turnusol kâğıdı gibidir.
Kalblerindeki takvânın derecesini ortaya koyar.
Zaten Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede, en seçkin insanlar olan
peygamberlerine helâlin “tıyb: tertemiz” olanlarını yemelerini emretmiştir.
Çünkü ancak helâl, hatta her türlü şüpheden uzak,
“tıyb” gıdalarla “sâlih amel” işlemek mümkündür.
Âyet-i kerîmenin devamında da buna işâret vardır:
“Ey peygamberler!.. Helâl (tıyb) olan şeylerden yiyin ve sâlih ameller işleyin.”
(el-Mü’minûn, 51)
O hâlde, mü’minin birinci önceliği, îmânını muhafaza etmektir.
Bu da ibâdetlerini ve ahlâkını muhafaza etmeyi gerektirir.
İbâdetin ve ahlâkın muhâfazası ise, lokmanın helâl olmasından geçer.
Şâyet bu zinciri veya iç içe geçmiş kaleleri küçümsersek,
Allah korusun, en mahrem, en içteki kaleyi de kaybedebiliriz.
Unutmayalım ki, insanın maddî ve mânevî merkezi olan kalbine giden yol, boğazdan geçer.
Kalbimizi temizlemek, lokmalarımızı temizlemekten başlar.
Bunun anahtarı da, bir hadîs-i şerîfle işaret edilmiştir:
“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak!..”
(Tirmîzî, Kıyâmet, 60; Buhârî, Büyû’, 3; Nesâî, Kazâ, 11)
Fatma Nur Cihan