Gözlerim o eski mutluluklardan yan çizmiş.
Virajı bol, uçurumu kör bir yol boyunca ilerliyordum.
Susmak diyordu içimdeki o ses.
Susmak; sanki pimi çekilmiş bir bomba gibi patlıyordu içimde.
Tenha sokakların hüzünlü şarkılarında yürürken,
Geriye ayak izlerini bırakıyorum anılarımın. . .
Hep gülecek değilim ya bu günde ağlıyorum
hem de o deniz kenarlarında simit bekleyen martılar gibi çığlık çığlığa…
Bu şehri tükettim; kaldırımlarını, köhne sokaklarını,
Karanlıklarda eve üç beş kuruş götürmeye çalışan
Tıpkı o seyyar satıcılar gibi bağırıp çağırdım
ama yine de anlamadı beni bu şehir ya da anlamak istemedi.
Gülerek "anlamamak" diyorum kendi kendime.
Zaten hayatımızı bu kelime mahvetmedi mi?
Biz birbirimizi anlamadan kötülemedik mi?
Sevaplarımızı günahlara değiştirmedik mi?
Çocuğunu anlamayan bir babanın ızdırabıyla harap etmedik mi kendimizi?
Ya da birbirimize anlatacağımız onca şey varken anlama-ma yı tercih ederken
yani bu olumsuzluk “ma” ekini hayatımızın önüne koyarak devlet gibi susturup,
Dar ağaçlarına asmadık mı kendimizi? Birbirimizi...
İçimde devrimini yaşarken aşkların, kimliği gizli sokaklarda ölüyorum.
daha güzel, yaşama susamış bir dünya kurmak varken
savaş tehditleriyle çocukların küçücük ellerinde bir ceset gibi dağılıyorum....
Bakışlarım yalnızlık prangalarında paslanırken ellerimi müstehcen hayallere daldırıyorum.
Bedenimde tarifsiz bir çarmıh acısı...
Son durakta iniyorum gece yarısına bir Mecidiyeköy mesafesinde...
İçime çekiyorum İstanbul''u...
Yalnızlığın nefessiz, oksijensiz boşluğunda...
hesabını soracağım kimsesizliğimin.. sensizliğimin İstanbul''dan...
Gözlerimde suskunluğun jilet izleriyle bir isyan türküsü gibi öylece bir boşluğa damlıyorum.
Gece geç saatlere kadar oturup şiirler yazdığım o satırlara gömülmeyi deniyorum.
Örneğin bir kuşun kanatlarında özgürlüğü yaşarken
ansızın bir kör kurşunla özgürlüğü elinden alınmış bir milletin
çaresiz çırpınışlarıyla uçmaya çalışıyorum.
Kulaklarımda aşkların devrimci marşları bayrağı çiçeklerle çevrili bir kalp gibi dalgalanıyor gökyüzünde...
Gece geç saatlere kadar kurduğum hayallere dalmayı deniyorum bu sefer.
Bir ülke kuruyorum kendime.
Ve kendimi yalan bir düzenin ucuz propagandalarında buluyorum.
Ellerimde hayatın çirkin yüzünü gösterin pankartları taşıyorum...
Yüreğim paslı parmakların arasında can çekişen mahkumlar gibi inim inim inliyor...
Gri bulutlara takılıyor gözlerim. O bulutlar bana hüznü çağrıştırıyor.
Nasıl isyan etmem gerektiğini anlatıyor.
Haksızlığa karşı nasıl kan tükürüp elinin tersiyle itmem gerektiğini de…
Mutluluklara güvenim kalmamış.
Her seferinde rüşvet almış bir memur tedirginliğiyle yaklaşıyorum mutluluğa.
Eski ve renkli ama baktıkça siyah beyazlaşan o resimlere bakmaya cesaret edemiyorum.
Baktıkça içimden bir şeylerin koptuğunu hissediyorum.
Sanki çocukluğumun o gölgelerinde eriyorum.
Bir ızdırabın denizlerinde kendimle boğuşuyorum.
Bir şehir arıyorum kendime.
Beni ben gibi kabul eden, beni yalnızlığımla seven bir şehir…
Hani bıkarsın ya yaşamaktan aniden bir tren istasyonunda bulursun kendini.
Elinde üç beş hatıralık siyah beyaz bir fotoğrafla ve bir çanta vardır.
Yüreğinde yağmur yüklü bulutların acı burukluğu vardır.
Gözlerinde ise gideceğin o şehrin hayalleri….
Gideceksin; ama son bir kez düşüneceksin.
Bir yanın kal diyecek, bir yanın git…
Ama gitmeyi arzu edecek içindeki o ses.
Yeni bir hayat kurmak isteyeceksin.
Yeni bir yol döşeyeceksin raylara.
Tüm eskileri atacaksın bir kenara.
Belki de pişman olacaksın ama iş işten geçmiş olacak.
Sen artık gideceğin o yere aitsin.
Yerin yurdun olacak. Gurbetçisi olacaksın içindeki o yabancı şehrin.
İşte bende içimdeki o yabancı şehre giden bir mülteciyim..
Bir vatansızlık bir dağlaşmış yalnızlık oluyorsun mavzerleşmiş
bir haksızlık yanıtsız bir dilekçe gibisin
alıp da veremediğim bir tanrı selamı..!