Medet Allahım medet, medet ki çok bunaldık!
Bıraktık doğru yolu, yolsuzluğa takıldık.
***
Muhteşem geçmişimize ve ümitlerimizde tüllenen aydınlık geleceğimize arka çevirerek iddialarla avunan bir toplum hâline geldik.
Bu meş’um dönemde, ortaya kayda değer herhangi bir eser koyamadık –öyle bir gayretimiz oldu mu onu da Allah bilir– ama cihanları yeni baştan inşâ ediyor gibi bir tavrımız var.
Âlemin uçarak geçtiği yerlerde düşe-kalka yürüdüğümüz açık; gel gör ki, sürekli Süleyman tahtının vârisi olduğumuz iddiasındayız..
ve henüz kendi ses ve şivemizi belirleyememişken dünyaya bir şeyler anlatma peşindeyiz.
Çoğumuz itibarıyla, iş ve beceri adına birer amelmanda ve zamanzede olduğumuzda şüphe yok; ne var ki, gürültümüzle yeri-göğü inletiyoruz.
Hele bir tür hamâset destanlarımız var ki hepsi de “Şehname” edalı.
Hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermedeki cedel ve diyalektik kabiliyetimize diyecek söz bulamıyorum.
Bu donanımla (!) hedef seçtiğimiz ve infazına karar verdiğimiz mazlumların Allah yardımcısı olsun.
Çoğumuz birer gösteriş budalası..
her işimizde riya diz boyu;
şöhret hissi ve fâikiyet iddiası ise ondan da aşkın..
sürekli içimizde köpürüp duran bencillik duygusuyla, karşı taraf dediğimiz kimseleri âdeta birer kapıkulu gibi görüyoruz.
Halkın yüzde sekseni için takdir ettiğimiz seviye ve konum, en katı kast sistemlerinde henüz adı konmamış bir bayağılığa eş.
Ötekiler dediğimiz bu unvanzedelerin en küçük kusurlarını bahane ederek saç ve sakallarını yolup önlerine döküyoruz.
Tabiî kendimize gelince daha farklı davranıyor ve levsiyât içinde yüzdüğümüz durumlarda bile burnumuzdan kıl aldırmıyoruz.
Bazen unutuyoruz insan olduğumuzu, çamurdan, balçıktan yaratıldığımızı!
Aşkın birer varlık gibi görüyoruz kendimizi; görüyor da yere-göğe sığmayan bir teâzum duygusuyla en olmaz beklentilere giriyor ve en erişilmez pâyeler arkasına düşüyoruz;
umduklarımızı elde edemeyince de hezeyanla köpürüyor ve etrafımızı yakıp yıkıyoruz.
Bazen daha da ileriye giderek, bize ait olmayan işlerde bile şöyle böyle bir kısım irtibat noktaları bularak herkesten alkış bekliyoruz..
dahası yüzümüze, gözümüze bulaştırdığımız işlerde –buna falsolarda da diyebiliriz– bile bir kısım demagojilerle kendimizi aklamaya çalışıyor ve âdeta mutlak masumiyet iddiasında bulunuyoruz.
Yıllar var, bir türlü sâlim aklın gereklerini yerine getiremiyor,
iradelerimizin hakkını veremiyor ve hep hata üstüne hatalara giriyoruz.
Hırçınlıkla oturup kalkıyor, kinle nefretle gürlüyor, kaba kuvvetle herkesi sindirmeye çalışıyor; sindirilmeyenleri de potansiyel suçlu sayıyor ve ademe mahkum ediyoruz.
Yok insanlara şefkatimiz..
habersiziz diyalogdan ve hoşgörüden..
saygılı olamıyoruz farklı düşünce ve farklı anlayışlara.
Sürekli nefsanîliklerimizin arkasından koşuyor ve herkese çifte ve tekme savuruyoruz.
Bugüne kadar bir sevgi dili oluşturarak veya bularak kendimizi bu dille ifade etmeyi hiç düşünmedik;
bazılarımız itibarıyla düşünsek de, onu da yüzümüze-gözümüze bulaştırdık!
Ne olurdu sanki, bir kere de düşünce, söz ve beyanlarımızı vicdanlarımızın kadirşinas imbiklerinden geçirerek
“biraz daha nezaket” deyip,
o kaba tavır ve davranışlardan sıyrılıp ince ve imrendirici olabilseydik!.
Ve “onurumuz, gururumuz” dediğimiz aynı anda, başkalarının da bu tür şeyleri mırıldandıklarını/mırıldanacaklarını kulak ardı etmeseydik!..
Ne olurdu, makam, mansıp, nâm u nişan ve menfaat kaygısına düşmeden her zaman insanî ufkumuzu koruyarak bir kere daha meleklere “ لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا ” dedirtebilseydik;
dedirtip yaratılışımızdaki farklılığı tavır ve davranışlarımızla ortaya koyarak o muhteşem donanımımızın gereğini yerine getirebilseydik!
Heyhât ki, bunların hiçbirini yerine getiremedik ve bir türlü kendimiz olamadık;
olamadık da hep beden ve cismaniyetimize yenik düştük.
Öyle ki, köpürüp duran hevâ ve heveslerimizle şeytanları sevindirsek de ruhanîleri sürekli küstürdük.
İhtimal, şimdilerde bu hâlimize muttali olan hasımlarımız bize bakıp bakıp bayram ediyor ve perişaniyetimizi gören ehl-i iman da için için inkisarlar yaşıyor..
nasıl olmasın ki, bugün büyük ölçüde hak yolunda görünenlerde bile hakperestlik hissi sönmüş gibi.
Çoklarımızda korkunç bir hissizlik ve hareketsizlik nümâyân.. toplumca ciddi bir heyecan yorgunluğu içindeyiz..
farklı bir görüntü sergileyenlerin heyecanı da nefsin güdümünde olma gibi farklı bir gâilenin riskleriyle mâlul..
pek çok kimse me’yus ve gelip ruhlarına çarpan bir sur sesiyle sarsık..
bunların ümit ufukları da kıyamet emareleriyle toz duman...
Seherler, inayet çağrısıyla gürleyecek diller bekliyor;
ama bütün diller suskun.
Gökler, gözyaşlarından oluşacak bulut intizârı içinde, ancak o hususta da bir kuraklık yaşıyoruz ki, sorma gitsin..
çoğumuz, fırtınalara maruz çer çöp misali sağa-sola savrulup duruyoruz ve şirazesi kopmuş bir kitabın eczası gibi darmadağınık ve pâyimâliz.
Bilmem ki bu kırılıp dökülmeden yakın bir zamanda kurtulabilecek miyiz; kurtulup bir kere daha ruhumuzun sesini feleklere duyurabilecek miyiz?!.
Âh bir bilsem, ne zaman Allah karşısında yeniden yerimizi, konumumuzu kavrayarak
“Yâ Hay” deyip dirileceğiz! Aslında O’nun kapısına yönelmeden hakiki varlığa erilemeyeceği de açıktır.
Evet, Allah’a dayanmadan, sa’ye sarılmadan ve iradenin hakkı verilmeden dirilmek imkânsızdır.
Sineler O’na yönelmeli, diller
O’nu anmalı, gözyaşları ceyhun olup akmalı ki,
hazan bahara dönüşsün
ve
beklenen umumî diriliş de gerçekleşsin...
sızıntı