Mektubat-ı Rabbani 157.Mektup: Kitâbdan ve sünnetden bizim ve sizin anladıklarımızın hiç kıymeti yokdur. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymak lâzımdır. Bizim anladıklarımız, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyor ise, hiç kıymeti olmaz. Çünki her bidat sâhibi, ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşenler, sapık bilgilerini ve bozuk işlerini, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardıklarını ...söylemekdedirler." Ehl-i sünnet alimleri, niçin günümüz alimlerinin üstünde görülüyor?
Cevap
Günümüzde, dinin zaruri olarak bilinmesi gerekli hususlarında büyük bir ihmal söz konusudur. Mesela, gençlerimizin, Allah’a iman konusunda bir çok tereddüt ve istifhamları vardır. İlim yuvası olarak bildiğimiz üniversitelerde Allah’a iman etmekte tereddüt içinde olanların yüzdesi az değildir. İçtihadi konular ihtilaflıdır ve dinin aslıyla ilgili değildir. Şeriatın yüzde doksan dokuzu herkesin kabul ettiği ve dinin zaruri hususlarından meydana gelir. (Müsellemat-ı dini zaruriyat-ı diniye)—Said Nursi’nin ifadesi ile—bunlar elmas birer sütun gibidir. İçtihada bakan ihtilaflı, fer’i konular ise yüzde on civarındadır. “Doksan elmas sütunu on altının sahibi kesesine koyamaz. Ona tabi kılamaz. Elmasların madeni Kur’an ve hadistir.” (Nursi, Bediüzzaman Said, Lemeat, Klt. 1/322; Sünühat, Klt. 2/2047. )
Bunun manası, on altın için doksan elmastan sarf-ı nazar etmemek gerektiğidir. İnsanların nazari ve ihtilaflı meselelerden daha çok, dinin esas unsurlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Çünkü çoğunluk ihtilafların inceliklerine tam vakıf olamadığı için, farklı birbirine zıt konuları düşünürken, bilgisizlik sebebi ile dinin kudsiyet ve azameti hakkındaki düşüncesi de yıkılır. Bu sebeple asıl üzerinde durulması gereken hususlar, dinin esaslarıdır.
Vakıa bu olmakla birlikte, zaman zaman dinin fer’i konularındaki içtihad tartışmaları asıl bilinmesi ve öğretilmesi gereken zaruriyatı arka plana itmektedir. Üstelik, bu tür içtihad hevesiyle ortaya çıkanların bir kısmı da dinin içinden değil, din hakkında dışardan söz söyleme cür’etini gösterenlerdir. Bu sebeple İslam’ın bazı şeairini değiştirmeye yönelik içtihadlar, içtihad değil birer hıyanettir. Namazda meal okumak, ezanın Arapça aslı yerine terceme kelimelerle okutulması, tesettürün kaldırılması yönündeki teklifler buna örnek olarak verilebilir.
İlmi zihniyet gereği, İslami bir bilgi kaynağı olarak canlı ve faal bir kurum olması gereken içtihad’ın, bazı kötü niyetli insanların elinde İslam’ın asıl gövdesini çürütmeye yönelik bir mecraya kaydırıldığını fark eden Bediüzzaman Said Nursi, konuyla ilgili, “haddini bilmeyenin haddini bildirmek” için kaleme aldığı bir eserde, “içtihad kapısının açık olduğunu, fakat şu zamanda oraya girmek” için bazı manialar bulunduğunu söyler. Bunların bir kısmını mana itibari ile hülasa etmeye çalışalım:
1- İslam büyük bir saray gibidir. Kur’an’ın kabul etmediği bir çok kötülük asrımızda Müslümanlar arasında sür’atle yaygınlık kazanmıştır. Şiddetli bir fırtınayı andıran münkeratın (İslam’a zıt olan her tür adet, yaşantı ve fikirlerin) hücumu sırasında, değil kapıları açmak, pencereleri bile sıkı sıkıya kapatmak gerekir. Çünkü tahripçiler fırsat kollamaktadır!
2- Dinin asıl konuları ihmale uğrarken, nefsani arzuları tatmine yönelik teferruat bazı meselelerde içtihad yapmak, yeni bid’alar çıkarıp İslam’a hıyanet etmektir. Çünkü İslamî şeairi değiştirmeye niyet edenlerin senet ve delili—her fena şeyde olduğu gibi—Avrupa’yı körü körüne taklit etmektir. Yanlış metodla doğruya varılamaz. İslam’ın zaruri hükümlerini bile uygulamayan bu tür insanların istedikleri içtihad ve çıkarmaya çalıştıkları kolaylıklar, dinde laubaliliktir. Laubaliler ise ruhsatla okşanılmaz, azimetle, şiddetle ikaz edilir!
Burada, ancak dini bir basiretle fark edilecek bir durum da, “içtihada arzulu” kimselerin dinle ilgisidir. Acaba herhangi bir konuda içtihada gayret gösteren bu insanlar, dinin zaruri emirlerini harfiyyen yerine getiriyorlar mı? Tam bir takva ile mi hareket ediyor, yoksa ahiret hayatını dünyaya tercih ederek, ruhsatları genişletmeye mi çalışıyorlar? Şayet, bu kişilerin takvası, dini tekamülü, ahireti tercih ve Allah rızasına yakınlıkları ile ilgili verilecek cevap, müspet değil ise, bu içtihad, dinin dışından birisinin dinin surlarında gedik açmaya çalışmasıdır. Bediüzzaman, bu kimsenin yaptığı işi, ağacın gövdesini içinden gelen kuvvet yerine, dıştan zorlamalar ile büyütmeye gayret eden adama benzetir. Evet, her cisimde gelişme meyli vardır. Fakat bu meyil içten gelirse faydalıdır. Dıştan olursa, canlının tahribini netice verir. (Nursi, Hakikat, Çekirdekleri, Klt. 1/574; Sözler, 27. Söz. )
3- Şu zamanda çoğunluk için mergup olan meta’ siyaset ve dünyevi hayatın teminidir. Büyük müçtehid imamlar, Tabiin ve Sahabeler döneminde ise, ilim ehli gibi bütün insanların hedefi, “Arz ve semavat Halıkının emir ve yasaklarını” kelamından öğrenmekti. Toplumun sohbetleri bu minval üzere cereyan ettiği için içtihada kabiliyetli olanlar ortamdan çok istifade ederdi. Günümüzde ise, Batı medeniyetinin manevi baskısı, materyalizmin musallat olması, toplum hayatının ağırlaşması ile fikirler ve kalpler gibi, insanların gayretleri de dağılmıştır. Dört yaşında Kur’an’ı ezberleyen Süfyan ibni Uyeyne, on yaşında fetva verecek seviyeye gelirken, günümüzde bir talebenin ayni noktaya ulaşması için yüz sene tahsil görmesi gerekir. Çünkü zamanımızda, zihinler felsefede boğulmuş, akıllar siyasete dalmış, kalb dünya hayatında sersem olmuş ve içtihaddan uzaklaşmıştır. Zikredilen psiko-sosyal çevre faktörü çok büyük önem arz etmektedir. Günümüzdeki bir alim kendini Asr-ı Saadete yakın dönemdeki kimselere (selef alimleri) benzetip, “Ben de zekiyim; onlar gibi içtihad yaparım” diyemez. (Nursi, Sözler, 27. Söz. )
Ferdi olarak içtihadda iddialı alimlerin bu risklerden kendini kurtarması fevkalade zordur. Özellikle, dünya nimetlerinden istifadeyi artırmak, siyaset cereyanlarına kuvvet vermeye yönelik “içtihadlar”ın şer’i değil, arzi ve beşeri özellikler taşıyacağı açıktır.
Bediüzzaman bir başka eserinde, ferdin yaptığı içtihadın ancak kendisini bağlayacağını ifade ederek, bunu başkaları için dini bir delil olarak takdim edemeyeceğini söyler. Bu ihtiyacın giderilmesi için, dini emirleri tanzim ve uygulamak, manevi anarşiliği ortadan kaldırmak için tam bir fikir hürriyeti içinde çalışan muhakkik alimlerden bir heyetin bulunması gerektiğini söyler. Böyle bir heyetin ümmetin ve alimler çoğunluğunun itimadını kazanmış kimseler olması gerekir. Bu heyetten çıkan hüküm, icma’ kuvvetini de kazanarak şer’i bir düstur (prensip) olabilir ve herkese tamim edilebilir. (Nursi, Emirdağ Lahikası, Klt. 2/1847.)
Netice olarak şunu ifade etmek mümkün:
Esas itibari ile fıkıh ilminin konusu olan hüküm çıkarma ve hükümleri başka durumlara tatbik etmek kıyas, icma’, içtihad, istihsan, seddü-zerayi’ gibi delillerin Kur’an’ın gerçek yorumunda mutlaka bilinmesi gerekir. Fıkıh usulü ilminin incelikleri ve geçmiş alimlerin birikimi dikkate alınmadan Kur’an meali ve bazı hadislere bakarak dini hükümler çıkarmak imkansızdır. Bu yol, hem manen mesuliyet getirici hem de tehlikelidir. Dinin karmaşık bir hal almasına sebep olur.
Dinin büyük bir gayret ve incelik gerektiren muamelatla ilgili şer’i meselelerinde içtihad etmekten önce, hiç bir ihtilaf bulunması mümkün olmayan esasları üzerinde durmak gerekir. Müslümanların ikinci konudaki ihmalleri, bilgisizlik ve lakaydlığını ortadan kaldıracak gayretlere ihtiyaç vardır. Diğer fer’i meselelerde problem var ve ıztırari durumlar ortaya çıkıyorsa, ilgili probleme çare niyetiyle yapılacak içtihadlar da ancak geniş bir ilmi bakışa sahip değişik ilim dallarında uzman kişilerin gayretleri ile yapılmalıdır. Fikri dağınık, nazarı felsefeden yara almış şu zamanın insanı, ne kadar zeki ve dahi de olsa, Allah’ın muradını anlamak için selef alimlerinin şartlarından çok farklı bir yerdedir. Ortamın şartları himmet ve gayretleri dağıtmaktadır. İçtihadın semavilik vasfını haiz olabilmesi için dünyevi ve menfi şartlardan kurtulmak, sadece Allah’ın rızasını gözetmek gerekmektedir. Bu yüksek evsaf günümüzde ancak heyet çalışmalarında görülebilir.