Tesbİh Tanelerİ

…Saat kaç?

Kaçı kaç geçiyor ?


Kaça kaç var?...

Kaç, kaçta derken kaçıyor. Kaçıyor neler, neler…

Ömrüm, tane tane anlardan dizili bir tesbih .

Bazen ömrümü alıyorum elime, çekiyorum anlarımı tane tane , tek tek, birini atlamadan.

Bazen ip kopuyor, dağılıyor tesbih taneleri.



Güzel yerlerden güzel selamlarla geliyorlar. Cennet taşına değmiş ellere uzanıyor, hoş geldiniz diyoruz. Zemzem ikram ediyorlar, misler, misvaklar, hurmalar ve tesbihler. Kimi gül kokulu, kimi hurma dalı; kimi taş, kimi ağaç; kimi 33'lük, kimi 100'lük; havadan, sudan, topraktan; renk renk , ışıl ışıl tesbihler …

Benim tesbihim hangisi? Kim diziyor tesbihimi, kim dağıtıyor?



Bazen bir kum saatinin içindeyim. Bir aşağı, bir yukarı kumlarla akıyorum. Tutunamıyorum, duramıyorum, cam fanusu kıramıyorum. Ya da bir saatin içinde akreple yelkovan arasına sıkışıp kalmışım. Tik tak, tik tak, tik… kaç'larla boğuşurken, yetişmeye çalışırken kaçıyor neler neler .

Saatin her saat başı çalması vakti bildirmek değildir diyor şair, giden bir saatine, ömrüne âh etmektedir o. Âh etse ne çare? Sadece gidecektir, akacaktır o; dursa, bitecektir.

Ben, durduğumda başlıyorum.

Elinde taneler tesbih diziyor. Susuyor. Sustukça konuşuyor. Konuştukça dağlar konuşuyor, gökler yere iniyor, denizler kabarıyor, ben diniyorum. Diniyor ve başlıyorum. Ninni gibi bir sesin, bir tesbihi usul usul çekmenin sükûnetinde diniyorum. Tesbihim elimde, anlar tane tane avucumdan akıyor. Fakat yitmiyor, kaybolmuyor; yine bana geliyor, yine ellerimde. Kendimi unutacak kadar kendimi farkediyorum. Önce kendimi bileceğim ki… Bunun için susacağım, gözlerimi yumacağım…

Bir simyacı sanki, formülü bulmuş bir simyacı. Bakırı altın yapacak formülü arayadursun simyacılar. Sahi bakır altın olsa ne çıkar, dağ taş altın olsa, gökten altın yağsa, nehirler altın olup aksa?

O anlarıma değiyor, bakırın altın olması gibi ölü anlarım diriliyor. Sabrım oluyor; katlandığım belalara sabrediyorum. Sükûnetim oluyor; öfkenin yeline verdiklerim geri geliyor. Rıza kanat oluyor; isyanım bitiyor. Âh'larım , eyvah'larım gidiyor, ey'lerim başlıyor. Şimdi afetler afiyet, belaya ‘belâ' diyorum.

Önümde Kızıldeniz, arkamda firavun, firavunlar…

Elimde asa bekliyorum.

Biliyorum su boğar, firavunlar yetişir.

Ey! diyorum, bekliyorum. Bekliyorum su duruyor, rüzgâr duruyor, ateş duruyor, zaman duruyor.

Su yol oluyor, firavunlar tarumar.

Bazen yağmur diniyor. Şimşekli, gürültülü, şakır şakır inen, sel olup yıkan deli yağmur gidiyor. Göklerin öfkesi diniyor. Kar başlıyor sonra, usul usul, sessiz sessiz.

Kar sessizce alıyor şehri, usulca ulaşıyor kuru köklere; toprak suya kanıyor. Bembeyaz bir dinginlik, enginlik uzanıyor önümde.

Konuştukça kar yağıyor, kuru köklerime su iniyor, anlarım ışıl ışıl kar taneleri.

Ne anlatıyor, hangi dilde konuşuyor bilmiyorum. Anlatılacak ne var, oysa yaşanacak? Her bir anım sıradaki tesbih tanesi gibi yaşamayı bekliyor.

Kırılıyor fanusun camı, akreple yelkovan arasındaki cedelim bitiyor. Zamandan geçiyor, dakikaların dışına çıkıyorum. Saatler siliniyor; geceyle giriyorum vakte, bir kar tanesiyle, gül kokusuyla, ezan sesleriyle…

Zayi edilen yalnızca bir an mı?

İp koptuğunda tesbih taneleri mi dağılıveren?

Gül yaprakları, hurma dalları, renkler, desenler, iklimler, hayat; ömrüm.

Bir su damlası kuruduğunda okyanuslar çöl oluyor.

İklimine giriyorum. Ellerimde kopuk ipler, tek tük taneler. ‘Ben yaptım ben yıktım diyorum.' Kıymetli neyim varsa kendi ellerimle yele verdim. Kaynağı bıraktım sellere kapıldım, çakıl taşlarıyla kalakaldım.

Tek tük taneleri eline alıyor. Yine, yeniden ipi ipe, taneyi taneye, anı ana, beni bana ekliyor. Nerelere nerelere kaçmış, heder olmuş zamanlarımı buluyor. Tesbihimi diziyor, elime veriyor.

Tane tane, tek tek, birini atlamadan anlarımı çekiyorum.

Hasreti diniyor vakitlerin.