Çünkü aceleye geldi… İçinde gözyaşı olmadan yazıldı… Çünkü yazarken titremedim… Çünkü hissedemedim… Üstelik unutmuştum, yazmam gerektiğini bile… Vefâsızlık ya işte, son anda hatırladım… Bu sebeple, bana kalırsa, sözden ibâret bir yazıdır bu… Ve şimdi, tüm yazıda, sadece bu ilk paragraftır, “ben” için en doğrusu…

* * *
Leylâ mâlumunuzdur. Mecnûn da öyle… Hani Mecnûn, Leylâ’nın delisi; Leylâ Mecnûn’un sevgilisi… Eee mübarek, uğrunda kendinden geçilmeyecek gibi de değil ki... Güzellik, zenginlik, letâfet, aşk, naz… Hâsılı sanki, dünyanın biricik çekim merkezi!.. İşte bu Leylâ, bir gün etrafa duyurdu ki:

“–Bir “gece” düzenleyeceğim! Herkes maskesini takıp gelecek. Ben de orada olacağım. En kıymetli maskeyi takan, o gecenin ve sonraki bütün gün ve gecelerin kahramanı olacak! Ve sadece, beni maskeme rağmen tanıyan kişiye gönlümü açacağım…”

Leylâ’nın bu niyetini, pek kısa bir sürede bütün halk duydu. Hiç içinde Leylâ adı geçer de, Mecnûn’a gitmez mi ki söz? Elbet, Mecnûn’un da durumdan haberi oldu… Kalplerde bir kıpırtıdır başladı. Herkesi, “Acaba nasıl bir maske taksam?!” düşüncesi kapladı. İnsanlar düşünedursun, Mecnûn, tatlı bir tebessümle, gece-gündüz Leylâ’sını seyre daldı, Leylâ’sıyla söyleşti:


“–Canım Leylâ’m! Yine neler geçti aklından, yine ne tatlılık düşündün kim bilir? Âh, sen ne de sırlısın. Sahi, nasıl oluyor da her an gözlerimin önünde kalıyorsun? Nasıl oluyor da fâsılasız benimle sohbet ediyorsun? Bu senin bir kerâmetin değil de nedir Leylâ’m! Ne mutlu bana ki, kalabalığım da, tenham da seninle dolu!.. Hiç yalnız kalmıyorum. Nicesi, halk içinde yapayalnız dolaşırken, ben kimseciklerin olmadığı yerlerde bile seninle dolaşıyorum. Tek bir yer tanımıyorum ki, sensiz olsun... Uykuda da, kuytuda da canımın yoldaşı sensin!”


Mecnûn böyle anlatadursun kendi kendine, halk bir telaş içinde aranıp duruyor, o güne kadar hiç görülmemiş güzellikte bir maske hazırlamak için koşuşturuyordu. Ne demişti Leylâ:

“–En kıymetli maskeyi takan ve beni maskeme rağmen tanıyan!..”

Meselenin ikinci kısmını düşünmek için daha erkendi, onu o zaman düşünürlerdi canım, şimdi acelesi neydi? Hele bi maskelerini temin etsinlerdi…

Mecnûn Leylâ’sı ile, halk da hazırlanmanın derdiyle gezerken, günler geçti. Hangi vakit var ki, dolmasın? Nihayet, gecenin yapılacağı saatler de geldi.

Büyük bir heyecanla son hazırlıklar tamamlanınca, maskeler takıldı, gönüllerde kocaman bir “kahraman olma arzusu”, Leylâ’nın muazzam köşküne doğru yola çıkıldı. Bu sırada insanlar, bir de hinlik düşünerek, maskelerini dahî bir perdeyle gizlediler. Zira, eğer yolda giden diğerleri, onları görürse, halktan olduklarını bilir ve böylece, bu gördükleri maskeleri bir kenara ayırıp, Leylâ’yı daha kolay bulurlardı. Halbuki, gecenin kahramanı olabilmek için, Leylâ’yı herkesten önce tanımak gerekiyordu. Anlayacağınız, her biri, bir diğerinin kahraman olmasını zorlaştırmak için, kendi maskesini maskeledi. Hâsılı, daha yollarda başladı rekabet….


Kapıdan girip içeriye doluştuklarında, artık içerdeki diğerleri ile karışmış olduklarından, perdelerini indirip, maskelerini meydana döktüler. İşte bu sırada ortaya öyle bir renk cümbüşü çıktı ki, görmeye değer!.. Biraz anlatalım da, gözlerinizde canlansın:
Maskeler çeşit çeşitti. Biri aslan başı takmıştı ki, yeleleri altın tozundandı ve pırıl pırıldı. Bir başkası tavus kılığına girmişti ki, kanadındaki her bir tüy, sırmadandı.

Üstelik yakutlarla süslenmişti ve son derece göz alıcıydı. Birinin yüzü, her bir yaprağı hâlis ipekten bir gül maskesiyle kaplanmıştı. Bir diğerinde istiridye vardı ki, içinde hakiki bir inci parlıyordu. Bir başka yüzde, renk renk kıymetli taşlarla süslü bir balık maskesi… Hele o dolunay yok muydu?! Onu mutlaka görmeliydiniz. Her yanı pırlantalarla örtülmüştü ve büyük bir emeğin ürünüydü.


Daha farklı bazı görüntüler de yok değildi elbet… Bütün o kalabalık içinde kelebek, arı, eşek, inek, horoz, kuş ve aklınıza gelebilecek her türlü hayvan maskesi de vardı. Bazıları çeşitli meyvelerden, bazıları ulu bir çınardan, bazıları nahîf bir kır çiçeğinden ilham almıştı. Bunun yanı sıra, zevk, heyecan, aşk gibi nice duygu için, sembolik bazı figürler kullanarak maske hazırlamış olanlar da bulunuyordu.

Kısaca şunu diyebiliriz ki, gece pek renkliydi ve her düşüncenin, anlayışın ve duygunun bir arada olduğu, ışıl ışıl bir manzara seyrediliyordu. Üstelik, takdir etmek gerekir; besbelli herkes, büyük bir özenle hazırlanarak gelmişti…


İçlerinde sadece biri, bu genel görüntüye ters düşüyordu. Oldukça perişandı. Ona bakan diğerleri, “Leylâ’nın dâvetine böyle mi gelinir!?” diyerek, “gizlenen yüzlerindeki koca burunlarını” kıvırmadan edemediler. Bir yandan da, “Pek de fukara imiş, kıymetsiz bir maskesi var, bir rakibimiz eksik olacak!..” diye düşünüp, “gizlenen bir başka yüzlerindeki hasta gözlerini” kısarak, sevinmeden de geçemediler.


Herkes birbirinden habersiz, bu perişan kişinin ancak Mecnûn olabileceğine karar verdi. Öyle ya, onlar hazırlık yaparken, Mecnûn âvâre gibi dolanıp durmuştu sokaklarda. Ne hazırlık yapmıştı, ne de zaten hazırlık yapabilecek parası vardı. Miskinin tekiydi o, hem hak etmemişti “gecenin kahramanı” olmayı!.. Çünkü hiç gayret etmemişti!

Şunun hâline baksanıza canım! Sefildi mübârek! Yine nereye vurmuştu kim bilir başını, yara-bere içindeydi! Hem böyle çapaçul geldiğine göre, saygısı da yoktu Leylâ’ya! Yüz karasıydı! Dertti o dert! Baş derdiydi!


Üstelik, alt tarafı bir mecnûndu işte; ne gözü, ne kafayı yormaya değerdi onun için… Bu nedenle herkes, kısa sürede, o dökük sûretten yüz çevirip, kendince Leylâ aramaya koyuldu. Aradan birkaç saat geçmişti ki, önce arayış içinde yalnız dolaşan bu insanlardan her biri, bir süre sonra, Leylâ’yı bulduğundan pek emin, bir başka maskeliyle neşeye daldı.


Herkesin Leylâ’yı kendi karşısında sanıp sarhoşa döndüğü ve etraftan bîhaber kaldığı bir sırada, dışarıdan içeriye biri girdi. Etrafa bakındı. Bakışlarında hayretten ziyâde acı vardı. İçi yandı önce… Fakat sonra, kalabalık içinde tek başına kalmış o “perişanı” görünce, sevindi. İşte, dedi orada! İçi titreyerek yanına vardı… Bakıştılar… O kadar ki, öylece donup kaldılar sanırsınız… Bir süre sonra, sessizce bakışmanın yerini, şu konuşmalar aldı:


“–Neden bu kadar insan yüz çevirmişken, öyle dikildin, bana bakıyorsun?!”


“–Çünkü sende Leylâ’yı görüyorum…”


“–Hiç Leylâ’da dert olur mu, bak perişanım, bende dert var, kör müsün?!”


“–Hayır, kör değilim, fakat, öyle bir dert ki, sendeki, içinde dermanı görüyorum…”


“–Ben ne biçim Leylâ’yım ki!? Hiç Leylâ böyle garip, böyle yalnız kalır mı?!”


“–Hayır, garip ve yalnız kalan sen değilsin! Seni, o kalabalıkla beraber; o kalabalığı ise senden gâfil kaldıkları için, yapayalnız görüyorum…”


“–Bak şurada aşk var, Leylâ olmaya o daha layık değil mi?!”


“–Aşk maskesiyle gezen dertsize ısınmadı gönlüm, Leylâ’m!

Sende, dert maskesiyle gezen aşkı görüyorum…”


“–Keder de orada işte, niye ona gitmedin?”


“–O kederin içinde seni değil, hırsları seyrettim... Oysa kederin dahî hasını, işte sende görüyorum…”


“–Leylâ’ya yaraşan, yakutlar, elmaslar, pırlantalar değil mi? Nasıl olur da bir çulsuzu Leylâ sanırsın!?”


“–Sen yakutun kendisisin! Sende elmasa, pırlantaya ve altına muhtaçsızlık görüyorum…”


“–Hiç muhtaç olmayan böyle dertli olur mu?”


“–Sende sana ait bir derdi değil, sana muhtaç olup da seni bulamayan fakirlerin derdini görüyorum…”


“–Tekrar düşün, beni kötüleyip kenara attılar! Herkes benden kaçtı, güllere, dolunaya, kelebeğe Leylâ diye sarıldı!”


“–Sen burada dururken, ne başka bir çiçeğe bakarım, ne başka bir dolunaya dalarım! Sen dert maskeli bir dermansın! Sende, iki cihânın mehtabını seyrediyorum…”


“–Madem bu kadar açık gözlüsün, neden herkes gibi vaktinde gelmedin? Neden Leylâ’nın dâvetine vaktinde icâbet etmedin?!”


“–Beni bunun için kınama! Zira, hayaliyle sarhoş edip, sokaklarda gezdiren, sensin! Beni herkesle beraber değil de, bu vakitte buraya getiren kudreti, sende görüyorum…”


“–Madem ki geldin, nerede masken?!”


“–Sen gibi perdeler ardına vâkıf olanın karşısında, maske ile dolanmayı hata görüyorum…”


“–Yani sen çok biliyorsun da, bunca halk bilmiyor; benim maskeler ardını gördüğümü, öyle mi?”


“–Ben çok bilmem, zaten, o halkın bu tavrında, sana itaat etme telaşıyla didinen can görüyorum…”


“–Halbuki onların bütün telaşı, «bu gecenin biricik kahramanı olmak»tır, zannettin ve yanıldın!”


“–Yanıldımsa, ne mutlu ki, karşımda, yanlışımı düzeltecek güzeller güzeli bir çift el görüyorum…”


“–Ya benim maskemi neye yorarsın?!”


“–Senin kendini maskelemende, gözler perdesiz görüp de yanmasın diye ışığını gizleyen, büyük bir şefkat görüyorum…


“–Geç meç, geldin ama, bir masken bile yok, ki kıymetinden bahsetsem! Ne yüzle geldin buraya?!”


“–Karşında, yüzümün yüzü mü kaldı Leylâ’m! Sende, maskelere kıymet vermeyen bir öz görüyorum…”


“–Ulu bir çınar olmak daha lâyık değil mi ona? Ne diye Leylâ’lığı, ben gibi bir döküntüye yakıştırdın?!”


“–Sende, ulu çınarlar gibi, kış mevsiminde kele dönen dallar yok! Sende tüm zamanlara meydan okuyan bir canlılık ve hayat görüyorum!”


“–Buradakiler bana «miskin» dedi, sefil dedi, «saygısız mecnûn» dedi! Sen neden onca insana muhalif konuşuyorsun?!”


“–Onlar sana bakıp, kendi gönüllerinin hâlini görmüşler Leylâ’m! Sen böylesine apaçık karşımda dururken, sadece buradakilere değil, tüm âleme muhâlefet etsem, az görüyorum…”


“–Bana «yüz karası» dediler, buna ne buyuracaksın?!”


“–Sen yüzlerin değil, sevdânın karasısın… Hem bu öyle bir karalık ki, içinde nice ışığı gizler, nice rengi barındırır. Sana kavuşamayanların seni karalamasında, acınası züll görüyorum…”


“–Verdiğin bu cevapları kimden öğrendin?”


“–Soranı da, cevaplayanı da, sen görüyorum…”


“–Şimdi, bunca insan, bu kadar kendinden emin, bir Leylâ seçmişken, sen nasıl oluyor da, beni Leylâ addediyorsun?”


“–Onlar âşık oldukları sıfatı, Leylâ sanmışlar, maskelere takılmışlar…”


“–Senin farkın ne ola ki?”


“–Şu maskenin ardında, kıymetine paha biçilemeyecek değerde, aşkla bakan bir çift göz görüyorum…”


“–Aşk diyorsun! O da ne ki?!”


“–Aşk, sensin Leylâ’m, sorduğun da soru mu ki?”


“–Bu halk buraya gelirken, “kahramanlık” aşkı ile geldi, ya sen?”


“–Beni buraya getiren, aşkın kahramanlığıdır! Aşk gibi bir kahraman varken, kahramanlık istemeyi lüzumsuz görüyorum…”


“–Bak ben çileyim! Ağlatırım seni!..”


“–Ey dermanın kendisi! Sen ancak, gücüne gider de, sana «çile» diyenleri ağlatırsın! O kişiler, seni dert görmeyi bırakıp, hepten derman olduğunu keşfetseler, elbette nice sevince erecekler…”


“–Senin sevincin nedir?”


“–Tenhada seninle kalmaktır!”


“–Tenha nedir?”


“–Seninle olduğum yerdir, her yerdir… Sende, «kalabalıklar içindeki tenhâ»yı görüyorum…”


“–Bak hastalıklar var bende, her yanım yara-bere!”


“–Yara kılığına girmiş şifadır hangi yanına baksam! İşte, şimdi o şifâların, bana göz kırptıklarını görüyorum…”


“–Fakirlik de bende!”


“–Sende, halkın fakirlik sandığı şu perişan görüntünün ardında gizlenen, hazine misâli bir gönül görüyorum…”


Onlar böyle, âşıklar gibi atışırken, halk, tutulduğu sarhoşluktan kurtulup, şaşkınlıkla bu iki kişiyi seyre dalmıştı. Az önce kendi leylâsına dalıp etrafı unutanlar, bu iki kişinin sözleriyle, sanki tekrar ayılmış da, dikkat kesilip, öylece kalakalmıştı.


Tam o sırada, kimsenin engel olamadığı bir el değdi de, Leylâ’dan gayrı herkesin maskesi düştü… Kalabalıkta bir telaş, bir sıkıntı! Çünkü, budur, deyip de sarıldıklarının hiçbiri, baktılar ki Leylâ değil…


İşte o vakit, Leylâ maskesini indirdi. Halk, hayran ve şaşkın, seyrine dalmışken, Leylâ sordu:


“–Söyleyin ben kimim?!”


“–Sen, kendisinden gâfil kaldığımız, maskesine aldanıp Mecnûn sandığımız Leylâ’sın!!”


Leylâ, geceye maskesiz gelen Mecnûn’u göstererek:


“–Peki ya bu kimdir?” diye sordu.


Halk, gözleri Leylâ’nın ışığından kamaşmış bir hâlde:


“–Vallahi o da sensin, o kişide, senden başka birini göremiyoruz!..” dediler. Leylâ o vakit, tatlı bir tebessümle baktı Mecnûn’a… Ve halka dönerek şunları söyledi:


“–Madem onda gördüğünüz, «Leylâ’dan» ibârettir, en kıymetli maske, Mecnûn’unkidir! Az önce, maskeme bakıp aldanışınıza ve bende Mecnûn’u görüşünüze gelince… İyi bilin ki, ben kime gönlümü açmışsam, kime sevdalanmışsam, işte size onun gözüyle bakar, onun yüzüyle görünürüm.


Şimdi gidin! Zira Mecnûn ile tenhâyı nicedir özler ve artık baş başa kalmak isterim! Sizin değer vermediğiniz bu âşığa, gönlümü açmakla övünür, iftihar ederim!”


Halk:


“–Biz, bizim hevesimize dalmışız meğer… Sana tutkunluğu pek zayıf dallarmışız… Kopmuşuz da, haberimiz olmamış!..” diyerek gittiler, gitmesine de… Yürüyerek değil hayır, elbet, sürüne sürüne…


* * *
Hani, sevemedim bu gece yazısını, dedim ya… Belki, Mecnûn gibi göremediğimi, Leylâ delisi olamadığımı hatırlattığı ve burnumu bir kez daha sürterek, tatlı canımı acıttığı içindir… Kim bilir?!..


Neslihan Nur Türk