Babasının adı Hârise, annesinin adı da Sûdâ olan küçük Zeyd, Yemen’in en önde gelen ve herkes tarafından da büyük itibar gören Kudaa kabilesine mensuptu.
Daha 8-9 yaşlarında iken kabilesi baskına uğramış, çok kan dökülmüş, birçok insan gibi, o da köle edilerek pazarlara sürülmüştü.
Bütün bir sene orada-burada itilip kakılarak, horlanarak geçmişti. Bu süre ona öylesine zor gelmişti ki, neredeyse kahrından ölecekti. Buna bir de memleket ve anne-baba özlemi eklenince, bitip tükenmişti âdeta.
En son; Ukaz panayırında köle olarak satılığa çıkarıldığında, Hakîm bin Hizam, halası Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ- için onu 400 dirheme satın alıp Mekke’ye getirdi.
Perişan bir vaziyette hayattan ümit kesmişken, birden bire her şey değişiverdi. Büyük bir şans eseri, Hazret-i Hatice gibi şefkat ve merhamet meleğinin eline düşmüştü çünkü.
Onun yanında tam bir sene boyu, öyle güzel bir muamele görmüştü ki, nerede ise bütün acılarını unutmuştu.
Zeyd; bir köle olarak geldiği bu evin, en sevgili üyesi olup çıkmıştı. Öyle ki, kısa sürede anne-baba hasretini, memleket özlemini unutmuş gibiydi.
Tam mutluğu tatmışken, Hazret-i Hatice annemiz evlenince, küçük Zeyd’i yeni bir korku daha sardı.
Öz annesinden üstün tuttuğu bu hanımla evlenen adam, ona nasıl davranacaktı acaba?
Hazret-i Hatice, Peygam-berimiz’le evlenince, küçük Zeyd’i O’na hediye etti. Nelerle karşılaşacağını merak edip, korkuya kapılan Zeyd, asıl huzuru yeni bulduğunu fark etti.
Çünkü bu kutlu evin hanımı da, efendisi de çok büyük şefkat, merhamet ve sevgi gösteriyorlardı ona. Zeyd de, bu saygıdeğer insanlara öyle bağlanmıştı ki, anne-babasından bile daha öne çıkaracak kadar.
Hele bir de aklını oynatacak bir müjdeyle karşılaştığında, ne yapacağını şaşırıverdi...
“Artık hürsün yavrum! İstediğin zaman, istediğin yere gidebilirsin!”
Daha 10 yaşına yeni girdiği bir sırada, Mekke’nin en önde gelen, en şerefli insanı olan Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından, hürriyetine kavuşturulmuş, istediği yere gidebileceği söylenmişti.
Kendisini hürriyetine kavuşturan bu eşsiz şahsa vurulmuştu âdeta. O’na öyle bağlanmıştı ki, buna kendisi bile şaşırıp kalmıştı.
Birden bire hürriyetine kavuşan küçük Zeyd, şaşırıp kalarak, ne yapacağını bilemez bir hâlde, düşünmeye başladı. Nereye gidebilirdi?
Anne-babası yaşıyor muydu?
Her şey bir yana, bu kutlu aileyi nasıl terk edecekti? Kimi, kime tercih edecekti?
Bunun muhasebesini yaparken, hiç aklına gelmeyen bir şey oldu...
Birden bire babasıyla amcası çıkıp geldiler. Zeyd de, onlardan saklanmaya çalışarak, olacakları gizlice izlemeye başladı.
Babası ile amcası, sorup soruşturarak, Peygamber Efendimiz’i buldular.
–Ey Abdullâh’ın oğlu! Ey Abdulmuttalib’in torunu! Ey bu kavmin efendisi!
Sizler misafirlere ikram eder, esirlere de ihsan edersiniz. Biz, sizin yanınızda bulunan oğlumuz için size geldik! Şimdi siz, bizim ödeyebileceğimiz kadar bir kurtuluş fidyesi isteyiniz.
Sonra da oğlumuzu verin bize! Ne olur, bu haklı isteğimizi geri çevirmeyin.
Çünkü siz, çok emin ve hayırlı birisisiniz!
O sıralarda henüz 26 yaşında olan Peygamberimiz, bu adamları güler yüzle karşıladı.
İsteklerini büyük bir incelik ve sabırla dinledi.
–Oğlunuz kimdir?
–Zeyd’dir efendim!
–Peki, isteğinizde haklısınız.
Fakat başka bir dileğiniz yok mu? Başka bir çözüm teklif etsem ne dersiniz?
–Ne gibi bir çözüm bu?
–Zeyd’i çağırıp, kendisine durumu bildirelim. Onu serbest bırakalım. Şayet sizinle gelmeyi isterse, sizden herhangi bir ücret almadan onu sizinle gönderirim. Şayet beni tercih eder, benim yanımda kalmayı isterse, Allâh’a yemin ederim ki, beni tercih edeni ben de kimseye vermem! O zaman benim yanımda kalır!
–Siz, bize çok adaletli ve çok insaflı davrandınız. Sizden çok memnun olduk. Öyleyse bir an önce çağırın oğlumuzu.
Olanları gizlice izleyen Zeyd, Peygamberimiz tarafından çağırılınca hemen huzuruna koştu. Fakat birden, babası ve amcasıyla karşı karşıya gelince, bir an donup kaldı. Ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini ve ne diyeceğini bilemedi.
–Bunları tanıyor musun yavrum? Kim bunlar?”
–Evet tanıyorum, diyebildi kekeleyerek. Biri babam, diğeri de amcam!
–Bak Zeyd, beni iyi dinle! Şu kadar zamandır bizimle berabersin. Beni tanıdın.
Sana olan şefkat ve merhametimi, davranışımı gördün. Bunlar seni almaya gelmişler. Şimdi sen, ya beni tercih et yanımda kal veya onları tercih ederek, onlarla memleketine git.
Hiçbir baskı ve zorlama yok. İstediğini tercih et!
Zeyd başını eğdi, gözlerini yere indirdi. Âdeta toprağı delip geçmişti o gözler.
Anlamıştı Zeyd, kendisini himaye edenin herhangi biri olmadığını.
Anlamıştı
Zeyd, bu kişinin çok büyük biri olduğunu.
Ve sevmişti Zeyd O’nu.
Ve sevmişti Zeyd, Hazret-i Hatice’yi.
Her ikisine de müthiş bir şekilde bağlanmıştı.
Artık bu örnek şahsiyete hiç kimseyi tercih edemezdi...
Muhammedü’l-Emîn -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Hatîcetü’l-Kübrâ -radıyallâhu anhâ- gibi emsalsiz değeri, hiçbir şeye değişmezdi...
Tercihini buna göre yaptı o...
Neyi, neye ve niçin tercih ettiğimize bakalım biz de!
Tercihimizi doğru yapıyor muyuz? Allah ve Rasûlü, her şeyimizin önünde gelir, gelmeli de...
Sevgisiz olmaz bu...
Allah ve Rasûlü’ne itaatimizin tam olması için, Peygamber sevgisi bütün hayatımızı kuşatmalı...
Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor çünkü…
-Sallâllahu aleyhi ve sellem…
Yazar Âdem SARAÇ