Gül, sırrını açtığı için solgun bir yüzle döner baharından. Ayrılık acısıyla demlenmiş bir yudum içmeyi dileyerek ağız açan da gül gibi sırrını ifşa eder. Gül, güzelliğini açığa çıkarmak için açılıyorsa; insan, yükünü taşıtmak için paylaşır esrarını.
Gülün, her ne kadar güzel hatıraları da olsa başladığı noktada biter yolculuğu. İnsan ise hafiflemek için bıraktığı yükün altında daha çok ezilmeye başlayacaktır.
Sırrın kaderi budur.
Kimsenin bilmediğidir sır.
Durdukça yakar.
Bundan dolayıdır ki gül, yapraklarının yandığını ve bu yanık kokusunun tüm bedenini sardığını görünce sarhoş olur. Sırrın sırrıyla hemhal olur. Kendinden geçer ki bir sabah elinde olmadan bir bülbül görsün diye halimi açıverir masumca dudağını. Kızaran yaprakların ucunu gösterir bir diğer gün. Sonra o sırrın sırrıyla yanışın kokusu yayılır etrafa. Her akşam farkına varsa da kendini daha çok ifşa ettiğinin dönüşü olmadığını bilir.
Geri adım atamaz. Gecenin bu pişmanlığı da bir sırdır çünkü ve bu sırrın sarhoşluğu ile sabahın ışıkları ona daha da çok açtırır güzelliğini. Bir bakmışsın ki açılmadık, görülmedik yaprak kalmamış. Elbette yerindedir bülbülün keyfi.
Gül ise sırrını ortaya dökmenin derdiyledir. Ne bülbüle yâr olur ne de içine düştüğü durumdan kurtarabilir kendini. Sonrasında her yaprağın taşıdığı sır paylaşıldıkça ölmeye başlar.
O ateş gibi yanış kaybolur.
Kokunun nefesi kesilir birden.
Başını öne eğmekten başka çaresi yoktur gülün. Kendine küser. Kalbini kırar kendinin. Önceleri mağrur bir duruşla karşısına çıktığı rüzgârın bir selamıyla döker bütün yapraklarını. Hazin bir yok oluştur bu. Sırrını açığa çıkartan her gülün sonu bu ve de insanın.
MEHMET ŞÂMİL