Yirminci yüzyılın en güçlü kalemlerinden ve absürd tiyatronun önde gelenlerinden biri olan Samuel Beckett 13 Nisan 1906’da İrlanda’da Dublin’de doğdu. İyi halli bir Protestan ailenin ikinci çocuğu olan Beckett, annesinin koyu dindarlığının yarattığı havanın ve babasının uzun yürüyüşler yapmaktan aldığı zevkin etkisinde kaldığı, mutlu bir çocukluk geçirdi. Annesinin dindarlığından ona sadece, tedirginlik ve doğaüstü olayları sorgulama eğilimi kalmıştı. Ama Beckett, dini sadece can sıkıntısı veren bir şey olarak görüyordu.
Kuzey İrlanda’da bulunan Enniskillen’de Portora Royal School’a ve Dublin’de bulunan Trinity College’e gitti. 1928-1930 yılları arasında Paris’te, Ecole Normale Superieure’ da konferanslar verdi. Bu dönemde çalışmalarına büyük etkisi olan yazar James Joyce’la arkadaş oldu. 1930’da M.A. derecesini tamamlamak ve Trinity College’de Fransızca ders vermek için Dublin’e dönen Beckett’a akademi hayatı çekici gelmez ve 1931’de buradan ayrılır. 1936’da bir yıl boyunca Almanya’yı gezdikten sonra 1937’de Paris’e yerleşir. 1940’ta Naziler Paris’i işgal edince Fransız direnişçilere katılır, ancak 1942’de Fransa’nın güneyine gidip savaşın geri kalanını Rousillon da geçirir ve burada Watt romanını yazar.
Almanlara karşı verdiği mücadeleden dolayı 1945’te iki ödül alır. Savaştan sonra Paris’e dönüp Fransızca yazmaya başlayan Beckett bu dönemde Molloy (1947), Malone Ölüyor (1948), Adlandırılamayan (1950), Özgürlük, Godot’yu Beklerken (1949) kitaplarını bitirir. Diğer Eserleri Aşksız İlişkiler Dört Dublinli Hiç İçin Metinler ve Uzun Öyküler İmge Mercier ile Camier Murphy Oyunları arasında: Oyunun Sonu (1957) Son Band (1959) Neşeli Günler(1961) Oyun (1964) Ben değil(1973) O an(1976) ve Tüm Düşenler (1976) vardır. Samuel Beckett 1969’da edebiyat dalında Nobel ödülünü almıştır.
Gittikçe sonlaşan, içi boşalan yaşamın ve insan varlığının sıfırlaşma sürecini oyunlarıyla özdeş kılan Beckett, bu süreç doğrultusunda dili bir hiçleşme aracı (metafizik palyaçolar olan), oyun kişilerini de bu hiçleşmenin birimleri olarak kullanır; böylece, hiçliğin kavranışlarıyla başlayan indirgeme, tüm nesnellik ve fiziksel varlık yok oluncaya kadar sürer ('Soluk' adlı oyununda olduğu gibi, doğan bir çocuğun çığlığı ile ölmek üzere olan bir adamın son nefesini kapsayan 35 saniyelik bir oyundur, ya da giderek "Ben Değil" de olduğu gibi, sadece içinden sözcük kırıntılarının zar zor döküldüğü bir ağızdır.)
"Mutsuzluktan daha hoş bir şey olamaz" sözünde özetlenebilecek olan Beckett'ın kapkara gülmecesi, çağdaş tragikomedyanın salt mutlaklaşmış biçimidir. (Rober Blin tarafından uzmanca sahnelenmiş olan) Beckett'ın oyunları, modern tiyatroyu anlayış olarak derinden etkilemiş ve her zaman özgünlüklerini korumuşlardır.
GODOT'YU BEKLERKEN
Samuel Beckett'ın en çok tanınan eseridir Godot'yu Beklerken. Gülünçlük ve tekrar üzerine temellenen ve absürd tiyatronun şaheseri olarak kabul edilen bu oyun, dünyaya ve insana ilişkin geleneksel ve yaygın kabulleri derinden sarsar. Aristoteles'ten beri tiyatroya egemen olan kuralların, bu oyun için hiçbir geçerliği yoktur. Herhangi bir olayın dile getirilmesi, aksiyonun yükselmesi, alçalması ve çözüm noktasına ulaşması söz konusu değildir. Çünkü bu oyunda, bir olayın hikayesi yer almaz.
Hiçbir yere götürmeyen bir yolun kenarında, yaprakları dökülmüş bir ağacın altında, yarı berduş yarı palyaço iki acayip insan, yani Vladimir ve Estragon, hiçbir zaman gelmeyecek olan Godot'yu beklerler. Birinci ve daha sonra ikinci perdede bir çocuk onlara Didi ve Gogo'nun (kendilerini böyle adlandırmaktadırlar) ertesi güne kadar beklemeleri gerektiğini belirten bir mektup getirir. Ama beklenen gerçekleşmez ve birbirlerine, efendi ile köle arasındaki şiddet ilişkisiyle bağlamış iki garip ve beklenmeyen kişi, yani Pozzo ile Lucky ortaya çıkar. Bu kişiler ikinci perdede görüldüklerinde, zamanın gaddar akışıyla düşkünleşmiş ve yaşlanmış haldedirler. Efendi kör, köle de dilsiz olmuştur. Vladimir ve Estragon ise değişmemiştir. Onlar bir şiddet ve egemenlik ilişkisiyle birbirlerine bağlı değildir ve sadece birlikte beklemek olan kaderlerini kabul etmişlerdir.
Oyunda tek tük aksiyona da rastlanır; kişiler ayakkabılarla ve şapkalarla oynar veya intihar etmeye çalışırlar. Ama hiçbir şey değişikliğe uğramadan kendini benzeyen bir günün sonu gelmezliğini ortadan kaldıramaz. Pozzo "bir gün doğduk ve bir gün öleceğiz; bu aynı andır" der. Seyirci belki de Tanrı'nın son imgesi, ulaşılabilir bir gerçeklik mi, yoksa onların hayal gücünün bir ürünü mü olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektir.