Rahman Rahim Allah'ın adı ile başlarım. lemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, PEYGAMBER EFENDİMİZ’in ve onun pak âlinin ve ashabının tümüne..
وَمَا تَوْفِيقِي إِلاَّ بِاللّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ
ve mâ tevfîkî illâ billâh, aleyhi tevekkeltu ve ileyhi unîb
Sözünü edeceğimiz kişiler Kur’ân’a iman eden ancak tuttukları yol ile İslâm’ın yaşanmasına, hayata mal olmasına bilmeden de olsa zarar veren bir kesim.
Her menfi hareketin arkasında bir ecnebi parmağı aramak herkesin hemen aklına gelen öncelikli şık. Ama, sözünü edeceğimiz kimseler ecnebilere alet olmaktan çok, onları bilmeyerek sevindiren cinsten.
Şöyle ki, ülkemizde Kur’ân hakikatlerine gönülden bağlı, İslâm ahlâkını benimsemiş, ibadetlerini aksatmadan yerine getiren büyük bir gençlik kesimi var. Bunların sayılarının her geçen gün biraz daha artması, bütün düşmanlarımızı derinden düşündürüyor. Bu yıkıcı güçler, gençliğin İslâm’la tanışmasına engel olmak için özellikle içkiyi, uyuşturucuyu, sefahati, her türlü ahlâk dışı yayınları sürekli teşvik ediyorlar.
Hedefleri, akıl ve kalplerini şehvet odaklı işleten hayvanî bir gençlik ortaya çıkarmak. Bu vadide hayli yol aldıklarını da teslim etmek durumundayız. Ancak, yıkımın kolay, yapmanın zor olduğu dikkate alındığında onları her geçen gün biraz daha ümitsiz eden bir tablonun büyüdüğü ve yükseldiği de bir gerçek.
İşte yıllar önce, bu düşmanları sevindirecek ve onlara sönük de olsa ümit ışığı olabilecek bir tuhaf akım çıkmıştı ortaya. Bunlar bugünlerde yeniden boy gösterme hevesine kapıldıkları için konu üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Bu kişiler diyorlar ki, Kur’ânda her şey vardır, başka bir kaynak aramaya gerek yoktur. Bunlar, İslâm’ın temeli olan kelime-i şahadetin her iki kanadına da iman ettiklerini ifade etmekle birlikte, ikinci kanadı, amel konusunda hiç nazara almama gibi tuhaf bir yola girmiş bulunuyorlar. Bunun için de, hadis-i şerifleri İslâm’ın ikinci kaynağı olarak kabul etmiyor, her şeyin zaten Kur’ânda bulunduğunu, bunlara gerek olmadığını söylüyorlar. Kendilerine diyorsunuz ki, “Kur’ânda namaz emredilmekle birlikte nasıl kılınacağı tafsilatıyla anlatılmamış; hadis-i şerifler ve Allah Resulünün (asm.) uygulamaları olmaksızın nasıl namaz kılacağız?”
Bu sorunuza, Kur’ânda anlatılandan ne anlıyorsak namazı öylece kılacağız diye cevap veriyorlar. Sorularınızı artırıyorsunuz, “Kur’ânda beş vakit namaz açık olarak geçmiyor, sadece sabah ve akşam namazından bahsediliyor, bir da orta namazdan. Bu ise ikindi namazı olarak anlaşılabiliyor.” dediğinizde, size hemen hak veriyor ve “Zaten namaz iki vakittir üçüncüsü bizim tercihimize bırakılmış.” diyorlar. “O halde,” diyorsunuz, “iki vakit de olsa bu iki namazı kaç rekât kılacağız, namazda neler okuyacağız. Zira bunlar da Kur’ânda açıklanmamış.”
Bu sorunuza şu garip cevabı alıyorsunuz: Rekat diye bir şey yok, Kur’ânda sadece namaz emredilmiş, rükûdan, secdeden bahsedilmiş, kıble tayin edilmiş. Kişi gerisini kendisi belirleyecek, dilediği namazı yine dilediği kadar rekât kılabilir; bir rekât da kılar, on rekât da.
Bu kesimin bütün yanılmalarını burada aktarmaya gerek yok. “Namaz dinin direğidir.” (Tirmizi, İman 8) hadis-i şerifinden hareketle açıklamalarımızı sadece namaz örneği üzerinde yapmakla yetineceğiz. Diğer ibadetlerdeki fikir sapmaları da bundan farksız.
Önce, etrafımıza şöyle bir bakalım, bunların dediği şekilde namaz kılan kimse var mı? Yok. Kendilerinin de böyle bir namaz kıldıklarını hiç sanmıyoruz. Kılsalar, haklı bildikleri bu dava ile ortaya çıkar, namazı o şekilde kılan bir ekol teşkil eder ve sayılarının artması için de gayret gösterirlerdi. O halde, bu fikrin neticesi, güya Kur’âna uygun namaz kılma perdesi altında, namaz kılmayan bir nesil yetiştirmek.
Kur’ânın ilk muhatapları ve Resulullahın (asm.) ilk arkadaşları ve talebeleri olan sahabelerin böyle bir namaz kıldıklarını bunlar da iddia edemiyorlar. Sahabeler Allah Resulünün (asm.) her hareketini, özellikle de ibadete dair uygulamalarını büyük bir titizlikle aynen tatbik ve taklit etmişler. Onları takip eden tabiin döneminde ve daha sonraki asırların Müslümanlarında da böyle bir ferdî ve keyfî uygulama görülmüyor. Bu hal, tâ bu asra kadar böylece devam ediyor.
Hak mezhepler yanında, dalâlet fırkası dediğimiz İslâm’ın istikamet çizgisinden sapma gösteren kesimlerde de böyle indî bir ibadet şekli göremiyoruz. Bu asra kadar böyle bir uygulama görülmediğine göre, bu kesimin iddiaları esas alındığında bugüne kadar Kur’âna uygun ibadet hiç yapılmamış oluyor. Dolayısıyla, İslâm dini hayata mal olmamış, sadece inanç planında kalmış bir din oluyor.
Yine bunların telakkisine göre, Peygamber Efendimiz de (asm.) namazın nasıl kılınacağını ümmetine öğretmeyen, onları bu noktada kendi görüşleriyle baş başa bırakan birisi olarak görülüyor. “O halde, peygambere ne gerek vardı?” diye bir soru akla gelebiliyor. Eğer peygamberin tek görevi insanlara Kur’ânı tebliğ etmek ise Kur’ânın nasıl yaşanacağı konusunda örnek olmak gibi bir görevi yoksa, o zaman Kur’ânın nazil olması, peygamber olmaksızın bir melekle de gerçekleştirilebilirdi.
Melekler, diledikleri şekillere girebilen nuranî varlıklardır. Nitekim Cebrail Aleyhisselam Allah Resulünün (asm.) huzuruna, sahabeden Dıhye’nin suretiyle çıkabildiğine göre, Cenab-ı Hak, Kur’ânı da Cebrail vasıtasıyla ve Tevrat’ta olduğu gibi bir defasında toplu olarak inzal eder, uygulamasını insanların şahsî görüşlerine ve tercihlerine bırakabilirdi.
Bu kişilerin takıldıkları nokta, namaz ve diğer ibadetleri Cenab-ı Hakk’ın niçin bütün tafsilatıyla Kur’ânda anlatmadığı meselesi. Onlar, bunu şöyle yorumluyorlar: Demek ki, buna gerek yok ve kulların bu konuda serbest bırakmaları onlar için bir rahmet.
Böyle bir anlayışa göre, beşerî kanunlarda da bu kadar tafsilata gerek yok. Bütün suçları tek tek sıralamak, bunların cezalarını bütün teferruatıyla ortaya koymak yersiz ve mânasız. Herkes anayasayı incelesin, nasıl anlıyorsa öyle uygulasın.
Yine bu anlayışa göre, kâinat kitabındaki ince mânaları da araştırmak yersiz. Allah açıkça neyi göstermişse onunla amel etmek kâfi. Yani, güneşle yolunu göreceksin, havayı teneffüs edeceksin, toprağı ekip biçeceksin, suyu içecek ve ekinlerini sulayacaksın o kadar. Ne yer altı kaynaklarını, ne iç organların görevlerini, ne genlerin, ne atomların, ne ışınların keyfiyetini araştırmak gerekmez. Zira, gerekseydi Allah onları da güneş gibi, su gibi gözümüze gösterirdi.
Böyle bir düşünce nasıl insanı ilimden ve medeniyet nimetlerinden mahrum bırakırsa, sadece Kur’ân ayetlerinde açıkça beyan edilen mânalara bakmak da Kur’ânın çok geniş mâna ikliminden, çok derin feyiz kaynaklarından insanı mahrum eder. Böyle bir kişi, sadece anladığı kadarıyla yetinir, anlamadıklarını yahut açıklanmayan hükümleri yaşama ihtiyacı duymaz. Zaten nefsin de istediği, böyle şükürsüz bir hayat, ibadetsiz bir dindir.
İçtihada karşı çıkan, mezhepleri tanımayan, ilm-i hali gereksiz bulan bu kişilerin yaptığı da, aslında, çok yanlış bir içtihattır. Yani, “Sadece Kur’ân ayetleri yeterlidir, hadislere bile ihtiyaç yoktur.” demek, başlı başına ve sorumsuzca yapılmış cüretkâr bir içtihattır.
ALLAH’U ALEM (CENAB’I ALLAH CELLE CELALÜH en doğrusunu bilir.)ALLAH’U ZÜLCELALE sonsuz sınırsız hamd şükür ve istiğfarı tevbe, PEYGAMBER EFENDİMİZ SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM’E, EHLİBEYT ve ASHABINA sonsuz sınırsız salatu selam olsun.CENAB’I MEVLA bizi affetsin,bağışlasın mağfiret ve hidayete,sıratı mustakim’e erdirip orada daim etsin azabından korusun,sonsuz rahmetine ve Cennetine dahil etsin.Dünya ve Ahirette her türlü şerden daima korusun,katındaki tüm hayırla kavuştursun amin.hakkınızı helal edin selam ve dua ile
Devamı: sorularlaislamiyet. com/blog/kuran-bize-yeter-deyip-ibadeti-terkedenler
Yazar:
Alaaddin Başar (Prof.Dr.)