Oscar Wilde, “Bir kinik her şeyin fiyatını bilen, hiçbir şeyin değerini bilmeyen insandır.” der. Kinik yerine Fransızca da olsa “sinik” sözcüğünü kullanmayı seviyorum. “Sinik” Türkçemize daha çok yakışıyor; bizden biri gibi duruyor; üstelik daha anlamlı. Sindiği yer, kendi bedeni. Kendi bedeni üzerindeki egemenlik, öylelerine yetip artıyor. Dış dünyaya kapalı ve doğallıktan iyice uzak böylesi “sinik” bir şiir, ne yazık ki, II. Yeni ve onun kötü sürdürücüleri tarafından Türk şiirine ve okuruna dayatılmıştır. Bu yüzden “İstanbul’un Hop, Şiirin Pop Hali (Şiir Ülkesi, 31. Sayı)” başlıklı yazımda -insana saygı noktasında içim yanarak- şu cümlelere yer vermiştim: “Dağlarca, Attila İlhan, Ceyhun Atuf, Sunullah Arısoy gibiler çarçabuk unutturulurken Ece Ayhan’dan el alan Enis Batur kulübünün seçkin üyeleri, bunalan bir toplumun karadeliklerinden gelen kozmik ve kaotik iniltileri şiirleştirdiler. Çünkü onlar, havayuvarımızın yıldızlararası uçan daireleriydiler. Her tarafı “Şiir Uzayı Laboratuvarı”nın kobayları sardı. Ve şiirin migrosları da yeni çağın koşullarını ve hava durumunu dikkate alarak pazarlayıp pazarlayıp ‘Tarık Günersel, Mümtaz Tuzcu, Mehmet Yaşın, Lale Müldür, Seyhan Erözçelik, Ergin Yıldızoğlu, Serdar Koçak, Bedirhan Toprak, Levent Yılmaz, Nazmi Ağıl, Hakan Savlı, Mehmet Can Doğan, Selim Temo, Elif …’ sattılar.” Bülent Özcan ,benim bu saptamam ve yakınmamla örtüşen bir şiiriyle karşımda: EOSEN’le. Ortak paydada buluşan her sanatçı gibi çok ama çok keyifliyim. Benim bildiğim Bülent Özcan’ın şiir dünyasını, imgeyle zenginleşmiş, ama imgeye boğulmamış bir içerik ve imbikten damıtılmış doğal bir anlatım biçimlendirir. İki ayrı şiirinden alınan şu dizeler, beni doğrulamıyor mu? “Sahiplenerek yürüdüğün o ömür var ya / Havada uçuşan gelincik tozlarıdır.” (Gelincik Tozları), “Bir imge oluyorsun bu şiirde / Dokunduğum an kanıyorsun” (Ezgisi Mavi).
Bülent Özcan gibi duyarlı yürekler kanarken, hangi ömrü ve hangi şiiri sahipleneceğini bilmeyenler, ne yazık ki şiirin ve Türkçe’nin hem yüreğini hem beynini kanatıyorlar. Eosen işte bu ‘tanı’nın şiiri:
EOSEN
Entelekyam benim kelaynak kuşum
Epigramımı yazan bozguncu tarih
Hiyeroglifimi hizaya soksun
Epikurosçuların şehveti kırbaçlayan o sanal havuzunda
Kösnül yarasaların yüreği dursun
Külün altını örten balinalara inat
Göğün atlasını yorgan yapan yunuslar konuşsun
Endamında boy aynası gezdiren sürahi
Kelebek kanadında kırılsın
Buğulanan buhranını ayır budağından
Ki şiirin yüz iki hörgüçlü görülmemiş buğur senin
Böyle bilinsin
Bereket şiirin aynasını hohlayan hodbinlerden değilsin
Bu kavuran Hitit göğü altında
Hattuşa’nın balkıyan esrikliğisin
Bitir artık bu şiiri dağı yardan uçuran
Söze siyanür katan suyun ömrü vurulsun
Bu son olsun
Olsun
"Eosen" bir tepkinin şiiri; İkinci Yeni’nin kötü birer sürdürümcüsü olan şairlere ve onların şiirlerine karşı bir tepkiyi somutlamakta. Genel anlamda, kötü şiir enflasyonuna karşı yazılmış bir şiir de diyebiliriz “Eosen” için. Bülent Özcan’ın şiir serüveninde daha önce hiç rastlamadığımız bir şiirdir ayrıca. “Eosen”, felsefi derinliği olan bir şiir. Mitolojiye, tarihe, antik çağlara göndermeler yapıyor. Şairin, her sözcük üzerinde uzun uzun düşündüğü ve iyice yoğunlaştığı görülüyor. Bülent Özcan, “Eosen”den önce kaleme aldığı “Filler Kitap Okumaz Şiir Yazar” başlıklı şiiriyle de aynı konunun kapısını çalmıştı. Okumadan şairliğe soyunanlara, W. Whitman’ın “Çimen Yaprakları”nı ezmeye kalkanlara dört dörtlük acı bir kinayeyle seslenmişti:“Harflerin gövdesinden kan mı sızar / Ürkütülmüş sözcükler nereye kaçar / Nasıl taşır zaman bunca yalanı / Şiir mi bu yazılan; neden, fakat; // Filler kitap okumaz şiir yazar!..”
“Eosen”, üçüncü yerbilimsel çağın, yani memelilerin oluştuğu dönemin adıdır; bu yüzden “insana giden ilk ışıklı dal” olarak da nitelendirilebilir. İlk oluşanlar da o toynaklılardır, yani şu tekmeyi iyi savurmayı bilenler. Bülent Özcan, “Eosen”le şiirin çağlar öncesi doğallığına mı kürek çekiyor, yoksa günümüz şairlerine yönelik “Eee! O Sen” yok musun sen sitemini, kısaltıp bir alarm sözcüğü olarak mı sunuyor, ne dersiniz? Montaigne, bu durumu ne güzel ifade ediyor: “Büyük şiir muhakemenizi tatmin etmez, allak bullak eder.”
“Entelekya” sözcüğüyle, kanım o ki, hem laf ebesi aydıncıklara, hani şu moda adıyla entellere, hem o yürek ehli “kemal-i evvel”lere gönderme yapıyor. O kemal-i evveller, bütün içinde yer almayı erdem bilenler, eldeki olanağı gerçekliğe çevirenlerdir; hani şu “Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm” diyenler. “Kelaynak” sözcüğü ise Türkçeye daha yakın olduğu için -zaten türünün son örnekleri de Türkiye’de yaşıyor- şiirde iki yüzlü bıçak gibi duruyor; bir yüzü kel ve fodullara bakıyor, öbür yüzü soyunun son örneği olan sanat erbaplarına. Hem “entelekya” hem “kelaynak” tam bir karşıtlıca (zıt iham) örneği; hem övgü hem sövgü. Bülent Özcan, laf ebesi grubundaki o şair dostları, dünün “Epikurosçular”ından el alıp bugünün şairleriyle aynı havuzda, çıplaklığın dayanılmaz cazibesinde fingirdeşirken görüyor. Çünkü Epikurosçular, sınır tanımaz hazlara, sevinçlere yönelik bir yaşamı erek edinen fantezi tutkunlarıdır. Oysa Bület Özcan’ın aradığı şair, mutluluğu, acıdan kurtulmuş bir ruh dinginliğinde arayıp bulandır. Aradığı şiir ise hani şu epigramlardaki, taşa kazınmış, kalıcı, özlü ve çarpıcı şiirdir. “Bu kavuran Hitit göğü altında / Hattuşa’nın balkıyan esrikliğisin” dizeleri, bir bakıma onun arayıp sorduğu, dünözlem* tadında ve epigram kıvamında iki dize değil mi?...
Bir şiirin anlamını deşmeye, onu çözümlemeye kalmak, ne denli doğru bilmem. Doğru bulmayanların başında Ahmet Haşim gelir. O, öteden beri simgeci bir şair olarak bilinir; ama kanımca o tam bir izlenimcidir. Çünkü sözcüklerle resim yapar. O halde bize, okura düşen o resme alıcı gözle bakmayı bilmektir. Bir şiirin rengini sıfatlar, figürlerini adlar ve mecazlar, ışık ve gölge devinimini ise eylemler belirler.
Sıfatlar: Bozguncu, sanal, hodbin (bencil), kösnül, şehvet, esrik, hörgüçlü, buhran, kül altı. Tüm olumsuzluklar birikip bir araya gelmiş.
Adlar: Gök, dağ, su, havuz, ayna, atlas, yorgan, bereket, kelebek, yunus, balina bir yanda; kelaynak, yarasa (bacakları havada dişi), buğur (buğra), kırbaç, yar (uçurum), siyanür öte yanda. Karşıtlıkların, çelişkilerin vurgusunu yapan, yansıtmacı sanata kapı aralayan bir şiir dünyası. Ayrıca o bir oranlama (tenasüp) ustası; çünkü birbiriyle ilişkili sözcükleri buluşturmaya özen gösteriyor. Bir yanda memeliler (balina, yunus, yarasa) bir araya gelmiş, bir yanda “su” ve çağrıştırımları ( yunus, balina, havuz, sürahi)…
Eylemler: Ayırmak, buğulanmak, yardan uçurmak, vurulmak, kavurmak, kırılmak, kırbaçlamak, yüreği durmak, hizaya sokmak, örtmek. Kırgın, acı çeken ve bir o kadar da öfkeli bir yüreğin atışı duyuluyor. Adlar,sıfatlar ve eylemler birlikte değerlendirildiğinde özlemleri boğulmuş bir şairin dile yansıyan dünyası seriliyor gözlerimizin önüne baştan aşağıya. Şairin son sözleri: “Bu son olsun / Olsun” ise tam bir bıkkınlık ifadesi, hatta ilenç.
Çıkış yolu, “buhranı budağından ayırmak” somutlamasında. Açmazın daha fazla sürmemesi, çözümün sıkıntılı olmaması dileğiyle uyarısını yaparak bitiriyor şiirini. Hani şu halk deyimindeki “odunu budağından, kadını dudağından”da önerilen doğal çözümle . Çözümü, bir de şiir dilinin akıcılığında görüyor. Bu yüzden ulamalara, sesin ahengine –asonans ve aliterasyona-, gelenekten gelen soylu anlatıma yaslanıyor. Böyle bir anlatımın damıttığı “Endamını boy aynasında gezdiren sürahi / Kelebek kanadında kırılsın” dizelerinde, o bildik kadeh, sürahi belli güzel imgesine göz kırpıyor. Özetle şiirimizin yaşadığı açmaz karşısında, her şairin, yapacağı ilk şeyin, özeleştirinin kapısını çalmak olduğunu söylüyor. Bülent Özcan’la aynı eşikte buluşmaktan mutluyum. Ben şuna inanır, şunu söylerim: “Okumanın, evrensel birikimi önemsemenin ve coğrafyanın, şiirin çözgüsü olduğuna, dilinse atkıyı oluşturduğuna inanıyorum. Atkının sıklığını ayarlamak ve rengini vermek ozanın yeteneği.”Bülent Özcan’da gördüğüm böylesi bir yeteneğe katkı, olsa olsa neyi okuyacağını iyi bilen okurun görevidir.
Seçici okura her zamandan daha çok gereksinim duyulan günleri yaşıyoruz. Dilimiz ve şiirimiz elden gidiyor. Onlar elden giderse bizi biz yapan değerlerimiz, kimliğimiz işportaya düşecek; sözün özü biz elden gideceğiz. Okur iyi bilmeli ki, şişirilmiş bu şiir dünyasının balonu, bir gün mutlaka patlayacak. Bunun için de okurun, şiire ve okumaya küsmeden, iyi şiiri, Bülent Özcan’ları okumakta ısrar etmesi gerekiyor. Çivisi çıkmış bu şiir dünyasına çivileme bir tepkidir “Eosen”. Şafak tanrısı “Eos”, bu kez elini çabuk tutmuşa benziyor; çünkü “Eosen”de, söken şafağın ilk aydınlığını görüyorum. Bülent Özcan, olup biteni fark eden, şafağın rengini vurmaya çalışan içimizden bir şiir emekçisi. “Sabah Olursa” diyen Tevfik Fikret’e inancımı koruyarak, “O şafak, okurun ve şairin alınterinin ışıltısında, elbet ‘sabah’ına kavuşacak.” diyorum.
* “Dünözlem”i nostalji yerine kullanıyorum, umarım nostaljiyi karşılıyor. Türkçe tutkunlarının kullandığını görmek en büyük dileğim.
Bülent Özcan gibi duyarlı yürekler kanarken, hangi ömrü ve hangi şiiri sahipleneceğini bilmeyenler, ne yazık ki şiirin ve Türkçe’nin hem yüreğini hem beynini kanatıyorlar. Eosen işte bu ‘tanı’nın şiiri:
EOSEN
Entelekyam benim kelaynak kuşum
Epigramımı yazan bozguncu tarih
Hiyeroglifimi hizaya soksun
Epikurosçuların şehveti kırbaçlayan o sanal havuzunda
Kösnül yarasaların yüreği dursun
Külün altını örten balinalara inat
Göğün atlasını yorgan yapan yunuslar konuşsun
Endamında boy aynası gezdiren sürahi
Kelebek kanadında kırılsın
Buğulanan buhranını ayır budağından
Ki şiirin yüz iki hörgüçlü görülmemiş buğur senin
Böyle bilinsin
Bereket şiirin aynasını hohlayan hodbinlerden değilsin
Bu kavuran Hitit göğü altında
Hattuşa’nın balkıyan esrikliğisin
Bitir artık bu şiiri dağı yardan uçuran
Söze siyanür katan suyun ömrü vurulsun
Bu son olsun
Olsun
"Eosen" bir tepkinin şiiri; İkinci Yeni’nin kötü birer sürdürümcüsü olan şairlere ve onların şiirlerine karşı bir tepkiyi somutlamakta. Genel anlamda, kötü şiir enflasyonuna karşı yazılmış bir şiir de diyebiliriz “Eosen” için. Bülent Özcan’ın şiir serüveninde daha önce hiç rastlamadığımız bir şiirdir ayrıca. “Eosen”, felsefi derinliği olan bir şiir. Mitolojiye, tarihe, antik çağlara göndermeler yapıyor. Şairin, her sözcük üzerinde uzun uzun düşündüğü ve iyice yoğunlaştığı görülüyor. Bülent Özcan, “Eosen”den önce kaleme aldığı “Filler Kitap Okumaz Şiir Yazar” başlıklı şiiriyle de aynı konunun kapısını çalmıştı. Okumadan şairliğe soyunanlara, W. Whitman’ın “Çimen Yaprakları”nı ezmeye kalkanlara dört dörtlük acı bir kinayeyle seslenmişti:“Harflerin gövdesinden kan mı sızar / Ürkütülmüş sözcükler nereye kaçar / Nasıl taşır zaman bunca yalanı / Şiir mi bu yazılan; neden, fakat; // Filler kitap okumaz şiir yazar!..”
“Eosen”, üçüncü yerbilimsel çağın, yani memelilerin oluştuğu dönemin adıdır; bu yüzden “insana giden ilk ışıklı dal” olarak da nitelendirilebilir. İlk oluşanlar da o toynaklılardır, yani şu tekmeyi iyi savurmayı bilenler. Bülent Özcan, “Eosen”le şiirin çağlar öncesi doğallığına mı kürek çekiyor, yoksa günümüz şairlerine yönelik “Eee! O Sen” yok musun sen sitemini, kısaltıp bir alarm sözcüğü olarak mı sunuyor, ne dersiniz? Montaigne, bu durumu ne güzel ifade ediyor: “Büyük şiir muhakemenizi tatmin etmez, allak bullak eder.”
“Entelekya” sözcüğüyle, kanım o ki, hem laf ebesi aydıncıklara, hani şu moda adıyla entellere, hem o yürek ehli “kemal-i evvel”lere gönderme yapıyor. O kemal-i evveller, bütün içinde yer almayı erdem bilenler, eldeki olanağı gerçekliğe çevirenlerdir; hani şu “Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm” diyenler. “Kelaynak” sözcüğü ise Türkçeye daha yakın olduğu için -zaten türünün son örnekleri de Türkiye’de yaşıyor- şiirde iki yüzlü bıçak gibi duruyor; bir yüzü kel ve fodullara bakıyor, öbür yüzü soyunun son örneği olan sanat erbaplarına. Hem “entelekya” hem “kelaynak” tam bir karşıtlıca (zıt iham) örneği; hem övgü hem sövgü. Bülent Özcan, laf ebesi grubundaki o şair dostları, dünün “Epikurosçular”ından el alıp bugünün şairleriyle aynı havuzda, çıplaklığın dayanılmaz cazibesinde fingirdeşirken görüyor. Çünkü Epikurosçular, sınır tanımaz hazlara, sevinçlere yönelik bir yaşamı erek edinen fantezi tutkunlarıdır. Oysa Bület Özcan’ın aradığı şair, mutluluğu, acıdan kurtulmuş bir ruh dinginliğinde arayıp bulandır. Aradığı şiir ise hani şu epigramlardaki, taşa kazınmış, kalıcı, özlü ve çarpıcı şiirdir. “Bu kavuran Hitit göğü altında / Hattuşa’nın balkıyan esrikliğisin” dizeleri, bir bakıma onun arayıp sorduğu, dünözlem* tadında ve epigram kıvamında iki dize değil mi?...
Bir şiirin anlamını deşmeye, onu çözümlemeye kalmak, ne denli doğru bilmem. Doğru bulmayanların başında Ahmet Haşim gelir. O, öteden beri simgeci bir şair olarak bilinir; ama kanımca o tam bir izlenimcidir. Çünkü sözcüklerle resim yapar. O halde bize, okura düşen o resme alıcı gözle bakmayı bilmektir. Bir şiirin rengini sıfatlar, figürlerini adlar ve mecazlar, ışık ve gölge devinimini ise eylemler belirler.
Sıfatlar: Bozguncu, sanal, hodbin (bencil), kösnül, şehvet, esrik, hörgüçlü, buhran, kül altı. Tüm olumsuzluklar birikip bir araya gelmiş.
Adlar: Gök, dağ, su, havuz, ayna, atlas, yorgan, bereket, kelebek, yunus, balina bir yanda; kelaynak, yarasa (bacakları havada dişi), buğur (buğra), kırbaç, yar (uçurum), siyanür öte yanda. Karşıtlıkların, çelişkilerin vurgusunu yapan, yansıtmacı sanata kapı aralayan bir şiir dünyası. Ayrıca o bir oranlama (tenasüp) ustası; çünkü birbiriyle ilişkili sözcükleri buluşturmaya özen gösteriyor. Bir yanda memeliler (balina, yunus, yarasa) bir araya gelmiş, bir yanda “su” ve çağrıştırımları ( yunus, balina, havuz, sürahi)…
Eylemler: Ayırmak, buğulanmak, yardan uçurmak, vurulmak, kavurmak, kırılmak, kırbaçlamak, yüreği durmak, hizaya sokmak, örtmek. Kırgın, acı çeken ve bir o kadar da öfkeli bir yüreğin atışı duyuluyor. Adlar,sıfatlar ve eylemler birlikte değerlendirildiğinde özlemleri boğulmuş bir şairin dile yansıyan dünyası seriliyor gözlerimizin önüne baştan aşağıya. Şairin son sözleri: “Bu son olsun / Olsun” ise tam bir bıkkınlık ifadesi, hatta ilenç.
Çıkış yolu, “buhranı budağından ayırmak” somutlamasında. Açmazın daha fazla sürmemesi, çözümün sıkıntılı olmaması dileğiyle uyarısını yaparak bitiriyor şiirini. Hani şu halk deyimindeki “odunu budağından, kadını dudağından”da önerilen doğal çözümle . Çözümü, bir de şiir dilinin akıcılığında görüyor. Bu yüzden ulamalara, sesin ahengine –asonans ve aliterasyona-, gelenekten gelen soylu anlatıma yaslanıyor. Böyle bir anlatımın damıttığı “Endamını boy aynasında gezdiren sürahi / Kelebek kanadında kırılsın” dizelerinde, o bildik kadeh, sürahi belli güzel imgesine göz kırpıyor. Özetle şiirimizin yaşadığı açmaz karşısında, her şairin, yapacağı ilk şeyin, özeleştirinin kapısını çalmak olduğunu söylüyor. Bülent Özcan’la aynı eşikte buluşmaktan mutluyum. Ben şuna inanır, şunu söylerim: “Okumanın, evrensel birikimi önemsemenin ve coğrafyanın, şiirin çözgüsü olduğuna, dilinse atkıyı oluşturduğuna inanıyorum. Atkının sıklığını ayarlamak ve rengini vermek ozanın yeteneği.”Bülent Özcan’da gördüğüm böylesi bir yeteneğe katkı, olsa olsa neyi okuyacağını iyi bilen okurun görevidir.
Seçici okura her zamandan daha çok gereksinim duyulan günleri yaşıyoruz. Dilimiz ve şiirimiz elden gidiyor. Onlar elden giderse bizi biz yapan değerlerimiz, kimliğimiz işportaya düşecek; sözün özü biz elden gideceğiz. Okur iyi bilmeli ki, şişirilmiş bu şiir dünyasının balonu, bir gün mutlaka patlayacak. Bunun için de okurun, şiire ve okumaya küsmeden, iyi şiiri, Bülent Özcan’ları okumakta ısrar etmesi gerekiyor. Çivisi çıkmış bu şiir dünyasına çivileme bir tepkidir “Eosen”. Şafak tanrısı “Eos”, bu kez elini çabuk tutmuşa benziyor; çünkü “Eosen”de, söken şafağın ilk aydınlığını görüyorum. Bülent Özcan, olup biteni fark eden, şafağın rengini vurmaya çalışan içimizden bir şiir emekçisi. “Sabah Olursa” diyen Tevfik Fikret’e inancımı koruyarak, “O şafak, okurun ve şairin alınterinin ışıltısında, elbet ‘sabah’ına kavuşacak.” diyorum.
* “Dünözlem”i nostalji yerine kullanıyorum, umarım nostaljiyi karşılıyor. Türkçe tutkunlarının kullandığını görmek en büyük dileğim.