Efendimiz'in bu hassasiyeti bizim de en çok hassas olmamız gereken önemli bir konudur. Bu sebeple de mutlaka üzerinde durulmalıdır.
Allah Rasûlü, sadece kendisine gelen heyetlere karşı değil, dini kabul etmek için gelen ferdlere karşı da her zaman ilgi ve alâkasını en üst seviyede sürdürmüştür. Meselâ, Halid b. Velid, Amr bin Âs ve Osman b. Talha gibi Mekke'nin seçkinleri Medine'ye geldiklerinde, her biri Allah Rasûlü'nden öyle iltifatlar görmüşlerdir ki, o gün için Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (ra) öylesini bulamamışlardı.
Efendimiz (sas), Hz. Halid'e: Ben de, Halid bu kadar akıllıyken nasıl oluyor da küfür içinde kalıyor diye hayret ediyordum' der... Kısa bir müddet sonra da onu 'Allah'ın Kılıcı' ünvanıyla taltif eder...
Amr bin Âs, Müslümanlara çok kötülüğü dokunmuş bir insandı. Öyleki bu zat, o güne kadar dehasını hep İslâm aleyhinde kullanmıştı. Ama Müslüman olup Medine'ye gelince, Efendimiz (sas), ona mâziye ait en küçük bir mes'eleyi dahi hatırlatmayacak kadar sıcak davranmıştı. Onun dua talebi üzerine 'Bilmiyor musun İslâm, onu kabul etmeden önce işlenen bütün gühanları siler, temizler' buyurmuştu...
Abdullah b. Cerir el-Becelî huzura girince, Efendimiz gözleriyle herkese yol gösteriyor gibi cemaat içinden birinin kalkıp da ona yer vermesini arzuluyordu... Cemaat bunu anlayamayınca da, hemen harekete geçiyor ve cübbesini çıkararak Abdullah bin Cerir'in (ra) altına seriveriyor. Daha sonra da, ashabına; bir kavmin kerimine karşı ikramda bulunulması gerektiği hususundaki o ölümsüz nasihatını sunuyordu. Ebu Cehil'in oğlu İkrime'ye iltifat dolu sözlerle mukabelesi ise, bu konuda apayrı bir ibret levhasıdır.
Evet, bu davranışlar Efendimiz'de değişmeyen prensipler cümlesindendi... İşte O, gelen ferd ve heyetlere de bu prensipler çerçevesinde muamelede bulunuyordu ki, bütün bunlarda bir sürü hikmet dolu gayeler vardı:
Birincisi: Henüz yeni gelmiş ve bütünüyle İslâm'a ısınmamış bu insanlar yer değiştirmenin rahatsızlığını, tedirginliğini yaşarken, eğer kendilerini tedirginlikten kurtaracak emniyet dolu bu sıcak atmosferi bulamasalardı, tercihlerini başka türlü de kullanabilirlerdi ki, bu da onlar için büyük bir kayıp olurdu. İşte Efendimiz'in (sas), kendisine, imânın en küçücük bir şemmesiyle gelenlere dahi fevkalâde alâka ve ilgi göstermesi, onları böyle bir yanlış karardan kurtarıyordu ki, bu da, bugün ve yarın üzerinde önemle durulması gerekli konulardan olsa gerek.
İkincisi: Gelen heyet ferdleri arasında, kavmi ve kabilesi içinde daima saygı ve hürmet görmüş insanlar da oluyordu. Bunlar, kendi toplumlarında bu gibi ilgi ve alâkaya alışmış insanlardı. Dolayısıyla onlara aynı oranda bir ilgi ve alâka gösterilmeliydi ki, geldikleri yeni toplumu yadırgamasınlar.. yani bu ilgi ve alâka onlara ünsiyet aşılamalı ve yabancılığın verdiği rahatsızlığı ortadan kaldırmış olmalıydı...
Üçüncüsü: Bu heyetlerden pek çoğu resmî idi. İslâm bir devlet nizamı olarak îlan edilince, çevredeki kabile ve devletler kendilerince bir durum değerlendirmesi yapmak üzere, Medine'ye heyetler gönderiyorlardı. Bu heyetlerdeki insanlar da sıradan insanlar değillerdi; az-çok hemen hepsinin kendine göre bir dünya görüşü ve değer yargıları vardı. Ve bu insanlar geldikleri yerlere döndüklerinde intibalarıyla geriye döneceklerdi.. ve onların bu kanaati de, mensubu oldukları devlet veya kabileye mutlaka tesirli olacaktı. Öyle ise, bu insanların müspet kanaatlerle techiz edilmesi şarttı. Bu da onlara gösterilecek ilgi ve sıcak bir istikbal ile yakından alâkalıydı.
Dördüncüsü: Efendimiz'in (sas) ahlâk ve şemâili Ehl-i Kitap tarafından biliniyordu. Zira bu şemâil onların kitaplarında da mevcuttu. Gelen heyetlerden bir kısmı da bu işin hakikatini araştırmak için geliyordu. Efendimiz (sas) ise, kendinden emindi. O, Tevrat ve İncil'de geleceği müjdelenen peygamberdi. Muhatabın, bunu yakından görmesi için ona yakın olmasını, mesajının kabulüne vesile sayıyordu. Evet Allah Rasûlü, onları yakınına alıyor ve âdetâ, nübüvvetine ait alâmet ve işaretleri görmelerine yardımcı oluyordu ki, bu sayede, şüphe ve tereddütler, O'nun her şeyi paramparça eden o mübarek hal ve tavrına çarpıyor ve delik-deşik oluyordu. Gelenler ekseriyetle önceki kanaatlerini değiştiriyor ve döndükleri yerlerde tebliğ misyonunu edaya hazır hale geliyorlardı.
Mes'elenin günümüze ait yorumu
Evvelâ itiraf etmeliyiz ki, hiç kimse Allah Rasûlü'nün sergilediği bu tavrı ayniyle gerçekleştiremez. Zira hiçbir insanın, buna takat ve gücü yetmez. Düşünün ki O, Kurân'ın ifadesiyle, dağları tuz-buz edecek azamet ve ağırlıktaki Kur'ân'ı omuzlayan bir insandı. Her iki ayağını da yere öyle sağlam basmıştı ki, hiçbir hâdise O'nu sarsamıyor ve hiçbir aksi davranış O'nu prensiplerinden vazgeçiremiyordu. Bizlerde, bıkkınlıklar, yılgınlıklar olabilir. Ama O'nun için, böyle zaafları düşünmek bile mümkün değildir.
Bu itibarla diyorum ki, ister heyetleri kabulünde gösterdiği sıcak alâka ve ilgiyi, isterse bazı kimselerin mâzideki kusurlarını tamamen unutarak onları kabullenişini, bizim aynıyla tatbik ve temsil etmemiz imkânsızdır. Ama, yine de aynı şeyleri, gücümüz nisbetinde yapmak mecburiyetindeyiz. Yoksa âlemşümul bir hizmeti, seviyesiz göstermiş, dolayısıyla da bu yüce da'vaya ihanet etmiş oluruz.
Efendimiz (sas), heyetlerin kabul şeklini ve bu hususta gösterilmesi gereken hassasiyeti, son vasiyetine konu edinmekle de, bu işin önemine ve bu mes'elenin istikbalde alacağı buud ve derinliklerine de işaret ediyorlardı ki, bu da yakın-uzak gelecek açısından çok önemliydi.
Zira kendi döneminde henüz Ceziretü'l-Arap dışına çıkılmamıştı. Bazı devlet reislerinden gelen mektup ve hediyeler ise, ferd plânında gösterilen ilgi ve alâka çerçevesinde idi. Halbuki ileride 'İslâm Site Devleti', cihanın dört bir yanına yayılan engin haliyle yüzlerce, binlerce heyetleri ağırlayıp misafir etme zorunda kalacaktı. Tamamen devlet protokolüne ait bu mes'elenin keyfiyeti, temeli de, yine bizzat Efendimiz (sas) tarafından atılıyordu. Zaten 23 senelik nübüvvet döneminde, mikro plânda O'nun halletmediği hiçbir problem yoktu... O'nun heyetleri kabulü de, halledilen problemlerden sadece biriydi...
M.F.G.