Allah'ın Sıfatları ve Munciye Akidesi

...


  1. Alt 12-15-2008, 05:31 #1
    HabeÅŸi Mesajlar: 41
    (Rahmân ve Rahim olan Allâh’ın adıyla)
    Alemlerin Rabbine hamdolsun. Efendimizi tüm gönderilen peygamberlerin de efendisi Muhammed’e, Ehli Beytine-aline ve tertemiz olan ashabına salat-u selam olsun.

    BÄ°RÄ°NCÄ° SIFAT: VUCUD

    Ä°slam inancının üzerinde kurulduÄŸu ya da bina edildiÄŸi temel, öncelikle Allâh’ı bilmek, Resulünü bilmektir. Allâh’ı bilmek ve tanımak demek, yüce Allâh’ın var olduÄŸunu, mevcut bulunduÄŸunu bilmektir. Buna iman etmek vacip/farzdır. Allâh ezelden beri vardır, mevcuttur yani onun varlığının bir baÅŸlangıcı yoktur.

    Yüce Allâh şöyle buyuruyor: “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, Ä°brahim, 10), “O ilktir...” (57, Hadid, 3) Yani Allâh’ın varlığının bir baÅŸlangıcı yoktur, demektir. Nitekim Ä°mam Buhari de Sahihinde, ayrıca Beyhaki, Ebu Bekir bin Carud, Ä°mran bin Husayn’dan rivayet ediyorlar. Yemen’den Allâh Resulü (s)’ne bir toplum gelirler ve Allâh Resulüne:
    “Ey Allâh’ın Resulü! Biz sana dinde derin bilgi sahibi olmak ve senden bu iÅŸin başında olan hakkında bir ÅŸeyler sormak için geldik.” Farklı bir lafızda ise, “Bu iÅŸin başından..” diye rivayet olunmuÅŸtur. Hz. Peygamber (s) de şöyle buyurmuÅŸtur: “Her ÅŸeyden önce Allâh vardı ve Ondan baÅŸka bir varlık da yoktu. Onun Arşı su üzerindedir ve O her ÅŸeyi zikirde-Levh-i Mahfuz’da yazmıştır.” Sanki burada bu soruyu soran Yemenliler, alemin baÅŸlangıcında soruyor gibidirler. Ancak Allâh Resulü (s) onlara, onların sorduklarından daha önemli olan bir ÅŸekilde cevaplamaktadır. Çünkü Allâh Resulü (s): “Her ÅŸeyden önce Allâh vardı ve Ondan baÅŸka bir varlık da yoktu” Yani Allâh ezelden beri mevcuttur, vardır ve Onun varlığının bir baÅŸlangıcı ya da başı yoktur. Ezelde O varken, onunla beraber bir baÅŸka varlık yoktu. Yani ne zaman, ne mekan, ne de cisimler, evet bunlardan hiçbir ÅŸey yoktu.

    Allâh Resulü (s) vermiÅŸ olduÄŸu bu cevabına ÅŸunu da ekliyor: “Gerek su ve gerekse ArÅŸ, diÄŸer yaratılmışlar yok iken bu ikisi yaratılmıştı ve vardı. Allâh Resulü (s) onlara, suyun ArÅŸ’tan önce yaratılmış olduÄŸunu da kendilerine bildirmektedir. Çünkü Allâh Resulü (s): “Onun Arşı su üzerindedir” buyururken, onlara ÅŸu gerçeÄŸi anlamalarını söylüyordu, su, ArÅŸ henüz yaratılmazdan önce yaratılmıştır.

    Allâh Resulünü tanımak ve bilmek meselesine gelince, bu da Onun Allâh’tan aldıklarını tebliÄŸ ettiÄŸine ve söylediklerinde sadık-doÄŸru olduÄŸuna yani farz kılınanları, helal ve haram kılınanları bildirirken, bunlarda doÄŸru olduÄŸuna inanmaktır. Aynı ÅŸekilde geçmiÅŸe iliÅŸkin verdiÄŸi haberlerde, ileride olabilecek ÅŸeylerde, bunlar ister dünyayı ilgilendiren ÅŸeyler olsum, ister kabir alemini olsun, ister ahiret hayatıyla alakalı olsun, bunların tümünde doÄŸru olduÄŸuna iman etmek, demektir.

    Kim hiçbir şüphe ve kuÅŸkuya kapılmaksızın bunlara kesin olarak inanırsa, bu kiÅŸi gerçekten Allâh’ı ve Resulünü bilen bir kimsedir. Bu konulara iliÅŸkin akla dayalı delilleri ister bilsin, ister bilmesin bu kimse Allâh’a ve Resulüne inanmış kiÅŸi demektir. Ä°manın sahih ve saÄŸlıklı, kabul edilebilir olması için Mutezilenin ileri sürdüğü ve kiÅŸi mutlaka bu konuya iliÅŸkin akla dayalı delili bilmelidir, diye bunu bir ön ÅŸart olarak ileri sürmekle sapıtmış olmaktadır. Ancak Ehli Sünnet böyle bir ÅŸeyi ÅŸart-koÅŸul olarak ileri sürmezler. Fakat bununla beraber Ehli Sünnet, Allâh’ın varlığı hakkında icmali manada da olsa yani kısa da olsa bu konuda akli bir delil göstermelerini vacip kabul ederler.

    İcmali manada olacak olan böyle bir delil, bilimin öngördüğü bir sıralamaya yani tertibe uyarak bilemese de, her mümin böyle bir delili şu veya bu manada bilebilir. Örneğin bu alem değişen bir varlıktır. Her değişen varlık da hadistir yani sonradan meydana gelmedir. O halde bu alem de hadistir.

    Buna göre mutlaka bu alemi meydana getiren bir Muhdisin, yaratan ya da var edeninin olması gerekir. İşte sözü edilen bu Muhdis, Allâh diye adlandırılan Muciddir, yaratıp var edendir.

    Doğrusu kim iyice düşünüp, sağlıklı bir bakış açısıyla bir değerlendirme yapacak olsa, mutlaka buna ilişkin delili aklıyla bulabilir. İcmali manadaki delil göstermeyi ya da ortaya koymayı alim olsun, olmasın hemen herkes bilebilir. Bu türden bir delil göstermeye doğal delil sergilemek, ortaya koymak denir. Müslüman bir kimsenin icmali manadaki bir delili sergilememesi, ortaya koyamaması bir eksikliktir. Allâh'ın var olduğuna delalet eden akli delili öğrenmek farzdır. Böyle bir delil göstermeyen bir mümin kimse hakkında hak ehli denen Ehli Sünnet böylesi için asi kimsedir, demektedirler. Bunun da sebebi şanı yüce olan Allâh, kullarına, yaratmış oldukları varlıklar üzerinde düşünmeleri, tefekkür etmelerini istemiştir ki, bu sayede asıl yaratıcılarını bulabilmede bir delil ortaya koyabilsinler, istemiştir. Kısaca alemin durumuna bakarak bundan bu alemin bir yaratanının olduğunu anlayabilsinler, istemiştir.

    DiÄŸer taraftan yüce Allâh’ın varlığını öğrendikten ve sadece ibadete layık olanın O olduÄŸunu bildikten sonra, yani asıl önünde yere kapanmanın gerektiÄŸinin Allâh olduÄŸunu öğrendikten sonra, bundan böyle artık bu kimsenin yüce Allâh’a ait olan on üç sıfatı da öğrenmeleri gerekir. Bu sıfatlar sırasıyla ÅŸunlardır:
    Kıdem, Beka, Muhalefetun lilhavadis, Kıyam binefsihi, Vahdaniyet, Hayat, Kudret, İrade, İlim, Semi, Basar ve Kelam.

    Bu sıfatlara ilişkin icmali delillere gelince bu konuda şunun ifade olunmasıdır. Eğer yüce Allâh bu sayılan sıfatlara sahip olmasaydı, bu gün var olduğunu gördüğümüz bu alem var olmazdı, mevcut olmazdı. İşte icmali manadaki bu türden bir delile ulaşabilmek yeterlidir ve vacip/farz olan da zaten budur.
    Tafsili yani detay manadaki delillere gelince, Bunu tüm detaylarıyla bilip öğrenmek farzı ayın olan bir görev değildir. Aksine bu, farzı kifayedir. Müslümanlar, akidelerinin temelini oluşturan bu on üç sıfatı ve bunlara bağlı olanlarını akla dayalı delilleriyle bilebilirlerse, artık bunları bilemeyen diğer Müslümanlardan bu borç düşürülmüş olur. Yani bazılarının bilmesiyle diğerlerinden vebal kalkmış olur. Çünkü itikaden dinsiz olanlarla bidat ehline karşı çıkabilecek olan bir şüphe ya da kuşkunun önlenebilmesi için bu, gereklidir.

    ÖrneÄŸin bir mülhit yani dinsiz gelir de Müslümanlara: “Allâh’ın varlığına iliÅŸkin olarak bana akla dayalı delil gösterin” diye bir talepte bulunsa, mutlaka bu adamın şüphe ve kuÅŸkularının hem de tafsili yani detaya dayalı delillerle giderilmesi gerekir. Çünkü böylesi bir adama, yüce Allâh, “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, Ä°brahim, 10), “Allâh her ÅŸeye kadirdir.” (5, Maide, 120), “O her ÅŸeyi hakkıyla bilendir.” (2, Bakara, 29. 6,En’am, 101. 57, Hadid, 3) “O ilktir...” (57, Hadid, 3), “Şüphesiz Allâh’ın hiçbir ÅŸeye ihtiyacı yoktur, O her ÅŸeyden müstaÄŸnidir.” (29, Ahkebut, 6) iÅŸte bu ve benzeri ayetleri okuyarak cevap vermeye kalkışırsa, mülhid yani o dinsiz olan kiÅŸi de buna karşılık ÅŸunu söyleyecektir: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, sizin kitabınızdan bana delil sunmanızı, hatırlatmada bulunmanızı istemiyorum.” Bu durum karşısında o halde böyle bir adamın şüphesini nasıl ortadan kaldıracaksınız.

    Buna örnek olarak şöyle bir örneÄŸi gösterebiliriz. Varsayalım ki güneÅŸe tapan biri: “Benim *****m duyularla anlaşılabilen ve görülebilendir. Ä°nsanlara ve diÄŸer canlılara, bitkilere, suya ve havaya da faydası dokunandır. O halde benim bu dinim nasıl hak din olmayabilir ki? Gerek biz ve gerekse siz olun, hepimiz de bilmekteyiz ki bu vardır, mevcuttur ve gözlerimizle de görülebilmektedir. Öyleyse nasıl benim bu dinim için, o batıl bir dindir, diye söylersiniz ki?” EÄŸer bu adama yeniden, “yüce Allâh şöyle buyuruyor” dense, o da: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, ben sizden akla dayalı bir delil, bir kanıt istiyorum. EÄŸer böyle bir delil bulup da bana gösterirseniz, ben de size teslim olacağım. Aksi takdirde sizin dininize inanmamı benden nasıl isteyebilirsiniz ki?” demiÅŸ olsa buna nasıl bir kanıt gösterilecek söyler misiniz?
    Tevhid ilmine iliÅŸkin akli ve nakli delillere çok fazla ihtiyaç duyulduÄŸu halde, Tevhid ilmi akli ve nakli delilleri, kanıtları kapsamaz diye sananlar var ya, bunlar, bu kafiri susturmasına güç yetiremeyenlerdir. Ancak bu gibi kafirleri susturmayı bilenler, yüce Allâh’ı keyfiyetten, ona bir sınır tanımaktan, mekan ve cihet ile nitelemekten tenzih edenler susturabilirler de o kafire ÅŸu ÅŸekilde cevap verirler:
    Senin mabudun ya da *****n olan varlığın bir haddi, sınırı ve şekli vardır. Dolayısıyla o, kendisine bu şekilde yaratan bir varlığa muhtaçtır. Oysa Hak olan -ki Mabud ki O var olan zattır- Onun bir haddi, bir sınır ve şekli yoktur ve başka bir varlığa da muhtaç değildir. Fakat senin inanmakta ve yapmakta olduğun *****n olan güneşe gelince, zaten akıl, onun ilah olduğunu en başta kabul etmez. Bu, akıl açısından doğru da değildir. Çünkü güneşin kendi kendisini bu şekilde yaratması akıl açısından olamazdır. Ancak tapınılmaya layık olan varlık, bizim Mabudumuz, ilahımız olan zattır ki o vardır, mevcuttur ve Onun varlığı başka varlıklar gibi değildir. İşte böyle bir cevap verilmesi halinde güneşe tapan kişi, bu cevap karşısında apışıp kalır.
    Nitekim Kur’an’ı Kerim’de akla dayalı delile yol göstermekte ve bir çok ayetlerde bu gerçek dile getirilmektedir. ÖrneÄŸin yüce Allâh’ın ÅŸu ayeti gibi. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kendi nefislerinizde/üzerinizde de Allâh’ın varlığını gösteren bir çok deliller vardır, görmüyor musunuz?” (51, Zariyat, 21) Yani sizin kendi varlığınız da bile yüce Allâh’ın var olduÄŸunu gösteren bir çok deliller bulunmaktadır.

    Nitekim kimi akaid bilginleri bunun için bir delili örnek olarak anlatırlar. Bu da ÅŸu örnektir: “Ben önceleri yok iken sonradan var oldum. Öyleyse sonradan var olanın bir var edeni vardır. Mademki ben de sonradan var olmuÅŸum, mutlaka beni de bir var edenin olması gerekir.”
    Bu ifadeden çıkan sonuç ise şudur: İşte bu mükevvin yani var eden, ol diyen zatın bana benzememesi, benim benzerim olmamsı ve sonradan var olanların hiç birine benzememesi gerekir. Çünkü sonradan var olanlar da sonuç itibariyle bu nokta da benimle ortaktırlar. İşte bu mükevvin yani ol diyerek var eden zat, Allâh diye isimlendirilen zattır.

    Ä°KÄ°NCÄ° SIFAT: KIDEM

    Kıdem, mana itibariyle ezeli olan demektir. ÖrneÄŸin, “Allâh kadimdir” denince, bunun manası Allâh’ın varlığının bir baÅŸlangıcı yoktur, demektir. Bu, sadece yüce Allâh hakkında böyledir. Allâh’tan baÅŸkaları için böyle deÄŸildir. Çünkü Allâh’tan baÅŸkası için: “kadimdir” ifadesi kullanıldığında, bunun manası, bunun üzerinden uzun bir zaman geçti, demektir. Nitekim, ezelilik ifadesi de böyledir. Yüce Allâh bu manası itibariyle ezelidir yani varlığının bir baÅŸlangıç noktası yoktur ve ezelilik sadece yüce Allâh hakkındadır, yalnızca Allâh ezelidir.

    Zamanın sekiliği, uzun süre ve zamanın geçmiş olması anlamında ezelilik meselesine gelince, lügat itibariyle yani dil açısından ilim adamlarının ifadelerinde bu, yaratılmışlar için de kullanılabilir.

    Lügat açısından meseleye gelince, Kamus adlı eserinde Firuz Abadi “Herem” maddesinde şöyle diyor: “el-Hereman: Mısır’da ezeli yani oldukça eski olan iki yapıt-eserdir.” Åžanı yüce Allâh kadimdir ve ezelidir. Bu ifade, varlığının bir baÅŸlangıcı yoktur, anlamındadır. Allâh’tan baÅŸkası içinse, bu manasıyla onlara kadimdir ve ezelidir denemez. Ancak ikinci manası bakımından söylenebilir. Çünkü bu ikinci manasıyla o ÅŸeyin ya da varlığın uzun bir süre ve zamanın geçmiÅŸ olduÄŸu manası kasdolunur. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de bu lafızla Allâh hakkında bir ifade yoktur, gelmemiÅŸtir. Ancak bu manada lafızlar bulunmaktadır. ÖrneÄŸin: “O ilktir...” (57, Hadid, 3) ayeti gibi. Çünkü bu ayeti, çok uzun sür üzerinden geçen manada bir ifade ile yorumlamaya kalkışmak, tefsir etmek caiz olmaz. Çünkü uzun bir zaman dilimi anlamında kadimulahd ifadesi Allâh’ın yaratmış olduÄŸu varlıklar için kullanılan sıfatlardan bir sıfattır. Yüce Allâh ise henüz zaman denen bir ÅŸey yok iken de vardı ve dolayısıyla yüce Allâh zamanın kadimliÄŸiyle vasıflanamaz, nitelenemez.

    Hak ehli şöyle diyor: Varlıklar üç kısımdır:
    Birinci kısım: Ezeli ve Ebedi olandır bu ise sadece yüce Allâh ve Onun sıfatlarıdır. Yüce Allâh’ın tüm sıfatları, zatının ezeli olması itibariyle ezelidirler. Yüce Allâh’ın zatının ezeli olduÄŸu sabit olunca, buna baÄŸlı olarak sıfatlarının da ezeli oluÅŸu sabit olmuÅŸ olur. Bu lafzın dışında ezeliyet manasını gösteren ayetler Kur’an-ı Kerim’de birçok defa yer almaktadır.

    ÖrneÄŸin: “Allâh Gafur ve Rahimdir” (4, Nisa, 96) gibisinden ayetler. Bu ve benzeri ayetler bir hayli çoktur. Yani Allâh Ezelden itibaren Gafur ve Rahimdir, demektir. Aynı ÅŸekilde: “Allâh en iyi bilen ve hikmet ile vasıflanandır” (4, Nisa, 17) ayeti de böyledir. Kur’an’da ezeliyet ifadesi her ne kadar bu ÅŸekildeki bir lafız ile gelmemiÅŸ, yer almamış ise de, bu manada birçok ayetler ve nasslar Kur’an’ın bir çok yerlerinde sabittir.

    Daha önce zikrettiÄŸimiz ve Buhari’de yer alan sahih bir hadiste şöyle buyurulmuÅŸtu: “Allâh vardır. O varken, ondan baÅŸka hiçbir varlık bulunmuyordu.” Ä°ÅŸte bu gerçek bilinince, buna raÄŸmen kim kalkar da Allâh’tan baÅŸka bir varlık için ezelilik iddiasına kalkışırsa ve bu alem türleriyle yani cinsi ve ÅŸahısları itibariyle ezelidir diyecek olursa, o kafirdir. Yine bir kimse çıkıp da bu alem muayyen olan fertleri itibariyle deÄŸil de, cinsi itibariyle ezelidir, derse, bu da aynen bir öncekisi gibi kafirdir. Çünkü bu, sonraki felsefecilerin ve bir de Ä°bn Teymiye’nin görüşüdür.

    İkinci kısım: Bu kısım varlıklar ise ezeli değiller ama ebedidirler. Bunlar da cennet ile cehennemdir.

    Üçüncü kısım: Bu kısımdaki varlıklar ezeli de ebedi de değildirler. Bunlar da cennet ile cehennem dışında kalan diğer yaratıklardır. Bu ikisine cennet ve cehennemde yer alan huriler, vildan ve benzeri şeyler de tıpkı cennet ve cehennem gibidirler. Çünkü kimi ilim ehli bu şekilde söylemektedirler.

    Bir ÅŸey ezelidir ama, ebedi deÄŸildir konusuna gelince bu, muhaldir. Çünkü ezeli olan bir ÅŸey mutlaka ebedidir de. Yüce sıfatları itibariyle de ezeli ve ebedidir. Yani Allâh’ın sıfatları da zatı gibi hem ezeli ve hem ebedidir.

    ÜÇÜNCÜ SIFAT: BEKA

    Beka mana itibariyle yüce Allâh’ın varlığının sonunun olmaması demektir. Çünkü bir varlığın kadim olduÄŸu anlaşılınca, sabit olunca Onun Beka sahibi olduÄŸu da anlaşılmış olur. Bu itibarla onun için adem yani yok oluÅŸ muhaldir, olamazdır.

    Nakli delillere dayalı olarak yüce Allâh’ın Beka sıfatıyla vasıflandığının bir kanıtı da Rabbimizin ÅŸu ayetidir: “Celal/Azamet ve ikram ÅŸle vasıfalanan Rabbinin vechi/zatı baki kalır.” (55, Rahman, 27), “Onun zatından/vechinden baÅŸka her ÅŸey helak olacaktır.” (28, Kasas, 88)
    Beka ile ilgili akla dayalı kanıt ise şöyle açıklanabilir. EÄŸer yüce Allâh, baki olmamış olsaydı, ÅŸu alem de var olmazdı. Fakat alem vardır, mevcuttur. Böylece yüce Allâh’ın baki olduÄŸu da sabit olmuÅŸ olmaktadır. Yüce Allâh için vacip olan beka, zati olan bekadır. Yani Onun dışında bir baÅŸka varlığın, bunu Allâh için vacip kılması asla söz konusu deÄŸildir. Aksine yüce Allâh, zatı itibariyle yani li zatihi buna layıktır, müstahaktır, baÅŸka bir ÅŸey itibariyle deÄŸildir. Ancak cennet ve cehennem gibi kimi yaratılmışları için beka meselesine gelince, bu, icma ile sabit olan bir gerçektir. Ancak buradaki beka, zati manadaki bir beka deÄŸildir. Çünkü cennet ile cehennemin her ikisi de hadistirler. Hadis olan yani sonradan var edilmiÅŸ olan bir ÅŸey de li zatihi –zatı itibariyle baki olamaz. Cennet ile cehennemin bakilikleri zatları itibariyle deÄŸil, ancak yüce Allâh’ın onlar için bakiliÄŸi dilemesi itibariyledir.

    DÖRDÜNCÜ SIFAT: VAHDANİYET

    Bunun manası, yüce Allâh’tan baÅŸka ikinci bir varlık yani ilah yoktur, demektir. Yani yüce Allâh, ArÅŸ, Kürsi, cennet, cehennem, yedi kat gökler, insan, melekler ve cinler gibi cisimler olarak mürekkep bir varlık deÄŸildir. Bir takım ÅŸeylerden bir araya getirilerek oluÅŸan bir varlık deÄŸildir. Çünkü adı geçen cisimler bir takım ÅŸeylerden telif edilerek bir araya getirilmiÅŸ varlıklardır yani bunlara kısımlara ayrılabilirler. ÖrneÄŸin deÄŸerli bir varlık olan ArÅŸ, bir takım cüzlerden yani parçalardan oluÅŸan bir ÅŸeydir. Dolayısıyla nasıl ki yüce Allâh ile diÄŸer yaratıkları olan varlıklar arasında bir münasebetin olması muhal ise, bunun ile Allâh arasında da herhangi bir münasebetin olması muhaldir.

    Yüce Allâh’ın Vahdaniyet sıfatı konusunda Akla dayalı burhan ya da kanıt ise, eÄŸer Allâh bir tek olmasaydı, müteaddit ilahlar var olsaydı, alemde görülen ÅŸu düzenden söz edilemezdi. Fakat görüldüğü gibi alemde bir düzen bulunmaktadır. Bu da Allâh’ın bir tek olduÄŸunun vacipliÄŸini, gerekliliÄŸini ortaya koymaktadır.

    Vahdaniyet sıfatı konusunda nakle dayalı burhan ya da kanıt ise, oldukça fazladır. Bunlardan bir tanesi Rabbimizin: “De ki O Allâh bir tektir.”(112,Ä°hlas,1)
    Bu konuda hadisten delil ise Buhari tarafından rivayet olunan şu hadistir. Bu rivayete göre Allâh Resulü (s) geceleyin uyandıklarında şöyle dua ederlermiş:
    “Allâh, kendisinden baÅŸka ilah olmayan, Kahhar olan, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında yer alan her ÅŸeyin Rabbi olan Aziz ve Gaffar plan/pek bağışlayan yegane varlıktır.”

    BEŞİNCİ SIFAT: KIYAM BİNEFSİHİ

    Yani Allâh hiçbir şeye muhtaç değildir, her şeyden müstağnidir. Şanı yüce olan Allâh hiçbir şeye muhtaç olmaması itibariyle Onun dışındaki her varlık Ona muhtaçtır. Varlık alemine gelmesi için O, bir muhassısa yani tahsis ediciye de muhtaç değildir. Çünkü bir başkasına muhtaç olmak durumu, Onun kadim olma sıfatına aykırıdır. Çünkü başkasına gereksinim duyması demek, hadisliğin, sonradan var oluşun bir alametidir. Şanı yüce olan Allâh bundan münezzehtir. Böylece Onun kadimliğinin de, baki oluşu da sabit olmuştur.

    Åžanı yüce Allâh, kendisine itaat edenlerin itaati sayesinde bir yarar kazanmadığı gibi, kendisine isyana kalkışanların isyanıyla da zarar görecek deÄŸildir. Allâh’tan baÅŸka her ÅŸey, Allâh’a muhtaçtır. Hiçbir varlığın, göz açıp kapanacak kadar geçecek bir zaman dilimi kadar olsun, Allâh’a ihtiyaç duymayacağı bir anları olmaz. Yüce Allâh şöyle buyurmaktadır:
    “Allâh zengindir-hiçbir ÅŸeye muhtaç deÄŸildir. Oysa siz Allâh’a muhtaçsınız.” (47, Muhammed,38)

    ALTINCI SIFAT: MUHALEFETUN LÄ°LHAVADÄ°S

    Yani Allâh, yarattığı varlıklarından hiçbirine benzemez. Bunun akla dayalı delili ise şudur. Eğer Allâh, yarattığı varlıklarından herhangi birisine benzemiş olsaydı, dolayısıyla, yaratıklar için geçerli olan değişime uğra, yok olma gibi niteliklerin Allâh için de olması caiz olurdu. Eğer böyle bir şey Allâh hakkında caiz olabilseydi, dolayısıyla onu değiştiren de buna ihtiyaç duyardı. Başkasına ihtiyaç duyan bir varlık da ilah olamaz. Bundan Onun hiçbir şeye benzemediği gerçeği sabit olmuş oluyor, ortaya çıkmış bulunuyor.

    Bu konuda nakle dayalı kanıta yani yüce Allâh’ın sonradan olanlara benzemediÄŸinin vacipliÄŸi konusuna gelince, Rabbimizin ÅŸu ayetini gösterebiliriz. Yüce Allâh şöyle buyuruyor:

    “Onun benzeri hiçbir ÅŸey yoktur.” (42, Åžura, 11)

    Ä°ÅŸte bu ayet bu konuda en açık ve net olan nakli delildir. Kur’an’a yer alan bu ayet, her manadaki tenzihi ifade etmektedir. Çünkü ÅŸanı yüce olan Allâh bu ayette, nefiyden yani olumsuzluk edatından hemen sonra“Åžey” kelimesini zikretmektedir.

    Åžayet Nekire bir kelime nefyin siyakında yani nefiyden-olumsuzluktan sonra gelirse, bu şümul ifade eder, kapsamlılığı içerir. Åžanı yüce olan Allâh, bu ayette kendi nefsinden ecrama, cisimlere, araza müşabeheti nefyetmiÅŸtir. Yani yüce Allâh hiçbir varlığın zatına asla benzemeyeceÄŸini kesin olarak reddetmiÅŸtir. Åžanı yüce olan Allâh insanlardan, cinlerden, meleklerden ve daha baÅŸkaca ruh sahibi olan varlıklardan hiçbirine benzemediÄŸi gibi, ulvi/üstün ve deÄŸerli ve süfli/basit, önemsiz ecramdan olan cansız hiçbir varlığa da benzemez. Kısaca yüce Allâh bu ÅŸeylerden hiçbirine asla benzemez. Aynı zamanda ÅŸanı yüce olan Allâh, reddettiÄŸi benzerliÄŸi de yaratmış olduÄŸu varlıklardan herhangi bir türü ile de kayıtlamış da deÄŸildir. Aksine ret edilen bu benzerlik olayı sonradan var edilmiÅŸ olan tüm hadis ÅŸeyleri kapsamaktadır. Bunların hiçbiri kapsam dışı deÄŸildir. Bu nefiy yani ret edilen benzerlik olayı yani benzememe durumu, yüce Allâh’ın kemiyet ve keyfiyet yani nicelik ve nitelik bakımlarından da her ÅŸeyden münezzeh olduÄŸunu kapsamaktadır. Kemiyetten kasıt, cirmin ya da cismin miktarı demektir. Yani yüce Allâh, miktar, alan, deÄŸerlendirme, sınırlandırma gibi bir takım deÄŸerlendirmelerin altına giren cisimler gibi deÄŸildir. Çünkü yüce Allâh herhangi bir miktar, ölçü ya da alan ile takdir edilen bir varlık deÄŸildir. Kim, Allâh’ın da bir tarifi, sınırı vardır, demiÅŸ olsa, o kimse bu ifadesiyle yüce Allâh’ı yaratmış olduklarına benzetmiÅŸ olur ki bu, ilahlığa ya da uluhiyete aykırıdır. Åžanı yüce olan Allâh, eÄŸer bir miktarın ya da sınırlamanın altında tahdide sahip olsaydı, bu durumda mutlaka kendisini böylesi bir takdir ve sınırlamanın altına sokan bir varlığa ihtiyaç duyardı. Tıpkı diÄŸer varlıkların ya da cisimlerin onları bir takım sınırlar ve ölçüler altına sokulmaya ihtiyaç duydukları gibi, bu takdir de Allâh da buna ihtiyaç duyardı. Çünkü herhangi bir ÅŸey kendi zatını belli bir takım ölçülerle sınırlı olarak yaratmaz.

    Eğer yüce Allâh da tıpkı diğer cisimler gibi bir had ve miktar sahibi olsaydı, mutlaka onu bu hadde göre, bu sınırlamaya göre yaratan bir diğer varlığa ihtiyaç duyardı. Çünkü bu yani birinin kendisi belli bir sınırlama ve ölçü dahilinde yaratması, akıl bakımından doğru ve sahih olamaz. Başkasına muhtaç olan bir varlık ilah olamaz. Çünkü ilahlığın ya da ilah olmanın şartı, hiçbir şeye muhtaç olmamaktır.

    YEDÄ°NCÄ° SIFAT: HAYAT

    Yüce Allâh hakkında Hayat yani diri olmak sıfatı, ezeli ve ebedi olan bir sıfattır. Allâh’ın hayatı yani diriliÄŸi baÅŸka varlıkların ruh, et ve kandan oluÅŸan hayatı gibi deÄŸildir.

    Yüce Allâh’ın diri yani hayat ile vasıflandığına iliÅŸkin akli delil ya da kanıt şöyledir. EÄŸer Allâh hayat ile vasıflanmış olmasaydı, bu takdirde Kudret, Ä°rade ve Ä°lim sıfatlarıyla da nitelenmezdi. EÄŸer yüce Allâh bu vasıflara sahip olmasaydı, o takdirde bunların aksi ya da zıddı olan niteliklerle nitelenmiÅŸ olurdu. Bu ise bir eksikliktir. Oysa yüce Allâh her ÅŸeyden münezzehtir.

    Allâh’ın hayat ile vasıflandığının vacipliÄŸini gösteren delillerin başında bu alem-dünya gelir. EÄŸer Allâh diri yani hayat sahibi olmasaydı, ÅŸu alemde hiçbir ÅŸey olamazdı. Nitekim alemin varlığı duyularla ve zaruri olarak sabittir. Bunda da asla bir şüphe yoktur.

    Yüce Allâh’ın hayat ile vasıflandığına dair nakle dayalı deliller ise bir çok ayetlerdir. Bunların başında da: “Allâh, Ondan baÅŸka ilah yoktur, O, Hayy’dır-Ölmez diridir.” (2, Bakara, 255) ayetidir.

    SEKÄ°ZÄ°NCÄ° SIFAT: KUDRET

    Bu sıfat da, yüce Allâh hakkında var olan zatıyla ilgili ezeli bir sıfatıdır. Bu sıfat için, Allâh’ın zatıyla kaim olan bir sıfat denmesi de yerinde bir ifadedir. Çünkü mana aynıdır. Ancak bu sıfat için, Allâh’ın zatında sabit olan bir sıfattır, denemez. Var etme ve yok etme ancak kudret sıfatıyla olur. Yani Ademden madum bu sayede var olur ve yine var olan bir ÅŸey de bu sayede madum yani yok olur.

    Kudret sıfatının Allâh hakkında vacip olduğunun akla dayalı kanıtı da şudur. Eğer Allâh kudret ile vasıflanmış olsaydı, bu takdirde aciz olurdu. Aciz olunca da yaratıklardan hiçbir şey yaratılmış olmazdı. Yaratılanların var oldukları müşahede ile ortadadır. Eksiklik ise Allâh hakkında muhaldir. Çünkü ilah olmanın şartı kemaldir.

    Nakle dayalı kanıt ise, Kur’an’ı Kerim’de buna iliÅŸkin deÄŸiÅŸik surelerde bir çok ayetler bulunmaktadır. ÖrneÄŸin ÅŸu ayet:
    “Şüphesiz rızık veren, metin olan/ güç ve kuvvet ile vasıflanan ancak Allâh’tır.” (51,Zariyat,58)
    Burada geçen, “Metin” sözcüğü, kuvvet ve kudret, güç manasınadır. Yine: “Allâh her ÅŸeye kadirdir/gücü yetendir.” Ayeti de buna iÅŸaret etmektedir, bunun kanıtıdır.

    Diğer taraftan kudret sıfatı, ancak aklın var olmasını mümkün gördüğü ve kabul ettiği, caiz gördüğü şeylere ancak taalluk eder, başkasına değil. Bunlar da zaten aklen mümkün olan şeylerdir. Başka bir anlatım tarzıyla akıl bakımından caiz yani olabilir olan şeylerle alakalıdır. Kudret sıfatı aklen vacip olan şeylerle, aklen muhal olan şeylere taalluk etmez. Yani var olmayı kabul etmeyen, var olması olmayacak olan şeyler için düşünülemez. İşte bunun içindir ki, acaba yüce Allâh kendisi gibi bir varlığı yaratmaya kadir midir, veya kendisini ortadan kaldırabilecek bir varlık yaratabilir mi denemez, çünkü bu, mümtenidir yani olacak bir şey değildir. Bununla beraber Allâh bu şeyleri var etmekten acizdir de denemez.

    DOKUZUNCU SIFAT: Ä°RADE

    Ä°rade sıfatı da, Allâh’ın zatıyla kaim olan kadim bir sıfattır. Yani bu sıfat Allâh için vardır, zatı itibariyle onun için sabittir. Aklen mümkün olabilen ÅŸeyler bu sıfatı ilgilendirir. Çünkü aklen mümkün olan yani olabilir olan ÅŸeyler, aynı zamanda olmamaları da mümkündür. Çünkü aklen mümkün yani olabilir olan ÅŸeyler, daha önce var deÄŸillerdi. Sonradan varlık dünyasına gelmiÅŸlerdir. Çünkü yüce Allâh onların var edilmesini tahsis etmiÅŸ, öngörmüştür. Çünkü bunların akıl açısından olmamaları da caizdir. Bunların var olmaları yüce Allâh’ın onları tahsis etmesi sebebiyledir. Åžayet Allâh’ın bunları tahsisi olmasaydı, aklen mümkün olan bu ÅŸeylerden herhangi bir var olamazlardı.

    Bundan da anlaşılıyor ki, yüce Allâh, varlığıyla bunların varlık aleminde yer almasını tahsis etmiş, istemiş, yokluk aleminde kalmalarını dilememiştir. Bir de bunlarda olan ve başkalarında olmayan bir vasıf nedeniyle bunu var etmiştir.

    ÖrneÄŸin insanın yaratılışının bu ÅŸekil ve surette tahsis edilmiÅŸ olması, yüce Allâh’ın onu öyle tahsis etmiÅŸ olmasıyla olmuÅŸtur. Çünkü bu, akıl açısından da caizdir. Zira Allâh dileseydi, insanı bu ÅŸekil ve surette yaratmayabilirdi, baÅŸka bir ÅŸekil ve surette yaratırdı. DiÄŸer taraftan insanın bulunması istenen vakitte var olmasının tahsisi de aynı ÅŸekilde yüce Allâh tarafındandır. Çünkü Allâh dilemiÅŸ olsaydı, insanı bu alemin ilk yaratılanı kılardı. Fakat Allâh onu alemin ilk varlığı kılmadı. Aksine onu alemin son varlığı kıldı. Bizden tek bir kiÅŸi bile kendisini hali hazırda olduÄŸumuz bu ÅŸeklimiz üzere kendisini yaratmaya kadir deÄŸildir. Böyle olduÄŸu gibi, ÅŸu anda içinde var olduÄŸu zaman dilimi içerisinde de kendisini bu zamanda olmak kaydıyla da yaratmaya gücü yetmez. Böylece anlaşılıyor ki bu durum, bir tahsis edenin tahsisiyle olabilmektedir. Bu tahsis eden yani muhassıs olan zat ise ezeli olarak var olan ve adına Allâh denilen zattır.

    Allâh hakkında Ä°rade sıfatının vacipliÄŸini gösteren deliller de yine Kur’an’da oldukça çoktur. Ä°ÅŸte bunlardan biri yüce Allâh’ın ÅŸu ayetidir: “Çünkü Rabbin dilediÄŸini hakkıyla yapandır.” (11, Hud, 107. 85, Buruc, 16) Yani ÅŸanı yüce olan Allâh yaratır, ezeli iradesiyle kainatta dilediÄŸi gibi yapar.

  2. Alt 12-15-2008, 05:32 #2
    HabeÅŸi Mesajlar: 41
    ONUNCU SIFAT: Ä°LÄ°M

    Ä°lim sıfatı da yüce Allâh’ın ezeli sıfatlarındandır ve Allâh için sabit-var olan bir sıfattır. Burada, “Fiilahi Teala” denemez. Çünkü ifadede Arapça’daki cer edatı olan “Fi” harfinin kullanılması zarfiyet vehmini akla getirir. Yani “yüce Allâh, ilmi için bir zarftır, bir kaptır, ilim de onun içindedir” demek olur ki, bu, muhaldir. Çünkü yüce Allâh cevher-bir madde ya da cisim deÄŸildir ki, araz olan bir ÅŸey onun içine hulul edebilsin. Bizim amelimiz, yaptığımız ÅŸey, bir arazdır ve bunlar bizim cisimlerimize hulul ederler. Ancak Allâh hakkında böyle bir ÅŸey caiz olmaz, çünkü muhaldir. Hiçbir kimse için bu ibareyi kullanması caiz olmaz. Çünkü böyle bir ÅŸey bir kaymadır, bir hatadır ki sonunda insanı helake götürür. DoÄŸrusu bu öyle bir ilim dalıdır ki, ibareleri ve sözcükleri çık özenle seçmek gerekir, ihtiyatla yaklaÅŸmak icabeder. Zira bu ilimler arasında en deÄŸerlisidir, çünkü dinin remeliyle alakalıdır. Ä°ÅŸte bunun içindir ki, Ä°mam Ebu Hanife bu ilme, “el- Fıkhu’l-Ekber” adını vermiÅŸtir.

    Bu bilim dalı, “Tevhid Ä°lmi” ve “Kelam Ä°lmi” diye yaygınlık kazanmıştır.
    Ä°ÅŸte bu ilim dalına, Ehli Sünnet alimlerince, “Kelam Ä°lmi” diye adlandırılmış olup, övgüye deÄŸer olan bir ilimdir. Mezmum kelam yani yerilen söz ise bu, heva ve heveslerinin esiri olanların yani inanç bakımından bozuk olanların, kısaca Mutezile gibi bidat ehlinin kelamı-sözüdür ki bunu selef alimleri hep yermiÅŸlerdir.

    Ä°mam Åžafii (radiyallau anhum) şöyle der: “Kulun ÅŸirk dışında her tür günah ile Allâh’ın huzuruna çıkması, heva ve heves sahibi kelamcıların öğrettikleriyle çıkmasından daha basit gelir.” Bunlarla diÄŸerleri yani Ehli Sünnet ile Bidat ehli arasındaki fark, Ehli Sünnetin savunduÄŸu-ele aldığı kelam ilmi –ki onlar bu konuda bir hayli eserler meydana getirmiÅŸlerdir- ile selefin akidesini, inancını akla ve nakle dayalı delil ve kanıtlarla ortaya konmuÅŸ olmasıdır.

    Çünkü bu deliller sayesinde tüm bidat ehli mülhitlerin-dinsizlerin, ortaya attıkları şüpheler red olunarak gerçekler ortaya konur. Bu açıdan Hak ehli de denen Sünnet ehli bu alanda büyük gayretler göstermiÅŸler, nitekim Ebu Hanife bu amaçla BaÄŸdat!tan Basra’ya yolculu ederek, bu gibilerin şüphelerini ortadan kaldırmak ve tahribatlarını önlemek istemiÅŸtir. Nitekim bu amaçla belki yirmiden fazla yolculuk etmiÅŸtir. BilindiÄŸi gibi BaÄŸdat ile Basra arasında onlarca kilometre uzaklık bulunmaktadır, bu yolculuk o dönem açısından oldukça uzun ve yorucu bir yolculuk demektir.

    Aslında bu durum kınanacak bir durum değildir. Bu durum, ancak müşebbihe denen mezheplerin ve benzerlerinin ne anlama geldiğini bilmeyen cahiller tarafından bilinemez. Çünkü sıfatlar konusunda gelen müteşabih ayet ve hadislerin zahirine göre davranıp hareket eden bu ilmim düşmanı kimseler karşı dururlar. Nitekim böyleleri hakkında zatın biri şöyle der ve dediğinde de doğru söyler:
    Beyinsiz bir takım kişiler kelam ilmini ayıplarlar
    Kınamaya kalkıştıklarında da verdikleri hep zarar
    Gözden yoksun kişinin bakışı göremez doğuşunu
    Gün ortasında doğan güneşin ışığını
    Ä°mam Åžafii’den rivayetle söylenen: “Kulun ÅŸirk dışında her tür günah ile Allâh’ın huzuruna çıkması, kelam ilmiyle Allâh’ın huzuruna çıkmasından daha hayırlıdır” ifadenin onun tarafından söylendiÄŸi sabit deÄŸildir.

    Hak Ehlinin, yüce Allâh’ın ilim sıfatının olduÄŸu hakkında delile dayalı olarak söylediklerine gelince, eÄŸer Allâh bilen-alim olmasaydı, bu takdirde cahil-bilmez olurdu. Oysa Allâh için bilmemek yani cehalet bir eksikliktir. Alla ise eksiklikten münezzehtir. Aynı ÅŸekilde eÄŸer Allâh cahil yani bir ÅŸeyi bilmez olsaydı, bu takdirde bu alem var olmazdı. Bu alemin varlığı açık-seçik görülen ve var olan, sabit olan bir gerçektir. Allâh hakkında bilmeme yani cehil meselesi, iÅŸi bu alemin var olmamasına götürür. Bu ise muhaldir.

    Dolayısıyla sonuç itibariyle muhal olana götüren bir şeyin kendisi de muhaldir, olamazdır.

    Bu konuya iliÅŸkin nakli deliller de oldukça çoktur. Bunlardan bazıları şöyledir: “Ve O her ÅŸeyi en iyi bilendir.” (2, Bakara, 29. 6, En’am, 101. 57, Hadid, 3)
    “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince iÅŸleri bilmektedir ve her ÅŸeyden haberdardır.” (67, Mülk, 14)

    Bu ayet aynı zamanda şunu da gösteriyor. Eğer Allâh alim yani bilen olmasaydı, bu yaratılanlar yaratılmış olmazlardı.

    ONBİRİNCİ SIFAT: SEMİ-İŞİTME

    Bu sıfat da yüce Allâh’ın zatıyla kaim olan kadim bir sıfattır ve Allâh için sabittir, dolayısıyla tüm duyulacak ÅŸeylere taalluk eder. Kimi müteahhirin yani sonradan gelen alimler de şöyle diyorlar: Yüce Allâh’ın bu sıfatı, seslerden tüm mesmuata yani duyulan ÅŸeylere ve bunlardan baÅŸkasına da taalluk eder. Allâh’ın iÅŸitmesinin yarattığı varlıkların iÅŸitmesi gibi hadis yani sonradan var olan bir ÅŸey deÄŸildir. Aynı ÅŸekilde, bizim iÅŸitmemizde olduÄŸu gibi Allâh’ın iÅŸitme aletine ihtiyaç duyması caiz olmaz. Allâh, bir kulaÄŸa ve iÅŸitme kanalına ihtiyaç duymaksızın iÅŸitir. Nitekim Tenzih ilmi konusunda bilgisi bulunmayan, bilgileri sadece Kur’an’ı ezberlemeye dayalı olan bazı kimseler, din ilmi konusunda herhangi bir bilgileri olmaksızın ve kendilerinden önceki ilim erbabından ilim almış olan ilim ehlinden de dinleyip öğrenmeksizin bazı sapmalara gidiyorlar, yanlış bilgilerle halkı saptırıyorlar. Bu kimseler kalkıp diyorlar ki: “Şüphesiz Allâh’ın dinleyen kulakları vardır.” Bu ÅŸekilde konuÅŸanlara: “Bu nasıl oluyor” diye sorulduÄŸunda ise; Allâh Resulü (sallallahu aleyhi vesellem): “Lillahi EÅŸeddü Azanen” yani “Allâh’ın çok güçlü iÅŸiten kulaklar vardır” diye buyurmadı mı, diye konuÅŸurlar. EÄŸer bu kimseye sen hadisi tahrif edip deÄŸiÅŸtiriyorsun, çünkü hadiste geçen ifade, “Azanen” deÄŸil, “Ezenen” sözcüğü yani kelimesidir. Bu zavallı kiÅŸi kendisini alim sanıyor da böylece bu hadisi tahrife, bozmaya kalkışıyor. Güya söylediÄŸinin doÄŸru olduÄŸunu sanıyor. Arapça’daki “el-Ezen” kelimesi, sözlük manası itibariyle dinlemek anlamındadır. Bu adamın söylediÄŸi ise, en iÄŸrenç bir yalandan öteye geçmez. Çünkü Allâh hakkında böyle bir ifade kullanmaktadır. Oysa Müşbbihe mezhebinden bile kimse bu kadar ileri gitmemiÅŸtir. Kaldı ki yüce Allâh’ın iÅŸitmesi ezelidir. Onun mesmuatı-iÅŸittikleri ise, ses kabilinden olup, sonradan var olandır. Yüce Allâh sonradan var olan yani hadis olan bu sesleri, ezeli ve ebedi olan duymasıyla iÅŸitir. Yani varlığının bir baÅŸlangıcı ve sonu olmayan, aksine her zaman baki ve daim olan diÄŸer sıfatları gibi olan bu sıfatıyla iÅŸitir.

    Bu durum tıpkı söylenen ÅŸu ifadeye benzer. Allâh’ın kudreti, hadisata, sonradan var olan ÅŸeylere taalluk eder. Yani aklen mümkün olan, olabilecek olan ÅŸeylere taalluk eder. Kudret ise ezelidir. Makdurat denilen takdir olunan ÅŸeyler ise hadistirler, kudret bunların hilafınadır, bunlarla ilgi ve alakası hadis olma açısından söz konusu deÄŸildir.

    Nitekim Maturidiye mezhebine göre şöyle söylenebilir. O, yaratılanları, mükevvin olması yani ol diyerek yaratması itibariyle, ezeli tekviniyle – ol demesiyle var edendir. Mükevvenat yani yaratılanlar ise, hadistirler.
    Allâh için işitmenin vacip oluşunun akli delili de, eğer yüce Allâh işitme sıfatıyla vasıflanmamış olsaydı, bu takdirde sağırlıkla, duymamakla vasıflanırdı ki bu, Allâh hakkında bir eksikliktir. Allâh hakkında eksiklik ise muhaldir, olamazdır.

    Bu konudaki nakle dayalı delillere gelince bir çok deliller bulunmaktadır. Ä°ÅŸte bu delillerden biri de yüce Allâh’ın ÅŸu kavlidir: “O iÅŸitendir, görendir.” (42, Åžura, 11) Bir de Rabbimizin ÅŸu kavlidir: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allâh’a ÅŸikayette bulunan kadının sözünü Allâh iÅŸitmiÅŸtir.” (58, Mücadele, 1)

    ON İKİNCİ SIFAT: BASAR-GÖRME

    Basar kelimesinin manası, görmek demektir. Basar da ezeli ve ebedi olan bir sıfattır ve görülen ÅŸeylere taalluk eder. Åžanı yüce olan Allâh, ezeli olan zatını görür ve aynı zamanda ezeli olan görmesiyle diÄŸer hadis olan yani sonradan meydana gelen ÅŸeyleri de görür. Allâh’ın görmesi, yaratmış olduÄŸu varlıkların görmesi gibi deÄŸildir. Çünkü yarattığı varlıkların görmesi, göz denen bir organ iledir.

    Allâh’ın gördüğünün sabit olduÄŸuna iliÅŸkin delil de akıl açısından ÅŸudur. Åžanı yüce olan Allâh, eÄŸer görmeseydi, bu durumda mutlaka bunun zıddı olan körlükle, görmemekle vasıflanırdı. Bu ise Allâh için bir eksikliktir ve Allâh için eksiklik olayı ise muhaldir.

    Bu sıfatın nakle dayanan kanıtı da birçok ayetlerdir, sahih hadisler ve haberlerdir. Yüce Allâh şöyle buyuruyor: “O iÅŸitendir, görendir.” (42, Åžura, 11)
    Peygamber efendimiz (sallalahu aleyhi vesellem) de yüce Allâh’ın en güzel isimlerini yani Esmayı Hüsnayı sayarken bunlar arasında, “Ä°ÅŸiten ve gören/Semi ve Basir” sıfatlarını da saymışlardır. Bu, Ä°mam Tirmizi tarafından tahriç olunan bir hadiste dile getirilmiÅŸtir. Tirmizi bu hadis için, “Hasen” hadistir, demiÅŸtir.

    ON ÜÇÜNCÜ SIFAT: KELAM

    Allâh için kelam sıfatının olması da vacip olan bir sıfattır. Bu sıfat da diÄŸerleri gibi ezeli ve ebedi olan bir sıfat olup,i yaratılmışların kelamına benzemez. Nitekim Kur’an-ı Kerim olsun, diÄŸer semavi kitaplar olsun, Allâh’ın kelamı diye ifade olunurlar. Yaratılmışların kelamı hadistir, yani sonradan olmadır. Ä°nsanın kelamı yani sözü, harflerin mahreçlerine ve vurgulara dayanan bir sesten ibarettir. Nitekim iki cismin birbirine çarpması durumundaki ses de böyledir. ÖrneÄŸin kayanın üzerine demir sürtülünce çıkan ses gibi.

    Ancak indirilen semavi kitaplar için Allâh kelamı derken bu, yüce Allâh’ın zati olan kelamının ta kendisidir, demek deÄŸildir. Aksine bu o kelamdan ibaret olan bir ÅŸeydir. Akıl açısından bunun delili, eÄŸer Allâh mütekellim yani konuÅŸan olmasaydı, dilsiz olması gerekirdi. Allâh hakkında dilsizlik bir eksikliktir. Bu ise Allâh hakkında muhal olan bir durumdur.

    Bu konuya iliÅŸkin nakle dayalı delil ya da kanıt ise, Kur’an nassları ile hadislerdir. Bu delillerden biri de yüce Allâh’ın ÅŸu kavlidir:
    “Ve Allâh Musa ile gerçekten konuÅŸtu.” (4, Nisa, 164)

    Yani Allâh, ezeli ve ebedi olan sözünü, kelamını Musa’ya duyurdu, Musa da bundan anlaşılması gerekenleri anlayıp kavradı. Allâh’ın konuÅŸması yani kelamı ezelidir. Oysa Hz. Musa’nın kendisi ve onun Allâh’ın kelamını iÅŸitmesi ve dinlemesi ise hadistir. Kur’an ile söylenmek istenen ÅŸey, Allâh’ın mana itibariyle olan kelamıdır. Yani yüce Allâh’ın zatıyla kaim olan bir sıfatıdır. Bununla efendimiz Hz. Muhammed (s)’e indirilen lafız muradolunmaktadır. Yüce Allâh şöyle buyuruyor:
    “O Kur’an’ı Ruhu’l-Emin/Cebrail uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine indirmiÅŸtir.” (26, Åžuara, 193-194)

    Bu, Nefsi kelam diye adlandırılan ve Allâh ile kaim olan kelam deÄŸildir. Çünkü nefsi kelam, Allâh’ın zatı yani nefsi yani kendisiyle kaimdir. Kur’an, münzel yani indirilmiÅŸ olan bir lafız olması manasıyla harflerle yazılıp ÅŸekil alan, kulaklarla duyulup iÅŸitilen, hayali lafızlarıyla zihinlerde ezberlenip korunan ve lafız ile okunan kitap demektir. Oysa zati olan kelam ise, asla Mushaflara girmeyen, hulul etmeyen ancak mutlak manası itibariyle de her ikisine de Allâh kelamı denen bir ÅŸeydir. Bu, nefsi yani zati olan kelam itlak olunması itibariyle, ÅŸeriat açısından hem hakikattir, hem de akla yatkındır. Yani mutlaka manada zati kelam için söylenmesi durumunda durum böyledir.

    Fakat münzel olan yani indirilen lafza itlak olunması halinde bu, ÅŸer’i bir hakikattir, gerçekliktir. Çünkü münzel lafız, zati, ezeli ve ebedi olan kelamın ta kendisi, aynı demek deÄŸildir. Bunun yaklaşık olarak zihinde anlaşılabilmesi meselesine gelince, bunun için ÅŸu ifadeyi kullanmak uygun düşer, sahih olur. “Allâh ile telaffuzfa bulundum” Bu ÅŸu demektir: “Ben öyle bir lafız ile konuÅŸtum ki, bu lafız mukaddes olan yüce zat Allâh’a delalet etmekte, Onu göstermektedir” demektir. ÖrneÄŸin, “Allâh’a yazdım” denir, bunun manası, kadim olan zatın varlığını gösteren harf ÅŸekillerini yazdım, demektir. Nitekim herhangi bir levha ve benzeri bir ÅŸey üzerinde yazılı bulunan lafzayi Celal için, Ä°ÅŸte Allâh, bu, Allâh’tır, denir. Yani Allâh lafzıdır, demektir. Mesela filan kimse çok güzel ve sıhhatli bir Kur’an okudu, denir, aynı ÅŸekilde filan kimse de sahih olmayan bir ÅŸekilde bir Kur’an okudu, denir.

    Ancak birinin, Ben Allâh ile telaffuzda bulundum-konuÅŸtum ve ben Allâh’a yazdım, akli manada gerçeklik anlamında söylenmesi sahih olmaz. Çünkü yüce Allâh, bizim dillerimize hulul etmez. Aynı ÅŸekilde yüce Allâh’ın zati olan kelamı da bizim dillerimize hulul etmez. Ancak bu, bizi dillerimizle ifade edilen bir ibaredir.

    EÄŸer, “münzel olan lafız, yüce Allâh’ın zati olan kelamının aynısı deÄŸilse, o halde bunun Hz. Peygamber (s)’e indirilmesi nasıl olmuÅŸtur, diye sorulacak olursa, bunun cevabı ÅŸu ÅŸekildedir:
    Bazı alimlerin söyledikleri gibi, Cebrail (aleyhisselam) onu Levh-i Mahfuz’da yazılı olarak buldu ve onu yüce Allâh’ın emri üzerine efendimiz Muhammed (sallahu aleyhi vesellem)’e, herhangi bir kitapta veya sahifelerde yazılı olarak deÄŸil de okuyarak indirdi. Nitekim aÅŸağıdaki ayet bu gerçeÄŸe delalet ediyor. Yüce Allâh şöyle buyuruyor:
    “Hiç şüphesiz o Kur’an çok ÅŸerefli bir elçinin-Cebrail’in sözüdür.” (81, Tekvir, 19) Yani bu, Cebrail tarafından okunarak indirilmiÅŸtir. EÄŸer indirilen bu lafız, yüce Allâh’ın zati kelamının ta kendisi, aynısı olmuÅŸ olsaydı, yüce Allâh bu ayette, “Hiç şüphesiz o Kur’an çok ÅŸerefli bir elçinin-Cebrail’in sözüdür” diye buyurmazdı. Yani Cebrail tarafından okunan bir sözdür, buyurmazdı. Çünkü burada sözü edilen, “çok ÅŸerefli bir elçiden” amaç, Cebrail’dir.

    Müşebbihe görüşünü savunanlara gelince, onların söyledikleri ÅŸudur: “Allâh harflerle konuÅŸur. ÖrneÄŸin nasıl ki bizler (Bismillahirrahmanirrahim” ayetindeki (B) harfini önce ve sonra (Sin” harfini ve peÅŸinden de diÄŸer harfleri ve buna benzer diÄŸer Kur’an lafızlarını söyleyip konuÅŸuyorsak Allâh da tıpkı bizim gibi konuÅŸmaktadır. Burada bunların ifade ettiÄŸi sözlerinde yüce Allâh’ı yarattığı varlıklarına benzetme vardır. EÄŸer Allâh, harflerle konuÅŸuyorsa, yani tıpkı bu harflerin bizim dillerimizden telaffuz yoluyla çıktığı gibi, yüce Allâh’ın zatından çıkıp O da bu harflerle konuÅŸuyorsa, O da bizim gibi olurdu.

    “Onun benzeri hiçbir ÅŸey yoktur.” (42, Åžura, 11)

    Allâh Ehli Sünnet imamlarından razı olsun. Çünkü bunlar itikad yani inançla alakalı olan doÄŸru ÅŸeyleri açıklamışlardır. EÄŸer onların doÄŸru açıklamaları olmamış olsaydı, insanların birçokları bir gerçeklerden habersiz olurlardı ve dolayısıyla böylece tecsime bulaÅŸmış olurlar yani mücessimeden olurlardı. Bizim bu konuya iliÅŸkin olarak yüce Allâh’ın:
    “O Kur’an, şüphesiz deÄŸerli, güçlü ve ArÅŸ’ın sahibi Allâh’ın katında itibarlı bir elçinin-Cebrail’in getirdiÄŸi sözdür. O orada sayılan ve güvenilen bir elçidir.” (81, Tekvir, 19-21)

    Bu ayetleriyle delil getirmemiz, Ehli Sünnetin söylediklerinin doÄŸruluÄŸuna iliÅŸkin olarak en açık delil olması açısındandır. Çünkü Ehli Sünnet yaratanını tenzih eden, Onu yaratılana benzetmekten uzak duranlardır. Ä°ÅŸte Ehli Sünnetin iki akımı ya da itikadi mezhebi olan Maturidiye ile EÅŸariye’nin görüşleri budur. Ehli Sünnetten olup da Kur’an, “Allâh’ın gerçek manadaki kelamıdır, sözüdür” tarzındaki ifadelerine gelince, bu, onların asıl inançlarının bu manada yansıtılmasından ibarettir.

    DiÄŸer taraftan mükellefler için Allâh’ın sıfatlarını bilme ve öğrenme noktasında vucubi ayniyle vacip olana yani farzı ayın olana gelince, iÅŸte anlattığımız bu on üç sıfattır.

    Tekvin sıfatına gelince bu, yaratılmışları ve takdir olunanları yaratmaya ve takdire iliÅŸkin bir sıfattır. Kimi Ehli Sünnet alimleri bunu, yüce Allâh’ın zatıyla kaim ezeli bir sıfatı olarak anlamışlardır. Bunlara göre Allâh’ın Tekvin sıfatı da ezelidir. Mükevvenat ise hadistir ve mahluktur.

    DiÄŸer bir gurup ile EÅŸarilerin çoÄŸuna göre, Tekvin sıfatı yüce Allâh’ın ezeli olan bir sıfatı deÄŸildir. Çünkü onlar Tekvini, sadece ezeli kudretin bir eseri olarak görürler. Bunlara göre tekvin sıfatının ezeli bir sıfat olarak sayılmasına gerek yoktur.

    Ancak Maturidiye mezhebine göre, her mükellef kiÅŸinin bilmesi gereken ve vacip olan sıfatların sayısı on dörttür. Maturidiye mezhebi mensubu ve “Bed’ul emali” adlı kitabın sahibi, Allâh’ın zati sıfatları hakkındaki doÄŸruluÄŸunun gerçekliliÄŸi, sabitliÄŸi konusunda şöyle diyor:
    “Yüce Allâh’ın zatı ve fiilleriyle ile ilgili tüm sıfatları kadimdirler ve zeval bulmazlar.”

    Ä°ÅŸte Maturidiye kendilerince Allâh’ın zatıyla ilgili sıfatlarını bu ÅŸekilde ikrar ediyorlar ki, bunlar da on üç tanedir. Allâh’ın fiilleriyle yani yaratma ile alakalı sıfatlarına gelince bular da; Tekvin, said kılma, ÅŸaki olarak yaratma, öldürme ve diriltme gibi sıfatlar olup hepsi de kadim sıfatlardır yani ezelidirler. Bed’ul Emali eserinin yazarının, “hepsi de zeval bulmazlar” ifadesinden anlaşılan mana ÅŸudur. Yani bunlar için adem-yokluk söz konusu deÄŸildir. Yoksa bunlar, önce var olup da sonradan yok olanlardır, manasında deÄŸildir.

    Fakat kimi Hambeli mezhebinden olanların: “Allâh’ın konuÅŸması ses iledir” ifadelerine gelince, bunların çok önceleri yaÅŸayan alimleri, bu ifade ile ÅŸunu demek istiyorlar. Bu, ezeli ve ebedi bir sestir. Yoksa yaratılmışların sesleri gibi deÄŸildir. Aslında, Allâh’ın konuÅŸması-kelamı hadis olan bir sestir, diye inanırsa, bu kimseler, yüce Allâh’ı yarattıklarına benzetmiÅŸ olur ve aynı zamanda yüce Allâh’ın: “Onun benzeri hiçbir ÅŸey yoktur.” (42, Åžura, 11) kavline de aykırı düşmektedir.

    DiÄŸer taraftan insanlar bu sıfatlar meselesinde farklı guruplara ayrılmışlardır. Bir fırka yüce Allâh’ın sıfatlar konusunda, yarattığı varlıklara asla benzemediÄŸini, bu konuda tenzihi savunurlarken –ki bunlar Ehli Sünnet velcemaat mezhebidirler.- Ehli Sünnet yüce Allâh’ın kendi zatı için isbat ettiÄŸi sıfatları aynen kabul ederler ve tenzihi savunurlar. ÖrneÄŸin oturmak, yer deÄŸiÅŸtirmek, herhangi bir cihete ve mekana sahip olmak gibi, deÄŸiÅŸim ve benzeri diÄŸer hadis olan ÅŸeyleri, yani cisimlendirmeyi hatırlatacak her ÅŸeyden münezzeh sayarlar.

    Evet bir fırka yani Ehli Sünnet böyle inanırlarken, diÄŸer bir fırka tümüyle sıfatları ret ederler. Bunlar da Mutezile, Kaderiye gibi mezheplerdir. Bunlar, yüce Allâh’ın zatıyla kaim sıfatlarının olduÄŸunu inkar ettiler. Ä°ÅŸte bu yüzden de muattıla diye anılır oldular. Çünkü bunlar sıfatları kabul etmiyorlar. BaÅŸka bir kısmı ise, Allâh’ın sıfatlarını cismiyetin bir gerekliliÄŸi olarak kabul ettiler, bu yüzden de, her ÅŸeyden mukaddes ve münezzeh olan yüce Allâh hakkında hareket etme, sükun-yerleÅŸme, bir yerden bir diÄŸerine taşınma ve hadis olma gibi ÅŸeylerin alametleri olan daha baÅŸka nitelikleri Allâh hakkında var saydılar. ÖrneÄŸin Allâh’ın konuÅŸması ses ve harflerden oluÅŸur demeleri gibi. Bu sıfat önce var olur, sonra geçer, sonra yeniden döner, sonra tekrar kaybolur, sonra yeniden avdet eder ve sonra tekrar nihayet bulur gibi. Ä°ÅŸte bunlar Mücessime ve Müşebbihe denir. Bunlardan bir kısmı açıkça Allâh’ı cisim olarak adlandırırlar. Sonra da bunlar, “biz Allâh bir cisimdir, O bir cirimdir” derken, biz bu ifademizle “Allâh vardır ve kaimdir” demek istiyoruz.
    Bulardan bir kısmı ise, Allâh’ın cisim olduÄŸuna iman etmekle birlikte açık ve net bir ÅŸekilde bunu söylemekten uzak dururlar. Ä°ÅŸte Kerramiye mezhebi bu inançta olanlardandır. Bunlar hem müşebbihe ve hem mücessimedirler. Muhammed bin Kerram adındaki birine mensupturlar. Bu inanç mensuplarına HaÅŸeviye denmektedir.

    Ehli Sünnete gelince, bunlar söz konusu iki fırkanın arasında yer aldıkları için orta yolu tutanlardır. Ehli Sünnetin bir kısmı EÅŸ’ariler ve bir kısmı da Maturidiler olarak ikiye ayrılırlar. Çünkü bu kesim hidayet önderi Ä°mam Ebu Hasan EÅŸ’ari ile Ä°mam Ebu Mansur Maturidiye mensupturlar. Ehli Sünnet diye anılan bu kesim Muattıla ile müşebbihe mezheplerinden ÅŸu özellikleri itibariyle ayrılırlar. Ehli Sünnet daha önce anlattığımız sıfatları kabul ederler ve bu sıfatları Allâh için vacip olduÄŸuna inanırlar. Yani Ä°lim, Kudret, Ä°rade, Semi, Basari Kelam, Hayat, Muhalefetun lilhavadis, Kıyam binefsihi, Vucud, vahdaniyet, Kıdem ve Beka sıfatlarının vacipliÄŸine ve Allâh’ın zatıyla kaim ezeli ve ebedi sıfatlar olduÄŸuna iman ederler. Bunun yanında yüce Allâh’ın sıfatları itibariyle de her ÅŸeyden münezzeh olduÄŸuna ve hadis olan varlıkların sıfatlarıyla asla bir alakalarının bulunmadığına da iman ederler.

    Çünkü Ehli sünnet sözkonusu sıfatlar hakkında, bunların ezeli ve ebedi olduğunu açık olarak söylerler. Bir de Ehli Sünnet sıfatlarla ilgili olarak müteşabih durumunda olan ayet ve hadisleri zahiri manasıyla değil de, bunları tevil etmek suretiyle iman ederler. Kimisi bunları icmali anlamda olarak tevil ederlerken, kimisi de oldukça detaylı yani tafsili manada tevil yönüne giderler. Bununla beraber her iki durumu da doğru ve gerçek olarak kabul ederler.

    Bunun örneklerinden biri yüce Allâh’ın ArÅŸ’ı üzerinde istiva ettiÄŸi meselesidir. Ki bu birkaç ayette geçmektedir. Bunu tevil ederlerken yüce Allâh’ın ÅŸanına yakışacak bir ÅŸekilde yoruma ve tevile tabi tutarlar. Yoksa bunu, oturmak ve karar kılmak veya buna benzer manalarda açıklamazlar. Yani Arap dilinde kullanılan lügat manası ile, tıpkı yaratılmışların istivası anlamında ele almazlar.

    Bir de bu konuda kimi Ehli Sünnet mensupları, bu ifadeler Kur’an ve Sünnette nasıl geçiyorsa, herhangi bir tayine, belirlemeye gitmeksizin aynen onunla yetinirler. Yani yüce Allâh’a yaraÅŸacak bir mana ile, örneÄŸin istila etmek, kahretmek-egemen olmak gibi deÄŸerlendirirler. Kimileri de bunları yorumlarken, hudus alametlerini ve cismiyeti gerektirmeyecek bir ÅŸekilde bunu tayine ve belirlemeye çalışır, öyle açıklar. Bunlardan birinci gurupta yer alanlar, icmali anlamda tevil yaparlarken, diÄŸerleri daha detaylı bir ÅŸekilde tevil cihetine giderler.

    TeÅŸbih inancını savunanlar bu inanışları sebebiyle haktan ayrılmış oldular. Gerekçe olarak da tevil yoluna baÅŸvurmayı, tatil olarak deÄŸerlendirdiler. Yani sıfatları inkar manasında deÄŸerlendirdiler. Bu ise Ehli Sünnete bir iftiradır. Yine bu kesim hak ehlini, ayet ve hadisleri zahiri manasına yorumlamadıkları, örneÄŸin Ä°stiva ayeti gibi zahiri manasıyla açıklamadıkları için zem ediyorlar. Nitekim bunlardan biri, ayet ve hadisleri zahiri manalarına yorumlamayan Sünniler için şöyle demektedir: “Åžu tevilciyi mi” diyerek bu ifade ile güya Sünnileri ayıplamış ve aÅŸağılamış olmaktadır. Oysa bunu söylemelerine raÄŸmen kendileri de bir takım ayet ve hadisleri tevil cihetine gidiyorlar. Aslında bunlar kendi kendileriyle çeliÅŸiyorlar. Fakat bunun da farkında deÄŸiller. Çünkü bunlar, kimi ayetlerde zahiri manası itibariyle yükseklik ya da yücelik cihetine mukabil kullanılan ciheti örneÄŸin arz gibi bunları tevile gitmiyorlar. Mesela bunlar yüce Allâh Ä°brahim (aleyhisselam) hakkındaki ayetlere geldiklerinde, örneÄŸin:
    “Ben Rabbime gidiyorum,O bana doÄŸru yolu gösterecek” (37, Saffat, 99) kavli gibi. Ki bunlar bu ayet ile murat olunan ve Ä°brahim (aleyhisselam)’in hicret ettiÄŸi yer olan ve Åžam-Suriye torağı olan arz manasına hamletmiyorlar, yorumlamıyorlar. Yine bunlar: “Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (57, Hadid, 4) ayetine geldiklerinde bu ayeti de zahiri manasına hamletmezler. Çünkü bu ayetin zahiri manası alındığında bununla yüce Allâh’ın kullarıyla yeryüzünde, onlar nerede olurlarsa olsunlar, onlarla birlikte hep intikal halinde olduÄŸu manası ortaya çıkar. Bunun için bunu zahiri manasında yorumlamazlar. DiÄŸer taraftan eÄŸer bu kimselere: “nasıl oluyor da, ArÅŸ’ın üzerine istiva etmek gibi ayetleri zahiri manasına hamlediyor da, “Ben Rabbime gidiyorum,O bana doÄŸru yolu gösterecek” (37, Saffat, 99) ayeti ile, “Biz Ona ÅŸah damarından daha yakınız.” (50, Kaf, 16) gibi ayetleri ve benzerlerini zahiri manalarına yorumlamıyorsunuz, neden? Bu, bir tahakküm deÄŸil midir?

    Buna verdikleri cevap şöyledir: Zahir manaları itibariyle yüce Allâh için uluv manası yani ArÅŸ, Sema gibi yücelik ifade eden ayetleri bu manalarıyla yorumlarken, yüce Allâh hakkında Kemal manasını kabul ettiÄŸimizden ve bu manasıyla Kemal anlamı sabit olduÄŸundan ötürü böyle yorumluyoruz. Ancak zahiri manası itibariyle yüce Allâh hakkında kemal manasını deÄŸil de daha aÅŸağılarda-altlarda bir cihet sözkonusu ise, biz bu gibi ayetleri zahiri manasına yorumlamıyoruz. Çünkü daha altta ya da aÅŸağıda olan bir cihet Kemal’in zıddıdır ve bu, yüce Allâh hakkında bir eksikliktir.

    Hak ehli de diyor ki: Asıl mesele cihetin uluvvu meselesi deÄŸildir. Aksine asıl mesele, kadrinin yüceliÄŸi meselesidir. Arap dilinde fevkiyet yani üstte ya da yukarıda oluÅŸ, iki manaya gelir. Bunlardan biri mekan ve cihet itibariyle olan yükseklik veya yüceliktir. DiÄŸeri de, Kadr yani deÄŸer itibariyle olan yüceliktir. Yüce Allâh Firavun’dan haber verirken şöyle buyuruyor:
    “Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz.” (7, A’raf, 127)

    Yani biz üstünlük açısından güç ve kuvvet, hakimiyet bakımından onların üstündeyiz, onları ezecek her güce sahibiz, demektir. Bu ayette Firavun, Ä°srail oÄŸullarının üzerinde yücelik yani uluv açısından bir üstünlüğe sahip olduÄŸunu anlatıyor, demek doÄŸru olmaz. Bura asıl demek istenen gerçek ÅŸudur. Firavun Ä°srail oÄŸulları üzerinde ezici bir güce, kuvvete sahiptir, onlar bu gücün altında yenil düşmüşlerdir, demektir. Çünkü burada Firavun’un demek istediÄŸi budur.

    Özetleyecek olursak kısaca deriz ki, sanki bu gurup ne söylediğini bilmez durumundadır. Ancak sözkonusu ayetleri zahiri manalarına göre yorumlamayan hak ehline gelince, yani bu ayetlerden uluv cihetini vehmettirecek olanlar ile bunlardan alt cihetini vehmettirecek ayetleri yorumlamayanlara gelince, bunlar tahakkümden taraftarıdırlar. Yani bu delili olmayan bir davadır. Ancak sözkonusu ayetlerden ve hadislerden kimisini tevil edip kimisini de etmeyen yani kimisini zahiri manalarına göre ele alan ve kimisini de almayan guruba gelince, bunlar da tahakküm etmiş oldular.

    Bunlar gerçekten Müşebbihedirler. Gerçi bunlar her ne kadar kendileri için böyle bir isimlendirmeyi hoÅŸ karşılamasalar da böyledirler. Bunlar adetleri gereÄŸi bir takım kamuflaj ifadelerle halkı yanıltırlar ve: “Allâh’ın Arşı istivası keyfiyetsizdir, yani nasıl olduÄŸu bilinemez” diye bir takım yaldızlı sözlerle aldatırlar. Ya da: “O buna layık olan bir istiva ile Arşını istiva etmiÅŸtir” gibisinden yanıltıcı ifadeler kullanırlar. Oysa bunlar yüce Allâh hakkında keyfiyete inanıyorlar. Halbuki selef bunu reddetmiÅŸ, kabul etmemiÅŸtir. Gafil olan kimseler onların bu yaldızlı sözlerinden uzak dursunlar. Çünkü Allâh, bunların söyleye geldiklerinden yücedir, beridir.

  3. Alt 12-15-2008, 05:32 #3
    HabeÅŸi Mesajlar: 41
    ALLÂH’IN TÃœM SIFATLARI KEMAL SIFATLARDIR

    Allâh’ın sıfatları ezeli ve ebedidirler. Çünkü Zatın kendisi ezelidir. Dolayısıyla ezeli olmayan bir sıfat da Allâh için var olacak deÄŸildir. Ancak yaratılmışların sıfatlarına gelince, bunlar hadistirler. Her zaman deÄŸiÅŸiklik kabul ederleri yani hep evre geçirirler. Kemalden en mükemmele yani olgun olmaktan en iyi olgunluÄŸa doÄŸru giderek deÄŸiÅŸim gösterirler. Oysa Allâh’ın ilminde hiçbir ÅŸey asla yenilenmez. Yüce Allâh her ÅŸeyi ezeli olan ilmi ve ezeli olan kudreti, ezeli olan meÅŸieti-dilemesiyle yaratmıştır. GeçmiÅŸ, ÅŸimdiki zaman ve gelecek yüce Allâh’a nispetle deÄŸerlendirildiÄŸinde O, bütün bunları ezeli olan ilmiyle ihata etmiÅŸtir. Yüce Allâh’ın zatıyla ilgili olarak Ezeliyet kesinleÅŸince, dolayısıyla Onun tüm sıfatlarının da ezeli ve ebedi olması vacip olur. Bunlar asla deÄŸiÅŸim ve evrim geçirmezler. Çünkü bir halden diÄŸer bir hale deÄŸiÅŸim ya da evrim hadis olmanın, sonradan var olmanın bir alametidir.


    ÖrneÄŸin insan fazlalık da eksiklik de kabul eder, kemalden yani mükemmel oluÅŸtan bir gerilemeye, eksilmeye doÄŸru iniÅŸi de kabul eder. Aynı ÅŸekilde bunun aksi de mümkündür. Yani eksiklikten mükemmele doÄŸru yükseliÅŸ gibi. Ancak yüce Allâh hakkında bu manada bir artış ve eksilme asla varit olamaz. Yüce Allâh’ın sıfatları da bir deÄŸiÅŸim ve evrim kabul etmezler. Yani mükemmellikten en mükemmel olana doÄŸru bir evrim sözkonusu deÄŸildir.

    Keza Allâh’ın ilmi de artıp eksilmez. Aksine Onun ilmi de diÄŸer sıfatları gibi kamildir. O bununla her ÅŸeyi bilir. Allâh’ın ilmi için yenilenme de sözkonusu deÄŸildir. Aksine O, ezelden beri her ÅŸeyi bilir. Ancak deÄŸiÅŸme hadis olan malumlarda yani bilinen ÅŸeylerde olur. Yoksa yüce Allâh’ın ezeli ilminde deÄŸil.

    Çünkü yüce Allâh geçmişte olanları bilir ve şu anda olacak olanları da bilir. Bunları bildiği gibi ileride yani gelecekte olacak olan şeyleri de bilir. Kısaca ta ahirette bile yenilenecek olan her şeyi bilir. Allâh bütün bunları ezelden beri bilir. Hatta cennet ve cehennem ehlinin her an yenilenecek olan ve asla kesilmeyecek olan nefeslerini de bilir. Kısaca yüce bütün bunları en ince detaylarına kadar bilir.

    Ancak yüce Allâh’ın: “En güzel isimler Allâh’ındır. O halde Ona O güzel isimlerle dua edin.” (7, A’raf, 180) kavline gelince, bunun manası ÅŸudur:
    Yüce Allâh’ın bir takım isimleri vardır ki, bu isimler kemale delalet ederler.

    Çünkü yüce Allâh, ancak kemal sıfatlarıyla vasıflanmıştır. EÄŸer kemal manasını içermeyen bir takım isimler var ise, kimi insanların “Ruh” veya “Ah” diye adlandırmaları gibi, bilin ki onlar Allâh’ın isimi deÄŸildir, olamazlar. Kaldı ki “Ah” kelimesinin, Allâh’ın adı olması caiz olmaz. Çünkü böyle bir ifadeyi Araplar ÅŸikayetlerini ve acılarını dillendirmek için uydurmuÅŸlardır. Ä°mam Tirmizi tarafından rivayet oluna hadise göre Allâh Resulü (s) şöyle buyurmuÅŸlar:
    “Biriniz esneyince, elini aÄŸzına kapatsın. O kimse Ah deyince, ÅŸeytan buna onun karnından güler.” Yani ÅŸeytan onun aÄŸzından içeri girer ve onunla alay eder.

    Bu “Ah” sözcüğünün Allâh’ın ismi olmadığının delili ise, fakihler bu hususta şöyle diyorlar. “Kim bilerek namazda Ah derse, namazı bozulur.” BilindiÄŸi gibi Allâh’ı zikretmek namazı bozmaz. EÄŸer bu Ah kelimesi Allâh’ın isimlerinden olmuÅŸ olsaydı, bununla namaz bozulmazdı.

    Allâh’ın Esmayı-i Hüsnasına Allâh’ın sıfatları dendiÄŸi gibi, Allâh’ın isimleri diye de söylenir. Sadece Lafza-i Celal bunlardan müstesnadır. Buna Allâh’ın sıfatı diye mutlak manada söylenemez.

    Ayrıca Allâh’ın isimleri ili kısındır. Bir kısmı Allâh’tan baÅŸkasına ad olarak verilmezken, diÄŸer bir kısmının isim olarak verilmesi caizdir. Allâh’tan baÅŸkasına isim olarak verilmesi caiz olmayan isimler ÅŸunlardır: Allâh, Rahman, Kuddus, Halik, Rezzak, Malikülmülk, Zülcelali vel ikram, Muhyi, Mumit. Bu isimlerle sadece yüce Allâh anılır, baÅŸkası deÄŸil. Ancak bunlar dışındaki birçok isimlerle Allâh’tan baÅŸkaları da isim alabilmektedirler. Burada kiÅŸinin çocuÄŸuna Rahim, Melik, Selam ve benzeri adları vermesi de caizdir.
    Bu eser halkın en hayırlısı olan Muhammed (s)’in ÅŸehri Medine’de recep ayında hicri 1410 yılında tamamlandı. Alemlerin Rabbi Allâh’a hamdolsun. Halkın en hayırlısına da salat olsun.

    AKÄ°DEYÄ° MÃœNCÄ°YE

    Yazan: Allame Muhaddis ve Fakih Åžeyh Abdullah Hereri


    (Rahman ve Rahim olan Allâh’ın adıyla)

    Alemlerin Rabbi Allâh’a hamdolsun. Efendimiz Muhammed’e, Aline-Ehli Beytine ve ashabına salat ve selam olsun.

    Åžimdi asıl meseleye gelince, elinizdeki bu risalecik tahkik erbabı, müdekkik usulcü, Allame muhaddis, lügat ve dil bilimcisi, tefsir alimi Åžeyh Ebu abdurrahman Abdullah b. Muhammed b. Yusuf el-KuraÅŸi ve Abderi hocamız tarafından kaleme alınmıştır. Soy bakımından yukarıdaki silsileye ve akide bakımından da EÅŸari ve Matiridi, tarikat bakımından Rufai olan Here’li ve HabeÅŸi diye ün salan bu hocamızdan Allâh razı olsun ve memnun ettirsin ve bizi de her iki dünyada da efendimiz Hz. Muhammed (s) bereketiyle ondan yararlandırsın. Amin.

    Allâh ondan razı olsun diyor ki:
    Bir Not: Hak-Sünnet ehli diyor ki: Alem ya cevherdir ya da arazdır. Cevher ise hacmi olan bir şey olup iki kısımdır. Bir kısmı azlık itibariyle sonsuzdur, çünkü bölünüp parçalanamaz. Diğer bir kısmı ise bölünüp parçalanabilir ki buna da cisim denir.

    Bunlardan ilki cevheri fert yani ceher-öz adı verilir ki, bu cüz’ü la yetecezze’dir yani asla parçalanmayan en küçül ÅŸeydir, atomdur. Araz denen ÅŸeye gelince, bu, cevherin kendisi sayesinde ayakta kaldığı ÅŸeydir. Yani cismin hareketi ve hareketsizliÄŸi, bir yerde mekan tutması gibi bir sıfata yani niteliÄŸe sahip olan ÅŸeydir.

    Yüce Allâh’a gelince O, bütün bunlardan baÅŸka olan bir varlıktır. Yüce Allâh’ın cevheri fert yani mürekkep-bileÅŸik olmayan, öz olan cevher olması muhal olduÄŸu gibi, cevheri mürekkep ya da müellef veya bileÅŸik cevher olması da muhaldir. Çünkü cisimdirler. Ä°ÅŸte bu, kimilerinin; “yüce Allâh kemiyet ve keyfiyetten münezzehtir, Allâh’tan baÅŸka böyle olan bir ÅŸey de yoktur” dedikleri ÅŸeydir. Ancak heyula düşüncesinden hareket edenlerin: “Bu, kemiyet ve keyfiyetle ilgisi bulunmayan ÅŸeydir” tarzındaki söylemleri ise batıldır.

    Hak ehli, “şüphesiz Allâh, bir had-tanım altına girmekten münezzehtir” derken, bununla ÅŸunu demek istiyorlar. Åžayet Allâh cevher fert denen salt-öz yani bileÅŸik olmayan cevher olsaydı, bu takdir de cevheri fert Allâh için bir örnek ya da misal olabilirdi. EÄŸer bunun üzerine zait-ek yani en büyük ecram denen varlıkların tanımı ve sınırlaması durumunda olsaydı -ki bu da ArÅŸtır- ya da bunda daha fazla sonsuza gidecek kadar olabilseydi ya da var sayılan farazi bir deÄŸere ulaÅŸsaydı –ki bu da sonsuz deÄŸildir- mutlaka bunun da müellef yani mürekkep yani bileÅŸik olması gerekirdi. Müellef olan bir ÅŸey de mutlaka onu telif eden, bir araya getiren birine muhtaçtır. BaÅŸkasına muhtaç olan bir varlık da mutla anlamda hadistir, sonradan meydana gelmedir.

    Ä°ÅŸte Hz. Ali’nin sözü –Allâh ondan razı olsun- diyor ki: “ Kim, bizim ilahımız mahduttur, sınırlıdır diye bir iddiaya kalkışırsa, gerçekten o yaratan Mabudu bilmiyor, tanımıyor” demektir. Bunu Ebu Nuaym rivayet etmektedir. Hz. Hüseyin’in oÄŸlu Hz. Ali’nin torunu Ali Zeynel Abidin’in sözü de şöyledir: “Şüphesiz Allâh mahdut-sınırlı deÄŸildir, tanımlanamaz.” Bunu da muttasıl-kesintisiz bir isnad ile Lügat bilgini Muhammed Murtaza Zebidi “Ä°thafussadetil Muttakin” adlı eserde rivayet etmektedir. Aynı ÅŸekilde Ahmed b. Muhammed b. Selam et-Tahavi de: “Allâh, sınırlanmadan-huduttan münezzehtir” diyor.

    Ä°ÅŸte bunun içindir ki Allâh’ın alem ile muttasıl yani bitiÅŸik ya d ona hulul etmiÅŸ olması veya mesafe olarak ondan uzak-ayrı olması muhaldir. Ä°ÅŸte asıl gerçek budur. Bundan baÅŸkası sahih-doÄŸru deÄŸildir. Bunun da nedeni yaratılanların bir kısmı diÄŸer bir kısmına ya baÄŸlı-bitiÅŸik yani muttasıldır veya ayrıdırlar. Her iki durum ile yüce Allâh’ın vasıflanmış olması muhaldir, olamazdır. Çünkü bu kabul edilirse, bu durumda yüce Allâh için benzeri, dengi olması gerekir gibisinden bir sonuç doÄŸar. Åžanı yüce olan Allâh zatı itibariyle mutlak manada misilden yani denklik ve benzerlikten yücedir, münezzehtir.

    EÄŸer Allâh hakkında bir tahdit-sınır koyan ve öyle inanan Mücessime mezhebi mensubu olan HaÅŸevi bu, “Allâh’ın varlığını nefiydir, inkardır” diyecek olursa, ona şöyle denir: “Siz inancınızı, sonuçta iÅŸi vehme kadar götüren bir temele dayandırıyorsunuz. Oysa vehme itibar yoktur. Çünkü asıl itibar ya da deÄŸerlendirme, ÅŸer’i ve akli delile dayalı olanıdır. Ä°ÅŸte bizim ortaya koyup tespit ettiÄŸimiz gerçek, naklin ve aklın bir gereÄŸi olan ÅŸeydir.” EÄŸer siz: “Vehmimizin ulaÅŸamayacağı ÅŸeye biz inanmayız” derseniz, bu takdirde siz bu ifadenizle vehminizin ulaÅŸamadığı bir mahluku yani yaratığı da inkar etmiÅŸ olursunuz. Oysa Kur’an vehminizin ulaÅŸamayacağı o ÅŸeyin var olduÄŸunu bildirmektedir. ÖrneÄŸin yüce Allâh’ın: “Karanlıkları ve aydınlığı var eden,...” (6, En’am, 1) kavli gibi. Burada geçen Nur-Aydınlık ve karanlık-Zalamın her ikisi de yaratılmış ve hadis olan iki ÅŸeydir. Çünkü buna Kur’an tanıklık ediyor. Åžimdi siz, aydınlığın ve karanlığın olmadığı bir vakti ya d zamanı düşünebilir misiniz? Çünkü bu durum: “Karanlıkları ve aydınlığı var eden,...” (6, En’am, 1) ayetiyle sabit olmuÅŸtur. Yani Zulumatı da nuru da Allâh yaratmıştır. Oysa daha önce bu ikisi de yoktu. Her ikisi de yok iken sonradan var edilmiÅŸlerdir. Ä°ÅŸte buna bizim vehimlerimizin ulaÅŸması sözkonusu olamadığı gibi sizin de vehimleriniz ulaÅŸamaz. Ne bizim düşüncelerimiz ve ne de sizin düşünceleriniz oralara varamaz, o kapıları çalamaz. Acaba bir nurun ve zulmetin yani aydınlık ve karanlığın bulunmadığı bir zamanı kim düşünebilir ki? Bununla beraber yine bizim, içinde aydınlığın ve karanlığın bulunmadığı mahluk bir vaktin olduÄŸuna iman etmemiz de vacip olur. Çünkü yüce Allâh, su ile Arşı yarattıktan sonra nur ile zulmeti yaratmıştır. Allâh’ın ilk yarattığı ÅŸey sudur, bundan sonra ArÅŸ’ı yaratmıştır. Buna göre aydınlık ve karanlık ancak su ile arÅŸ’ın var edilmesinden sonra var olmuÅŸlardır.

    Åžurası da bilinmelidir ki, bir ÅŸeye giriÅŸ ve çıkış caiz ise, iÅŸte O, hiçbir eÅŸi, benzeri ve dengi olmayan, bir tek olan Allâh’ın yaratmış olduÄŸu ÅŸeydir.

    Alemlerin Rabbi Allâh’a hamdolsun. Efendimiz Muhammed (s)’e, Ehli Beytine ve ashabına da salat ve selam olsun.

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.