Peki, tasavvuf u nasıl tarif edebiliriz? Tasavvufu birçok şekilde tarif etmek mümkün elbette. Yaradan a karşı, saf-arı-duru duygularla ulaşmanın, ona sevgimizi anlatmanın yolunu aramak, insan ilişkilerinde mükemmeliyeti yakalamak, Dünya nimetlerinden uzaklaşarak, Allah için yaşamak şeklinde çok farklı boyutlarda özetleyebiliriz. Her dalda boy gösteren bu akımın, bu isimle geçmiş yüzyıllarda anıldığı konusunda, kesin bir bilgi yoktur. Bu akımın Arap toplumunda, Hicri 5. yüzyılda ortaya çıktığı söylenir. Doğrusunu Allah bilir.
Aslında tasavvuf un tarifine bakarsak, bu düşüncenin evrensel olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu düşünce ve fikir, toplumsal anlamda sanata, mezheplere ve tarikatlara girmesi, toplum olarak benimsenmesi, belli bir dönemi işaret edebilir. Bu fikrin Âdemden bu yana her insanın gönlünde yaşattığı, zaman zaman açığa çıkarıp su yüzüne çıktığı, duygularımızın, hislerimizin uç noktalarda yaşandığını söylemek, yanlış olmasa gerek. Bu yöntem, toplumların kendisini boşlukta hissettiği dönemlerde, çok daha belirgin yaşandığını düşünüyorum.
Biz gelelim, peygamberimizin ölümünden sonraki döneme. Biraz öncede söylediğim gibi, tasavvuf akımı toplumsal olarak, peygamberimizden çok sonra, toplumun gündemini özellikle meşgul etmiştir. Peki, neden böyle bir düşünce, İslam toplumunda adeta bir gereksinim olarak ortaya çıkmış olabilir. Neden peygamberimiz döneminde değil de, ondan yaklaşık 500 yıl sonra toplumda böyle bir düşünce akımı belirgin bir şekilde oluşmuştur. İşte kendimize sormamız gereken, çok önemli bir soru.
Toplum bir şeyin eksikliğini çekiyor olmalı ki, o eksikliğin yerini dolduracak bir şeylerin arayışında olsun. Peki, bu eksiklik ne olabilir? Peygamberimizin dönemi ve dört halife dönemleri, bildiğiniz gibi dinin mezheplere bölünmemiş dönemleridir. Kur’an ın emirlerine harfiyen uyularak, hakka batıl karıştırmadan, İslam ın arı- duru yaşandığı, yaşanmaya çaba harcandığı örnek alınması gereken çok güzel ve özel bir dönem diyebiliriz. Gerçi peygamberimizden sonra, bazı toplum ve gurupların siyasi ve menfaat başkaldırışları olmuştur, bunu da unutmamak gerekir.
Mezhepler dönemi, dört halifenin sona ermesi ile başlayan, İslam ın ne yazık ki bölünme ve cepheleşme dönemidir. Bu bölünmenin ana nedeni şahsi menfaatler, siyasi kısır çekişmeler ve liderlik arzularından başka bir şey değildir.
Allah ın dinde sakın bölünmeyin emrini, nefislerinin arzularına kabul ettiremeyen toplumlar, ne yazık ki bölünmekte bir kusur görmemişlerdir. Bugünde Allah ın apaçık emrini görmezden gelenler, bölünmekte bereket vardır diyecek kadar, gönüllerin mühürlendiği bir toplum olmuşuz.
Allah veliler edinmeyin dedikçe de, sanki Rahmana inatla, velisi olmayan cennete gidemez demekte, bir kusur görmemişiz. Allah şefaat tümden bana aittir dediği halde, tarikat ve cemaatlerde edindikleri velilerden şefaat bekler olmuşlar.
Daha açıkçası İslam toplumu, ne yazı ki Kur’an ı terk ettiği için, başlarına gelen acı ve kederlerin sonucu, büyük bir arayışın içine girmiştir. Adeta günah çıkartırcasına. Sanırım İslam âlemi, Rahmanın dinde bölünmeyin emrini duymazdan geldikleri için, büyük bir inanç boşluğuna düşmüş olmalılar ki, TASAVVUFA SARILMIŞLAR.
Hanefi mezhebinin kurucusu olduğunu söylediğimiz, İmamı Azam Ebu Hanife, yaşadığı dönemde hiçbir itikadi fırkaya tabi olmamış, hatta kendiside bir mezhep asla kurmamıştır. Ölümünden sonra, öğrencileri tarafından İmamı Azamın sözlerini toplayarak, bu düşünceyi mezhep haline dönüştürmüşlerdir. İmamı Azamın düşünce yapısını anlatan, öğrencilerinin naklettiği şu sözleri, sizlerin yorumunuza sunuyorum.
(Talebesi Züfer'den nakledilen şu rivayet de onun sabit fikirli olmadığını ortaya koyması ve istişareye verdiği önem bakımından dikkat çekicidir. Züfer şöyle der: "Ebu Hanife'nin derslerine devam ederdik, Ebu Yusuf ve Muhammed ibnu Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife'nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebu Hanife, Ebu Yusuf'a hitaben: "Ey Yakup vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki görüşümü ertesi gün terk edebilirim" dedi." (İbnu Muin, Tarih, II. Cilt, sh. 607; Bağdadi, Tarih, XIII. Cilt, sh. 402)
İmamı Azamın öğrencilerine verdiği cevap, aslında bugün İslam toplumlarının içinde yaşadığı karmaşanın, cevabını çok güzel veriyor. Tabi anlayana, anlamak isteyene.
Okul dönemlerinden de hepimiz biliriz. Tasavvuf edebiyatı, şiirleri duygu doludur. Kalbimizin derinliklerine kadar işler adeta. Gerçektende Tasavvuf, eğer Kur’an merkezli işlenirse, toplumu doğruya, güzele yönlendireceği gibi, saf, arı, duru bir inancı sağlamlaştırır.
Peki, tasavvuf geçmiş yüzyıllarda nasıl kullanılmış? Dinde birbirine düşman bölünmüş toplumların, tasavvuf akımını da doğru kullanmalarını beklemek, hayalcilik olur. Elbette mezhepler ve onun sonunda oluşan tarikatlar, tasavvuf silahını, kendi yanlışlarını maskelemek için kullanmışlardır. Toplumu İslam ın özünden ayırıp, uzaklaştırıp sözcükleri süsleyip, duyguya, göze ve nefise hitap etmişlerdir bu yolla. İslam ı akıl merkezinden uzaklaştırıp, duygusal bir çizgiye getirerek, toplumu daha kolay kontrol altında tutmayı, tasavvufla keşfetmişlerdir adeta.
Tasavvuf akımını, dini konularda kullananların yaptıklarına bakarsanız, şekilsel ve sözcüklerin itinayla seçilerek dizilişine şahit olursunuz. Burada amaç, vermek istenileni görsel ve duygusal yollarla karşısındaki topluma anlatmaya çalışmaktır. Elbette bunun hiçbir zararı yoktur. Hatta bazen çok da faydası olacağını söyleyebiliriz. Fakat İslam ın anlatılmasında, izah edilmesinde, tanıtılmasında, yaşanmasında başvurulacak ilk yöntem bu değildir. Onun içinde peygamberimizin döneminde, bu tür bir yönteme başvurulduğu konusunda, öne çıkan bir örnek yoktur.
İslam akıl dinidir. Kur’an ı anlayarak okuyan, inceleyen bir Müslüman, Allah ın aklımıza müracaatı, birinci öncelik olarak ele alır. İmtihanda olduğumuzu hatırlatarak, ayetler üzerinde düşünmemizi, aklımızı kullanmamızı, birçok kez bizlere hatırlatır ve hala düşünmeyecek misiniz, düşünen yok mu türünden uyarılar yapar. Kur’an ın bizlere rehber olduğu konusunu işler.
İslam dininde, Allah ile kulu arasına hiç kimse giremez. Yani İslam dininde ruhban sınıfı yoktur. Her Müslüman kendi imtihanını, bizzat kendisi vermek zorundadır. Ben bilmem, ben anlamam diyemeyiz. Herkes kendi kapasitesi kadar, mutlaka dini yaşamak, öğrenmek için, çaba harcamalıdır. Kendi imtihanımızı hiç kimseye devredemeyiz, düşünmeden, rehbere danışmadan bir başkasının telkini ile imanımızı yaşayamayız.
Buradan da anlaşılıyor ki, tarikat ve cemaatler yoluyla, belli bir şahsı yücelterek, ardından gitmenin, ondan yardım beklemenin, İslam dininde yeri olmadığı açıktır.
Elbette toplu yaşamak, guruplar halinde olmanın hiçbir sakıncası yoktur. Din adına âlim kişilere danışmak, onlardan bilgi almak, eğitimimizin, imtihanımızın bir parçasıdır. Fakat bu yardımı isterken, elden Kur’an ı düşürmeden, onun ışığında yapmalıyız ki, bizleri Allah ile aldatanların oyunlarına gelmeyelim. Çünkü Allah bizleri uyarıyor ve sakın sizleri Allah ile aldatmasınlar diyerek, dikkatimizi birçok kez çekiyor.
Toplumlar, mezhepler yoluyla bölündükten sonra, gerçekten büyük bir boşluğun içine düşmüşlerdir. Bunun nedeni Kur’an dan uzak İslam ı yaşamaktır. Toplum, sen Kur’an dan anlayamazsın, Kur’an da her şey yoktur, Kur’an ı veli insanlar anlar diyerek korkutulmuş, Allahın güneşinden uzaklaştırılmış, Kur’an ile toplumun arasına girilmiştir.
Bu arayış, tasavvufla doldurulmaya çalışıldıysa da, bir kısım cemaat ve tarikatların bu akımı kendilerinin şekillendirmeleri ile yanlış itikatlarını, süslü göstermenin bir yolu olmuştur.
Tarikat ın anlamı manevi yoldur. Cemaatte aynı inanca sahip topluluk olduğuna göre, elbette anlam itibariyle hiç kimsenin itirazı olamaz. Tasavvufta inancımızın duygusal boyutuyla, arındırılarak, her türlü yanlıştan uzak, hayata geçirilmiş şekli olduğuna göre, elbette hiç kimsenin buna da itirazı olamaz. Peki, itirazımız neye dersek, itirazımız bunların yaşama, hayata geçirilme şeklinedir.
Bugün tarikat ve cemaatlerin toplumları nasıl yönettiklerini, din ve iman adına nasıl yön verdiklerini görüyoruz. Adeta kurulmuş bir makine den farksız bir toplum yaratan tarikatların, cemaatlerin, düşünme hakları ellerinden alınmış bir toplum yaratmasınadır itirazımız. Bu itirazımız kendi adımıza değildir elbette, Allah ın kanunlarının göz ardı edilerek, özgürce imtihanından alıkonan din kardeşlerimizin, öz iradelerine yapılan baskıyadır itirazımız.
Mevlana nın Tasavvufundan güzele, hoşgörüye davet dizelerinden bir bölüm sunmak istiyorum.
Sevgide güneş gibi ol,
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
Hataları örtmede gece gibi ol,
Tevazuda toprak gibi ol,
Öfkede ölü gibi ol,
Her ne olursan ol,
Ya olduğun gibi görün,
Ya da göründüğün gibi ol.
Ne dersiniz, bizler Müslüman toplumu olarak, birbirimize bu güzellikte mi davranıyoruz? Kur’an ın bizlere öğretisi olan, hoşgörüyü hayatımıza geçirebildik mi? Aynı kitaba, aynı peygambere iman etiğimiz halde, farklı mezheplerdeki din kardeşlerimizi, öldürmekten bile çekinmeyen inancımızı, hala sorgulamayacak mıyız?
Sizce bir yerlerde, bir hata yapmıyor muyuz? Ne dersiniz? Elde apaçık sorumlu olduğumuz Kur’an dururken, yöneldiğimiz beşeri çırpınışlarımız, huzur arayışımız, acaba nefsimizi, ruhumuzu ne kadar tatmin ediyor?
Bakın Yüce Rabbimiz, peygamberimizin döneminde bile, Allah ın tebliğ ettiği Kur’an ı yeterli görmeyip, atalarının rivayetlerine de iman etmek için ısrar edenlere ne diyor.
Ankebut 51: Karşılarında okunup duran bir kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.
Bizlerde bugün aynı yanlışı yapıyor ve İslam ı yaşamak için Kur’an yeterli değildir, çünkü o özet bilgidir, her şey yazmaz diyerek, bölünmüşlüğümüzün acı ve ızdırabıyla, nefsimizin acısını dindirmek adına, Kur’an dışından reçeteler arıyoruz.
Mutluluğun reçetesini, beşerin ellerinde ararsak, hastalığımıza çare bulamayacağımızı artık fark etmeliyiz. Eğer fark edemiyor da, gönül gözlerimizi Kur’an ile aydınlatamıyorsak, bunun suçunu kendimizde aramalıyız.
Dilerim Allah dan gönlümüzü, ruhumuzu, nefsimizi FURKAN ile arındırmasını, eğitmesini bilen, Rabbin halis kullarından oluruz.
Saygılarımla Haluk GÜMÜŞTABAK