insanoğlunun düşünmeye başladığı çağlardan beri çöl, Tek Tanrı inancının beşiği olmuştur.
Ta ki bu konuda ki kesin bilgi göz kamaştırıcı bir açıklık ve parlaklıkla çöllerin derinliklerinden fışkırıp çöl adamına ulaşıncaya kadar. Medyen çölünde dikenli bir çalının ardından çınlayıp ulaştı Musa?ya Allah?ın sesi ; Filistin çölünün ıssızlığı içinde aldı İsa ?Allah?ın Melekutu?nun mesajını; Mekke yakınlarında. Çöl tepelerinin birinde Hira mağarasında geldi ilk çağrı Hz. Muhammed?e(s.a.v)
***********
İşte bu anlayıştan çıkarak İslâm, bütün öteki büyük dinler arasında yalnız o, insan ruhunu, kendi başına buyruk bağımsız bir fenomen olarak değil, insan `şahsiyeti'nin sadece, bir yanı olarak görmektedir.
Bunun bir sonucu olarak Müslüman, insanın manevi alandaki gelişmesine insan tabiatının bütün öteki alanlardaki gelişmesinin ayrılmaz bir parçası olarak bakar.
Fiziksel dürtüler de insan tabiatının bir parçasıdır; bir `ilk günah'ın eseri değil fakat Allah vergisi, pozitif güçlerin, meşru ve sağduyuyla kullanılabilecek insani yetilerin bir sonucudur.
O halde insanın problemi, tensel arzularını nasıl bastıracâğı değil daha çok onlara, hayatın dopdolu ve doğru bir yolda seyretmesini sağlayacak biçimde, ruhun istek ve ihtiyaçlarına göre nasıl yönlendireceği endişesinde yatmaktadır. Hayatı olumlayan bu birlikçi görüş, temelini, insan fıtratının özünde iyi olduğunu söyleyen İslâmi ilkede bulmaktadır.
İnsanın günahlı olarak doğduğunu iddia eden Hristiyani görüşün ya da insanın doğuştan sefil ve kirli olduğunu ve nihai kemâle varmak için uzun bir tenasüh zinciri boyunca düşe kalka ilerlemesi gerektiğini söyleyen Hindu öğretisinin tersine Kur'an: ?Şüphesiz, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık?, diyerek, bu temiz ve üstün yaratılışın ancak sonraki yanlış edimlerle bozulabileceğini, belirtiyor: ?ve sonra onu aşağıların aşağısına indirdik ancak Allah'a inanan ve salih işler işleyenler müstesna.",
***********
Kısacası, İslam, insanlık tarihinin en parlak sayfalarından birini oluşturan bir dönemin kültürel başarılarına büyük bir ivme kazandırmış ve bunu da doğru düşünceye Evet, cehalet ve bağnazlığa da Hayır diyerek; eylem ve harekete Evet, miskinliğe ve uyuşukluğa Hayır; hayata, evet ama keşişliğe, çileciliğe Hayır diyerek yapmıştır.
İslam?ın Arabistan'ın sınırlarını aşar aşmaz büyük sıçramalarla saflarına fevc fevc yeni halklar, yeni kavimler katmasında şaşılacak bir yan yoktur. Paulen ve Agustinian Hıristiyanlığının dünya hayatını aşağılayan öğretileri içine doğan ve onlarla beslenen Suriye ve Kuzey Afrika halkları ve bir süre sonra da Vizigot zulmü altında inleyen İspanya halkı, kendilerini ansızın, İlk günah doğmasını kökünden reddeden ve insanın günahsız olarak doğduğu fikrinde ısrar eden bir öğretiyle karşı karşıya bulunca, insana kendisinin Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğu bilincini bahşeden bu onurlandırıcı yeni inanca gittikçe büyüyen topluluklar halinde girmekten geri durmadılar.
'Kılıç zoruyla ihtida' masalları değil, işte budur, tarihinin şafak aydınlığı içinde İslâm'ın göz kamaştırıcı zaferinin gerçek açıklaması.
' Müslümanlar değildi İslam?ı yücelten, büyük kılan tersine İslam'dı Müslümanları yücelten.
Ama ne zaman , İslâm onlar için bilinçle izlenen bir hayat programı olmaktan çıkıp da bir alışkanlık haline geldi, işte o zaman
uygarlıklarının temelinde yatan yaratıcı dinamizm de yok yerini uyuşukluğa, kısırlığa ve kültürel yozlaşmaya bıraktı.
***********
Hz. Muhammet?in (s.a.v.) çağrısını ilk defa işittikleri zaman çoğu Mekkelinin bu çağrıyı katı kalplilikle geri çevirmesinin sebebini anlamak güç değil. Manevi kaygılardan yoksundular; yalnız pratik amaçlar önemliydi onlar için: çünkü onlar, hayatın, ancak maddî ve haricî refahı artıran vasıtaların bolluğu sayesinde zenginleşebileceğine inanıyorlardı.
Bu insanlar için moral bir amaca bağlanmak, böyle bir amaca tavizsiz bir biçimde kendini teslim etmek düşüncesi -çünkü İslâm, sözcük anlamı olarak ?kendini Allah'a teslim etmek' demekti- hiç de katlanılabilir gibi görünmüyordu. Ayrıca Hz. Muhammet?in (s.a.v) öğretisi kurulu düzeni ve Mekkelilerin o kadar değer verdikleri kabilevî ananeyi tehdit ediyordu.
Hz. Muhammed (s.a.v.) insanları tevhit inancına çağırıp, putlara tapmanın bağışlanmaz bir günah olduğunu duyurmaya başladığı zaman, Mekkeliler onun bildirisinde sadece geleneksel inançlara karşı girişilmiş çetin bir saldırı değil, mevcut toplumsal düzeni yerle bir edebilecek bir devrim soluğu da buldular. Onların gözünde ekonomik adâlet, toplumsal eşitlik gibi konular dinin ilgi alanı dışında değerlendirilmesi gereken salt `dünyevi' meselelerdi ve İslâm'ın bu meseleler çevresindeki devrimci tavrı hiç de katlanılır gibi değildi.
İslâm'ın getirdiği yeni ve ıslah edici değerler, onların yerleşik ticari teamülleriyle, kabilevi hiyerarşinin katı kurallarıyla, varlıklı sınıfın hayatına egemen ahlâki başıboşlukla bağdaşmıyordu. Onların gözünde din daha çok kişisel bir meseleydi ve davranışlardan çok tutumlarla ilgiliydi.
Muhammed Esed
Ta ki bu konuda ki kesin bilgi göz kamaştırıcı bir açıklık ve parlaklıkla çöllerin derinliklerinden fışkırıp çöl adamına ulaşıncaya kadar. Medyen çölünde dikenli bir çalının ardından çınlayıp ulaştı Musa?ya Allah?ın sesi ; Filistin çölünün ıssızlığı içinde aldı İsa ?Allah?ın Melekutu?nun mesajını; Mekke yakınlarında. Çöl tepelerinin birinde Hira mağarasında geldi ilk çağrı Hz. Muhammed?e(s.a.v)
***********
İşte bu anlayıştan çıkarak İslâm, bütün öteki büyük dinler arasında yalnız o, insan ruhunu, kendi başına buyruk bağımsız bir fenomen olarak değil, insan `şahsiyeti'nin sadece, bir yanı olarak görmektedir.
Bunun bir sonucu olarak Müslüman, insanın manevi alandaki gelişmesine insan tabiatının bütün öteki alanlardaki gelişmesinin ayrılmaz bir parçası olarak bakar.
Fiziksel dürtüler de insan tabiatının bir parçasıdır; bir `ilk günah'ın eseri değil fakat Allah vergisi, pozitif güçlerin, meşru ve sağduyuyla kullanılabilecek insani yetilerin bir sonucudur.
O halde insanın problemi, tensel arzularını nasıl bastıracâğı değil daha çok onlara, hayatın dopdolu ve doğru bir yolda seyretmesini sağlayacak biçimde, ruhun istek ve ihtiyaçlarına göre nasıl yönlendireceği endişesinde yatmaktadır. Hayatı olumlayan bu birlikçi görüş, temelini, insan fıtratının özünde iyi olduğunu söyleyen İslâmi ilkede bulmaktadır.
İnsanın günahlı olarak doğduğunu iddia eden Hristiyani görüşün ya da insanın doğuştan sefil ve kirli olduğunu ve nihai kemâle varmak için uzun bir tenasüh zinciri boyunca düşe kalka ilerlemesi gerektiğini söyleyen Hindu öğretisinin tersine Kur'an: ?Şüphesiz, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık?, diyerek, bu temiz ve üstün yaratılışın ancak sonraki yanlış edimlerle bozulabileceğini, belirtiyor: ?ve sonra onu aşağıların aşağısına indirdik ancak Allah'a inanan ve salih işler işleyenler müstesna.",
***********
Kısacası, İslam, insanlık tarihinin en parlak sayfalarından birini oluşturan bir dönemin kültürel başarılarına büyük bir ivme kazandırmış ve bunu da doğru düşünceye Evet, cehalet ve bağnazlığa da Hayır diyerek; eylem ve harekete Evet, miskinliğe ve uyuşukluğa Hayır; hayata, evet ama keşişliğe, çileciliğe Hayır diyerek yapmıştır.
İslam?ın Arabistan'ın sınırlarını aşar aşmaz büyük sıçramalarla saflarına fevc fevc yeni halklar, yeni kavimler katmasında şaşılacak bir yan yoktur. Paulen ve Agustinian Hıristiyanlığının dünya hayatını aşağılayan öğretileri içine doğan ve onlarla beslenen Suriye ve Kuzey Afrika halkları ve bir süre sonra da Vizigot zulmü altında inleyen İspanya halkı, kendilerini ansızın, İlk günah doğmasını kökünden reddeden ve insanın günahsız olarak doğduğu fikrinde ısrar eden bir öğretiyle karşı karşıya bulunca, insana kendisinin Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğu bilincini bahşeden bu onurlandırıcı yeni inanca gittikçe büyüyen topluluklar halinde girmekten geri durmadılar.
'Kılıç zoruyla ihtida' masalları değil, işte budur, tarihinin şafak aydınlığı içinde İslâm'ın göz kamaştırıcı zaferinin gerçek açıklaması.
' Müslümanlar değildi İslam?ı yücelten, büyük kılan tersine İslam'dı Müslümanları yücelten.
Ama ne zaman , İslâm onlar için bilinçle izlenen bir hayat programı olmaktan çıkıp da bir alışkanlık haline geldi, işte o zaman
uygarlıklarının temelinde yatan yaratıcı dinamizm de yok yerini uyuşukluğa, kısırlığa ve kültürel yozlaşmaya bıraktı.
***********
Hz. Muhammet?in (s.a.v.) çağrısını ilk defa işittikleri zaman çoğu Mekkelinin bu çağrıyı katı kalplilikle geri çevirmesinin sebebini anlamak güç değil. Manevi kaygılardan yoksundular; yalnız pratik amaçlar önemliydi onlar için: çünkü onlar, hayatın, ancak maddî ve haricî refahı artıran vasıtaların bolluğu sayesinde zenginleşebileceğine inanıyorlardı.
Bu insanlar için moral bir amaca bağlanmak, böyle bir amaca tavizsiz bir biçimde kendini teslim etmek düşüncesi -çünkü İslâm, sözcük anlamı olarak ?kendini Allah'a teslim etmek' demekti- hiç de katlanılabilir gibi görünmüyordu. Ayrıca Hz. Muhammet?in (s.a.v) öğretisi kurulu düzeni ve Mekkelilerin o kadar değer verdikleri kabilevî ananeyi tehdit ediyordu.
Hz. Muhammed (s.a.v.) insanları tevhit inancına çağırıp, putlara tapmanın bağışlanmaz bir günah olduğunu duyurmaya başladığı zaman, Mekkeliler onun bildirisinde sadece geleneksel inançlara karşı girişilmiş çetin bir saldırı değil, mevcut toplumsal düzeni yerle bir edebilecek bir devrim soluğu da buldular. Onların gözünde ekonomik adâlet, toplumsal eşitlik gibi konular dinin ilgi alanı dışında değerlendirilmesi gereken salt `dünyevi' meselelerdi ve İslâm'ın bu meseleler çevresindeki devrimci tavrı hiç de katlanılır gibi değildi.
İslâm'ın getirdiği yeni ve ıslah edici değerler, onların yerleşik ticari teamülleriyle, kabilevi hiyerarşinin katı kurallarıyla, varlıklı sınıfın hayatına egemen ahlâki başıboşlukla bağdaşmıyordu. Onların gözünde din daha çok kişisel bir meseleydi ve davranışlardan çok tutumlarla ilgiliydi.
Muhammed Esed