Gençler hatırlamaz, ama 30’lu yıllarda Behçet Kemal Çağlar “Atatürk Mevlidi” yazarken, Tekin Alp takma ismini kullanan Moiz Kohen de “Türk’ün Yeni Amentüsü”nü yazmıştı.
Buyurun: Sabır taşına dönüşüp okuyabilirsiniz�
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemâl’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına îmân ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin Allah’ın sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulûsuyla şahadet ederim.”
�
İçinde Atatürk öldüğü için Dolmabahçe Sarayı’nı “Kâbe” ilan etmekten çekinmeyen şair Edip Ayel (Ay yıldızı aldık da senin üstüne sardık/ Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?), zaten sağlığında Atatürk’ü önce “peygamber”, sonra “tanrıya eş”, nihayet (hâşâ) “Allah” ilân etmişti:
“Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
“Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
“Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
“Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.”
“Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi,
“Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî�
“Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
“İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!”
�
Behçet Kemal, Edip Ayel'den geri kalmak istememiş olmalı ki, aynı makamdan devam etti:
“Kaç yıldır Türkçeydi Tanrı'nın dili/ İnsana ne ilâh, ne de sevgili,
“Ne de ana-baba aratıyordu/ Her an yaratıyor, yaratıyordu.”
Nerede duracağı belli olmayan anlamsız bir yarış başlamıştı. Bu yarışta Halil Bedii de vardı:
“Tanrı gibi görünüyor her yerde/ Topraklarda, denizlerde, göklerde;
“Gönül tapar, kendisinden geçer de/ Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.”
Meşrutiyette Kemalettin Kâmi olan adını “Türklük aşkına” Kemalettin Kamu olarak değiştiren şair, mısralardan inşa ettiği bir merdivenle milletvekilliğine çıkmak istiyordu:
“Burada erdi Mûsâ/ Burada uçtu İsa,
“Bülbül burada varsa, Hürriyet için öter�
“Ne örümcek, ne yosun/ Ne mûcize, ne füsun,
“Kâbe Arab'ın olsun/ Çankaya bize yeter...”
�
Şair Faruk Nafiz Çamlıbel Atatürk öldükten sonra şu mısraları yazdı:
“Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil,
“Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun�
“Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil
“Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!”
�
Yusuf Ziya Ortaç da belli ki öteki şairlerden geri kalmak istememişti, kervana katıldı:
“Dağların ardında sönüşü gibi,
“Millete can veren, vatan yaratan;
“Tanrının göklere dönüşü gibi�
“Her zaman ırkıma büyük Baş Atam,
“Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!”
�
Ömer Bedrettin Uşaklı’nın şiiri:
“Bir güneş gibi yalnız/ Sensin ülkü tanrımız.”
Vasfi Mahir Kocatürk’den:
“Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti/ Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.”
İlhami Bekir’den:
“İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa,
“Toprağın haritasını çizdi bayrağa;
“Allah değil, o yazdı alın yazımızı.”
�
Bu yaklaşımın mirasçıları elbette Atatürk’ü bir “insan” olarak görmeyecekler, “insan” olmaktan kaynaklanan “zaaf”ların hiç birisini ona kondurmayacaklardır.
Can Dündar’ın filmine bu bakış açısıyla ateş püskürüyorlar.
NOT: Aynı dönemin şairlerinden Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet bu tür şeyler yazmadılar.
Yavuz Bahadıroğlu