Yeni Şafak’ın değerli yazarı Özlem Albayrak ile, onun “Liberal Müslüman olur mu?” başlıklı bir yazısı üzerine verimli bir polemiğe girmiştik. Özlem hanım, bu konuda yazdığı ikinci yazısındaki bir ifadeyle bu tartışmayı daha da verimli kıldı. En azından, “evet, meselenin püf noktası tam da bu” dedirtti bana.
Çünkü, Özlem hanım, açık açık, “İslam ve liberalizmin özde, birinin akıl, diğerinin vahiy kaynaklı olması dolayısıyla uzlaşamayacağını” yazdı!
Bunu okuyunca, “Allah, Allah” dedim, “akli olanla dini olan mutlaka çelişir diye bir kural mı var?”
Bu sorunun açacağı tartışma, İslam’ın ilk asırlarına kadar gider aslında. O devirde bazı mezhepler (bilhassa Hanbeliler ve kısmen Eş’ariler) akla hiçbir şekilde itimad edilemeyeceğini, dolayısıyla hep “nasılını sormadan” iman etmek gerektiğini savunmuştu.
Başka mezheplerse (bilhassa Mu’tezile ve kısmen Maturidiler), akla önem verdi. Vahyi üstün tuttular kuşkusuz, ama vahiy olmasa dahi insanların bazı hakikatlere akılla varabileceğini savundular. Mesela, vahiy olmasa bile, hırsızlığın kötü bir şey olduğunu bulabilirdi insanlar.
Vahiy ve akıl
Türkiye’de “itikadi mezhebin nedir” diye sorulsa, çoğu insan ya “o ne yahu” diye sorar, ya da “Maturidiyim” der. Ama görünen o ki pek çok dindar aslında Eş’ari kalıplarıyla düşünüyor.
Ben ise akılcı taraftan bakıyorum meseleye. Dolayısıyla, diyorum ki, vahye sahip olmayan insanlar da, “dünyevi” konularda akıllarını çalıştırıp, tecrübelerini konuşturup, doğru sonuçlara varabilir. (Hele de tümden “vahiysiz” değil, aksine “ehl-i kitap” olan Batı’dan fena şeyler çıkmayabilir.)
Dahası, vahiy, çok hikmetli bir biçimde, bize her şeyi açıklamamış, aksine çoğu dünyevi meselede sadece “temel ilkeler” vermiştir. Mesela Kur’an’da bir “siyasi sistem” tarifi yoktur. Sadece adalet, emanet, meşveret gibi ilkeler vardır. Bu ilkelerin ne gibi siyasi modeller içinde ayakta tutulabileceği, her devrin şartına göre yeniden “akledilmesi” gereken bir sorudur. (Zaten ilk devirlerin Müslümanları da kendi şartları içinde akletmiş, örneğin o devirdeki yaygın saltanat rejimini “verili durum” kabul etmişlerdi.)
Dolayısıyla, bu çağda siyasi bir vizyon geliştirmeye çalışan her Müslüman, vahyin ilkelerine sadık kalarak, insanlığın ortak akıl ve tecrübesinden yararlanabilir. Kimisi sosyalizmi, kimisi liberalizmi, kimisi milliyetçiliği beğenip savunabilir. Kimisi demokrasiye, kimisi totaliterliğe itibar edebilir. Zaten öyle de olmuştur ve olmaya devam ediyor.
Demokrasiden liberalizme
Durum bu iken, sıkça duyduğumuz “Müslüman, Müslümandır; sosyalisti liberali olmaz” gibi hamasi laflar, pek bir anlam ifade etmiyor. Çünkü “liberal Müslüman” terkibindeki ilk kelime, Müslümanın dinini değil, siyasi ve iktisadi görüşünü tarif ediyor. Bir Müslüman, nasıl meslek itibarıyla mühendis, doktor veya manav olabiliyorsa, “siyasi meslek” itibarıyla da şu veya bu olabiliyor.
Bu anlaşılmadığı sürece “liberalizm iyi mi kötü mü” diye tartışmanın anlamı yok, çünkü tartışmanın bir tarafı “akli olan”ı doğrudan reddedecek. İslam geleneğinin içinden çıkmamış her fikri peşinen lanetleyecek.
İşin enteresan tarafı, bu dostlara “demokrasi iyi midir” diye sorsak, herhalde “evet” diyecekler; “demokratikleşme süreci”ni savunuyorlar çünkü. İyi de, çoğu, bundan sadece 20 sene evvel, kafir Batı’dan gelen “tağuti” (şeytani) bir rejim sayıyordu demokrasiyi. “Demokraside hakimiyet halkındır, İslam’da ise Hak’kındır” gibi bir kaç basit sloganla da pek güzel ikna ediyorlardı kendilerini. Bugün liberalizm karşısında gösterdikleri reaksiyon ise aynı filmin devamı gibi.
Mustafa Akyol