Cevşene Nasıl Muhatap Olmalı?

RESUL-İ EKREM’İN (A.S.M.) küçük torunu Hz. Hüseyin’in (r.a.) oğlu, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın (r.a.) torunu olan; hayatını Rabbine hakkıyla kul olma esası üzere kurmasına mukabil ümmet tarafından ‘es-Seccâd,’ yani ...


  1. Alt 01-31-2008, 13:11 #1
    Ziyaretci
    Aliya Mesajlar: n/a
    RESUL-İ EKREM’İN (A.S.M.) küçük torunu Hz. Hüseyin’in (r.a.) oğlu, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın (r.a.) torunu olan; hayatını Rabbine hakkıyla kul olma esası üzere kurmasına mukabil ümmet tarafından ‘es-Seccâd,’ yani çok secde eden lakâbıyla anılan, ‘âbidlerin süsü’ İmam Zeynelâbidîn’in rivayetine göre, Cevşenü’l-Kebîr, Hz. Peygamber’e bir gazve esnasında Cebrail’in getirdiği kudsî bir münacattır. Cebrail, Peygamber’e Cevşen’i sunduğunda, "Zırhı çıkar, bunu al" demiştir.


    Rabbimizin binbir ismiyle anıldığı bu kudsî münacat, ne yazık ki, Sünnî-Şiî çekişmeleri yüzünden neredeyse bin küsur yıl, Sünnî müslümanların uzağında kalmış durumdadır. Asırlardır Şîa’nın imanî taliminde önemli bir yer tutan bu nebevî hediye, artık, Said Nursî’nin kısır bir çekişmeyi aşan hikmetli ve engin vizyonuyla nihayet nüfuz ettiği Ehl-i Sünnet’i de kudsî mânâlarından istifadeye çağırmaktadır.


    Fakat ne fecî bir hal ki, asırlar boyu kaçırılmış bir fırsat, ucuz ve basit tavırlarla, bir kez daha kaçıp gitme tehlikesiyle yüzyüze durmaktadır.


    Bu tehlikenin en kritik noktasını ise, sanırım, "Zırhı çıkar, bunu al" rivayeti oluşturmaktadır.


    Bu sözden hareketle, bir esmâ-i hüsnâ manzumesi olan Cevşen, ucuz bir sigorta malzemesine dönüştürülmektedir.


    Çok kereler olduğu gibi, bir kez daha, kudsî bir hakikat, basit akılların elinde ‘çok ucuza’ satılır haldedir. Heder edilmektedir.


    Cevşenü’l-Kebîr, bugün,óHafîz ve Kerîm olan bir Kadîr-i Mutlak’ın hıfz ve himayesini unuturcasınaóâdeta yangın, kaza ve sair belaların ‘sigorta’sı kılınır ve sözkonusu rivayet bunun çıkış noktası yapılır iken, bu rivayetin asıl muradını açığa çıkaracak en basit sorular ve muhakemeler bile esirgenmektedir.


    Meselâ, Cevşenü’l-Kebîr adlı, baştan sonra binbir ismiyle Rabbimize niyaz edilen, eşsiz bir tefekkür ve tezekkür manzumesi olan kudsî münacata mazhar olduktan sonra, Resul-i Ekrem (a.s.m.) ne yapmıştır? En başta, Cevşen, bir kez olsun açılıp okunmasını imkânsız kılan deri veya metal mahfazalar içinde mi ona gelmiştir; yoksa kalbe ilka edilen kudsî mânâlar olarak mı? Resul-i Ekrem (a.s.m.) onu boynuna asarak mı yanında taşımıştır, mânâlarını kalb ve dimağına yazarak mı? Hem, Resul-i Ekrem (a.s.m.) Cevşen’in Cibril (a.s.) tarafından kendisine sunulmasından sonra, gazvelere çıkarken artık ne zırh, ne silah almayıp "Bu Cevşen bana yeter" mi demiştir?


    Bu soruların cevabının ne olduğunu, siyer kitaplarından kolaylıkla öğreniyoruz. Öncelikle, Cevşenü’l-Kebîr, o ümmî Nebî’ye (a.s.m.) yazılı veya basılı bir kitap olarak gelmemiştir. Resul-i Ekrem de, bir kul olarakóüstelik, her hareketi ‘en güzel örnek’ diye kaydedilip asırlar boyu izlenecek bir güzel kul olarakózırhı kuşanma gibi, bir kulun sebepler dairesinde ifa etmesi gereken vazifeleri ihmal etmemiştir.


    O halde Cebrail’in "Zırhı çıkar, bunu al" sözündeki asıl murad nedir?


    Cevşenü’l-Kebîr’i okurken, insan, bu muradın ipuçlarını, idrakinin elverdiği ölçüde kavramaya başlamaktadır.


    Bu kudsî münacat, her noktadaki acz ve ihtiyacımız karşısında, sığınma ve başvuru adresi olarak, yalnızca Rabbü’l-âlemîn’i gösterir. Kendimizin yanısıra sair sebeplerin, yani tüm mahlukların acizlik ve zayıflığını gözler önüne sererek, bizi, başvurumuza cevap vermeye muktedir doğru adrese sevkeder. Herşeyin O’nun kudret, ilim ve iradesiyle olduğunu; O dilemezse, tüm dünya lehimize gözükse bile bunun bir işe yaramayacağını bildirir.


    O kudsî münacatı okurken, hissederiz ki, biz kendiliğimizden burada değiliz. Tesadüfen de burada değiliz. Hayy-ı Kayyum, Faalün limâ yürid, Cemîl-i Zülcelâl olan bir Zât-ı Ehad-ı Samed’in sanatıyız. Ve O’nun izin ve kudretiyle yaşıyoruz. Bizi yaşatan, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su değil. Keza, zırh giydiğimiz için savaşta ölmekten kurtuluyor değiliz. Sebepler dairesinde dergâh-ı ilahînin kapısını çalma anlamına gelen fiilî dualarda bulunuruz; ama sonucu, o sebepler perdesinin arkasında işgören Müsebbibü’l-Esbab verir. Hayatımızı devam ettiren de O’dur; midemizi doyuran da. Kalbimize iman ve ubudiyet gibi manevî gıdalar veren de O’dur; düşmanlarımız ve musibetler karşısında bizi koruyan da...


    Kısacası, zırh giydiğimiz için ölmüyor değiliz. Zırhı giyerek yaptığımız duaya mukabil, Rabbimiz bizi muhafaza buyurduğu için oklardan ve mızraklardan azadeyiz.


    Cebrail aleyhisselâm, Resul-i Ekrem’e (a.s.m.) Cevşen’in makamını, önemini ve muhtevasını belirten o sözü söylerken, aslında tüm ümmete bu mesajı iletmiştir. Bu söz, Cevşen’i hakkıyla okuyun; ve, hadsiz tehlikeler, hastalıklar ve felâketler karşısında merciinizin yalnız ve yalnız Rabb-ı Rahîm ve Kadîr-i Hakîm olduğunu derkedin, demektedir. Böylece, sebepleri merci tanımaktan; merci bildiğiniz o sebeplerin acizliği ve yetersizliği karşısında aklen, kalben ve ruhen kahrolmaktan kurtulun, demektedir. İhtiyaçlarınıza karşı meded, düşmanlarımıza karşı dayanak noktası olarak O size yeter; Cevşen işte bunu belletir, mesajını vermektedir.


    Yoksa, Cevşen hiç okunmadan, mânâları hiç tefekkür ve tezekkür edilmeden saklanırsa, Rabbimiz bizi gene de koruróher daim korumaktadır zaten. Her saniye bir kanser hücresinin var olduğu bir bedene; her dakika bir mikrobun içeri girdiği bir vücuda sahip olan bizleri, lenfosit, eritrosit, trombosit.. gibi miniminnacık maddeleri istihdam ederek koruyagelmiş, bu yaşa kadar yaşatmıştır meselâ. Ama bize doğru adresi gösterip şirk ve esbab çukurlarından uzak tutan eşsiz bir kudsî münacatın tanıttığı Rabb-ı Rahîm’den değil, o münacatın kendi ‘nesne’sinden medet umuluyorsa, en başta Cevşen’in ders verdiği en birinci hakikat çiğnenmiş olmaktadır. Bâki bir hayatın önsözü olacak imanî bir şuurun mübelliği olan o pırlanta, üç günlük dünya hayatı için sarfedilip heba olunmaktadır.


    Oysa o ilahî hediye, Rabbimizi binbir ismiyle tanıyıp yalnız ve ancak O’na yönelerek şu dünya hayatını ebedî bir cennetin giriş kapısı kılmayı öğretmektedir.


    Metin KARABAŞOĞLU

  2. Alt 04-24-2008, 20:19 #2
    Ziyaretci
    sadık Mesajlar: n/a
    Çok sevdiğim bir yazıdır,Risale Okumaları isimli kitabta yeralan.