Asrımızda pek çok sahada, «yenilik» ve «değişim» modası hâkim...
Artık etiketlerine yabancılaşan “gelenekçi” ve “muhafazakâr” kesimlerde bile...
Edebiyatta, eğitimde, mûsıkîde, kılık-kıyafette, hayatın her safhasında... Hattâ dinde ve ilimde bile...
Bu modanın parolası da:
«Tekrara düşmeyin!»
Başta çok haklı ve masum görünüyor bu ikaz.
Meselâ edebiyatta...
Meselâ edebiyatta...
Bikr-i mazmun, yani daha evvel hiç kullanılmamış bir mazmûnu görmek, bulmak ve seslendirmek edebiyatçının en büyük arzusu...
Söylenmemişi söylemek şairin ideali...
Küfürbazlar bile «yakası açılmadık» küfürler ararken, sanatkârlar da eşsiz bir eser ortaya koymak isterler.
Bunun adı «ibdâ»...
Bunun adı «ibdâ»...
Yani yaptığı işi mükemmel ve eşsiz bir şekilde yapmak demek olan «ibdâ»
hem tek hakikî sanatkâr olan Cenâb-ı Hakk’ın sıfatı, hem kudretleri nisbetinde sanatkâr insanların...
hem tek hakikî sanatkâr olan Cenâb-ı Hakk’ın sıfatı, hem kudretleri nisbetinde sanatkâr insanların...
Fakat; «Tekrara düşmeyin!» uyarısını;
“Gül ile bülbülden daha önce bahsedildi, olmak ve ölmek
daha evvel kafiye yapıldı,
daha evvel kafiye yapıldı,
koşmaları daha evvel Karacaoğlan yazdı,
hece şiirlerini Necip Fazıl yazdı, gazelleri Bâkî ile Yahya Kemal yazdı,
şimdi serbest söylemek lâzım, cancağızım!”
sığlığında ve kırık nesire altyapı olsun diye söylemek,
tam bir garabet...
Üstelik her devirde başıbozukların tekrarladığı bir garabet...
«Bu kadarı da söylenmez!»
demeyin, söyleniyor, hem de «şiir atölyesi»,
«yazarlık sırları» gibi yaldızlı tabelâlar altında...
«Yeni şeyler lâzım, cancağızım» modası, sadece kıyafet, saç
modeli gibi sahalara mahpus değil artık.
İş, dînî sahaya bile sızabiliyor.
Adam Kur’ân-ı Kerîm’e meal hazırlıyor, içinde devrin
modasının baskısı var: Yeni şeyler söylemesi lâzım!
Hem aksi hâlde sayıları yüze yaklaşan meallere bir yenisini
ne yüzle eklesin? Her asırda taptaze kalmasıyla da mûcize
olan Kur’ân-ı Kerim’den yeni mânâlar elbette bulunabilir,
fakat bu modanın zoruyla hareket eden kişiler bir de
bakıyoruz ki aslında yine, yeni olmayan kadîm tahrif
hastalıklarının taklitçisi/tekrarlayıcısı olmuşlar...
Modası çoktan geçmiş pozitivizm hatrına bir mûcizeyi
gizlemeye çalışan bir yorumda bulunmuşlar veya batıya hoş
görünmeyen bir ahkâmı tarihe gömmeye kalkmışlar.
Daha olmadı «vâvın tâlil vurgusu» diye, olmayan vurgular bile icat etmişler. 1
Çünkü; Şuurlu bir şekilde takip etmeyen, şuursuz bir şekilde taklit eder.
Adam na‘t yazma ihtiyacı duyuyor.
Ne kadar güzel... Efendimiz’i methetmek,
O’nu anlatmak. Ama içinde asrın modası...
«Eski terâneler olmayacak!» Ne çıkıyor ortaya?
Şuurlu şekilde takip etmeyen, şuursuz bir şekilde taklit eder, hakikatinin sonucu:
Güya yeni ama aslında türedi birkaç modanın
tekrarlanmasından ibaret değersiz taklitler...
Geçen sene bir na‘t yarışması jürisinde
Yüzakı şairlerinden arkadaşlarla bulunduk.
Pek çok şiirde aynı tema tekrarlanıyordu:
“Sen gittin perişan olduk. Ne olur gel!”
Kendinden ümidi kesmiş, hayıflanmalar...
Bu kadar tekrarı görünce insan;
“Yoksa Hıristiyan ve Yahudilerin, Mesih’i; Şiîlerin, 12.
İmam’ı bekledikleri gibi Müslümanlar da
Hazret-i Peygamber’in tekrar geleceğini mi beklemeye başladılar?” diye sorası geliyor.
Bunları başa getiren tekrardan kaçma duygusu, farklı şeyler yapma arzusu ve bunu körü körüne körükleyen modalar...
Ama «tekrar» bi-zâtihî kötü bir şey değil.
Kendimize ve tabiata bakalım;
Her saniye kalbimiz kendini tekrarlayarak çarpıyor.
Kendini tekrarlamayıp, ayarını bozarsa ritim bozukluğu
teşhisi konuyor.
Birkaç saniyede bir ciğerlerimiz nefes alıp veriyor.
Vücudumuzda her biri vazifelendirildiği işi tekrar tekrar yapan âzâlarımız...
Tabiatta binlerce yıldır kendini tekrarlayan nebatat, hayvanat...
Her gün doğup batan güneş, ay, yıldızlar...
Hangimiz bir gurûb manzarası karşısında;
«Ne var, dün de batmıştı!» deyip omuz silkebilir?
Ama; «Bal yiyen baldan usanır.» sözünün de ifade ettiği gibi bazen tekrarlanan çok güzel şeylerden de sıkılıyoruz.
O hâlde işin sırrı ne?
Evvelâ sıkılmak duygusunu bir teşrih etmeli...
Acıktıkça yemek yemekten sıkılmaz insan.
Ama doyduğu hâlde yemekten veya her gün aynı yemeği
yemekten usanır. Ama kimse karnını doyurmaktan usanmaz.
Temel besinler olan ekmekten, sudan da kimse usanmaz.
O hâlde esas olan, gaye olan, olmazsa olmaz olan
hususlarda tekrardan sıkılmıyoruz.
Ama vasıta, usûl ve üslûpta değişiklik, farklılık arıyoruz.
O hâlde eğitimin, edebiyatın,
insan hayatının esaslarında tekrardan usanmak söz konusu olmamalıdır. Eğer varsa böyle bir bıkkınlık,
orada tekrarlanan şeyde değil, usananda problem vardır.
Tıpkı bedenen hastalanan bir kişinin iştahının kesilmesi
yahut hazlara aşırı yüklenerek, nefsinin ayarlarıyla
oynayarak mânen hastalanan bir kişinin, arzularında iffet
ölçüsünden artık tatmin olmayıp bıkması gibi...
Bu açıdan bakınca kişinin namazdan usanmasının haklılık payı olamaz.
Kişi namazı sadece bir rutin olarak kılıyorsa,
her rutin gibi nefis namazdan da usanır.
O hâlde kişi, namazı niçin acıkma ve susama gibi bir tabiî ihtiyacı hâline getiremediğine yanmalı...
Namazı hayatının esası, gayesi hâline getirmenin yolunu aramalı.
Cenâb-ı Hak ile mülâkatı niçin arzulamadığını, Hakk’a niyaz kapısına koşmanın niçin içinden gelmediğine bakmalı...
Yoksa elbette namaz sürekli tekrarlanacaktır.
Çünkü su gibi, hava gibi bir ihtiyaçtır o.
Değişmez hakikatlerin unutkan insana tekrar tekrar hatırlatılmasıdır.
Değişmez hakikatler...
Hakikat, pop şarkıcıların imajı gibi, müşteri bulmak için değişip duracak bir şey değildir.
Allah, Hazret-i Âdem’den Hazret-i Fahr-i Rusül’e kadar,
tevhidi, ana-babaya ihsanı, ibâdeti, namazı, adaleti,
merhameti, iffeti... insanlığa emrediyor.
Tekrar, eğitimde de bilginin iyice pekişmesi için kullanılan bir metottur.
Tekrîr, edebiyatta bir sanattır.
Ahlâk, ibâdet sahasında da bir kereye mahsus zuhur etmiş davranışlar değil, devamlılık kazanmış,
kişide bir âdet, bir alışkanlık hâlini alacak kadar tazelenmiş şuurlu ısrarlı fiiller makbuldür.
Tekrar ve kerre/kere kelimelerinin türetildiği kök, düşmana tekrar tekrar, döne döne saldırmak mânâsına gelen
«kerr»dir. Hazret-i Ali’nin;
«Haydar-ı Kerrâr» düşmanına döne döne saldıran aslan mânâsındaki lakabı da bu kökten gelir:
Buldu şân, yattı firâşında Aliyyü’l-Kerrâr,
Şeh-i merdân olarak, Hayder-i meydân olarak...
(K. Edip KÜRKÇÜOĞLU)
Eğitimde, ilimde, ibadette, her yerde, tekrar, şeytana ve nefse karşı daimî bir harbin içinde olmaktır.
En iyi savunma hücumdur.
Tekrar tekrar hücumdur. Harpte durmak diye bir şey yoktur. Ya kerrâr olacağız, ya ferrâr! (firar eden)
Tekrarı bırakırsak ve düşman bu oyunu kazanırsa;
aklımızdan çıkarmayalım ki, bu hayatın, imtihanın tekrarı
yok. Seneye girersin şansı yok! Kur’ân haber veriyor ki,
yenilen pehlivanlar öte dünyada sürekli; “Lev enne lenâ
kerraten: Âh bir kere daha gelebilsek!” yalvarışı içinde
olacaklar. (el-Bakara, 167; eş-Şuarâ, 102; ez-Zümer, 58)
Ama bu imtihanın ömürde bir defa olduğunu unutmamak gerek...
Unutmamak için de tekrarlamak gerek!..
Çünkü tekrar, unutma belâsına kılıç sallamaktır.
«Hû!» deyip ölmek dilersen her nefes temrin gerek
Çünkü tekrarlanan şeyler, kökleşir...
Çünkü tekrarlanan şeyler, kökleşir...
O sebeple esaslarımızın tekrarı zarurî...
Ama bunaltmayacak, sıkmayacak tedbirleri usûlde, uygulamada alarak;
Meselâ minarelerimizde asırlardır, aynı esaslar
tekrarlanıyor.
tekrarlanıyor.
Ama esastaki bu tekrarlanışın, farklı mertebelerdeki
nefislerce sıkıcı bulunmaması için, usûlde, üslûpta, sunuşta
tekrarı hafifletecek çareler aranmalıdır.
Belki bu sebeple milletimiz; ezanı sabah başka makamda, öğleyi başka makamda, akşamı başka makamda okumuş. Yine Efendimiz’den itibaren ezanı güzel seslilerin okumasına itina gösterilmiş.
Değişmez hakikatler yazılırken, rik’adan dîvânîye yüzlerce yazı şekli geliştirilmiş.
Tabiî söylerken de...
Edebiyatta da esasların tekrarlanması gayet tabiîdir.
Ama; sanatın, ibdânın icabı olarak, usûl
tekrarlanmamalıdır. Dildeki tabiî değişim,
her insanda farklı olan ilâhî tecellînin farklılığı,
Cenâb-ı Hakk’ın, varlığına bir delil olarak gösterdiği
çeşitlilik sebebiyle her devirde aynı hakikatler farklı ifadelerle, çeşitli söyleyişlerle, yeni mazmunlarla ifade
edilecektir.
Meselâ na‘t geleneğinde tekrarlanan «esas»lardan biri
Meselâ na‘t geleneğinde tekrarlanan «esas»lardan biri
«istişfâ‘» yani şefâat talebidir.
İslâm’ın sadece sosyo-politik bir çare olarak takdim edildiği
akımlardan beslenen;
“Gel de dünyamız güzelleşsin!” çağrısı, hem edebe
mugâyirdir, hem de;
“Dünyada rahat yok!” buyuran ve;
“Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”
(el-Bakara, 214) âyetini tebliğ eden Peygamber Efendimiz’e söylenecek söz değildir.
Efendimiz’in hayatı da zâhire bakılırsa bin bir çile içerisinde geçmiştir.
“Andolsun size içinizden bir Rasûl gelmiştir.”
(et-Tevbe, 128) âyetinin de ifade ettiği gibi Efendimiz bize gelmiştir, şimdi sıra bizdedir.
Biz O’na gitmeliyiz.
O’ndan şefâat talebimiz de yine O’nun ocağına düştüğümüz,
O’nun şefâat-i uzmâ adlı duâsını yapacağı makama
gidişimiz demektir, O’nu çağırışımız değil.
Bu dünyada bile yine biz O’na gideriz.
Ravza’sına gideriz. Huzuruna varırız.
Gidemiyorsak, bâd-ı sabâ ile salât ü selâm göndeririz.
«Şefâat talebi» esas... Tekrarlanması gayet tabiî...
Ama onu aynı tarzda değil farklı niyazlarla, taptaze
yakarışlarla söylemeli...
İşte bir demet şefâat talebi...
Esas olarak tekrar, üslûp olarak her biri bediî/eşsiz...
Yûnus Emre’de sade ve derin:
Canım kurban olsun Sen’in yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Şefâat eylesen kemter kuluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Fuzûlî’de şırıl şırıl bir akış içinde:
Dâru’ş-şifâ-yı haşrde bîmâr-ı mâsiyet
Şehd-i şefâatünden umar şerbet-i şifâ
“Mahşer şifâhânesinde, günah hastası, şefâat balından
yapılmış şifâ şerbeti içmeyi umar!”
Nefis bir teşbihle;
Yüzüm karasın âb-ı şefâatle umaram;
Pâk ide ger inâyet-i Rabb-i Gafûr ola...
“Bağışlaması bol Rabbim’in inâyeti olur da umarım
yüzümün karasını, şefâat suyuyla temizler.”
Şefâate de şefî/aracı bularak:
Yâ Rasûlâllah şefâat isterim, and eyledim
Nesl-i pâkin Hazret-i Hayru’n-Nisâ’nın üstüne...
(Ahmed Remzi AKYÜREK)
“Ey Allâh’ın Rasûlü, tertemiz kızın, hanımların en hayırlısı
(Hazret-i Fâtıma) üstüne ant verdim, Sen’den şefâat
isterim.” (Ant vermek: Allah aşkına, çocuklarının başı için gibi ifadelerle muhataba ısrarcı olmak)
Yinelemek ile yenilemek iç içe... Tıpkı Allâh’ın sanatı gibi.
Birbirinin tekrarı gibi görünen milyarlarca insan eli
yaratıyor Cenâb-ı Hak;
fakat her birine farklı birer imza atıyor. Milyarlarca göz bebeği, katrilyonlarca kar tanesi...
Hem tekrar hem eşsiz...
Tekrar olmayacak diye hâşâ garâbet sergilemek yok bu sanatta...
İşin eğitime bakan
yönünde de; «yenileyerek yinelemek, bediî ölçüler içerisinde tekrarlamak» sırrını yakalamalı.
yönünde de; «yenileyerek yinelemek, bediî ölçüler içerisinde tekrarlamak» sırrını yakalamalı.
İşte önümüzde yaz mevsimi...
Elbette çocuklarımıza Kur’ân öğreteceğiz...
Efendimiz’in hayatını öğreteceğiz.
Akîdeyi, ibâdetleri, ahlâkı öğreteceğiz.
Bunlar değişmez esaslar...
Kur’ân kurslarının müfredatı üzerine istişâre toplantısına katılan bir arkadaşımız;
bir yıllık sürede
«Duhâ-Nâs» arası sûrelerin ezberletilmesini çok bulan
«Kur’ân kursu öğreticileri»nin varlığından bahsetmişti. Arkadaşımız;
“Siz neden bahsediyorsunuz, biz Yâsîn ve Mülk Sûrelerini de
eklediğimiz hâlde, yine zamanımız kalıyor!” diyerek
müdahale ettiğini söylemişti.
Kur’ân’sız Kur’ân kursu olur mu?
İşte yenilik modasının zararı...
Çocuklar sıkılmasın diyerek eğitimi kuşa çevirmek...
Ne zamandır bu ülkede eğitim ve yenilik denince akla
müfredat değişikliği gelir ve ayıklama şeklinde sayıklamalar
yapılır. Sonuç, esaslarından kaybeden bir eğitim...
Diğer yandan tabiî ki, her yıl;
Diğer yandan tabiî ki, her yıl;
«Benim oğlum binâ okur, döner döner bir daha okur!»,
verimsizliğinde değil, temcit pilâvı soğukluğunda ve
değersizliğinde değil, yeniden plânlayarak, esasa
dokunmadan usûlde yenilikler, tazelikler arayarak yapmalı
din eğitimini, cami eğitimini... her türlü eğitimi...
Meselâ, mâzîde olduğu gibi edebiyatın nefesini, eğitimde
istihdam etmek, üslûp yenilik ve farklılıklarına büyük bir
kapı açmaz mı? Geçmişte dil öğreniminde kelime
ezberletmekten, en ileri kırâat-ı aşere tahsiline kadar,
eğitimde manzum eserler büyük bir rol oynuyordu.
Bilgi özlü ve az-çok sanatlı bir formülle hâfızaya
nakşediliyordu. Bir sanat eseri hâline gelmiş olması, onun
kendi başına tekrarını bile bıkkınlık vermekten koruyordu.
Nazmın, gerçek nazmın sihrini yeniden eğitimin önüne sermeli...
Sözün özü...
Milyonla kez söylense bıkılmayacak, bıktırmayacak esaslar,
Milyonla kez söylense bıkılmayacak, bıktırmayacak esaslar,
her defasında bedîiyet sırrıyla eşsiz bir usûl ile yenilenerek
yineleniyor ise; yarı Türkçe yarı Arapça söyleyişle bitirelim
sözü:
et-Tekrâru ahsen
Velev kâne yüz seksen!2
1 Ebubekir SİFİL, «Operasyonel Meal Yazıcılığı ya da Meal
2 «Tekrar en güzeldir. İsterse yüz seksen(inci kez) olsun!»
Yazar Mustafa KÜÇÜKAŞCI