Yıl: 1999 - Ay: Mayıs
İhrâma bürünmüş Arafat vakfesine hazırlanırken acı bir
telefon ve buruk bir ifâde ile mübârek evlâdımız Hâfız
Emin'in Kafkas eteklerinde hizmete koşuştururken bir kazâda
şehîd olduğu haberini aldık.
Bu haber ile üzerimizdeki ihrâm, istikbal libâsımız olan
kefeni daha da mânâlandırdı.
Hâfız Emin evlâdımız,
ebedî yolculuğun libası; biz ise,
onun dünyâdaki benzerinin içinde idik.
Tabî onun giydiği beyazlar, ayrı beyazlıklardı.
Sanki sonsuza ayna tutuyordu.
O anda bu mübârek evlâdı,
Kafkas dağlarından Arafat'a hacı olmaya çıkan
kâfilelere tahassürünü ifâde için ayağa kalkmış gibi
hissettim.
Beyaz kefeni, gözümün önünde ilâhî emirle gelen ölüm
meleğine çekilmiş âdetâ bir teslîm bayrağı gibi önce net bir
sûrette tecessüm etti,
ardından ufku kaplayan kül renkli bulutlara sarıldı ve Arafat
semâlarında kayboldu.
Sanki o, büründüğü kefenle aramızdaki uzun mesâfeyi
katetmiş, vakfeye durmuş ve "elvedâ" deyip süzülerek
önümdeki ihrâmlı kalabalığa karışmıştı.
Duâsı yapılan 160 hatm-i şerîfden ona hisse ayrıldı.
Nemli gözlerde ve gönüllerde mekân buldu.
O, Denizli'de doğdu.
Hâfız oldu. O, farklı bir hâfız, yaşayan ve gönül iklîminde
kâmil bir mü'min olarak yetişti.
İlâhiyat tahsîlini Bursa'da ikmâl ederken mânevî hizmette
de yerini aldı. Emîr Buhârî -kuddise sirruh-,
Muhammed Üftâde -kuddise sirruh-,
Sultan Murâd Han ve emsâllerinin rûhâniyeti,
kendisini sonsuz ufukların seyyahı etti.
Bir heyecan ve gönül insanı oldu.
O, Hakk rızâsı yolundaki hizmetine titizlik gösterir,
itinâ ederdi.
Tasarruf edip infâk etmekten haz duyardı.
Mânevî hizmeti madde ile zedelenmesin endîşesi ile kifâyet miktarı ile geçinirdi.
En meşakkatli hizmetleri tercih eder,
en zor vazîfelerin dahî dâimâ gönüllü bir neferi olurdu.
Asîl rûhu ile o, kahır tecellîlerinin galip göründüğü
günümüzde tabîattaki milyonlarca çakıl taşı arasında
barınan müstesnâ bir mücevherdi.
Rûhunun vecdini binlerce kilometre ötelere taşımağa çalıştı.
Kafkas eteklerindeki Aliabad reyonunun Mus'ab'ı oldu.
Mus'ab'ın hicretten evvel Medîne'de hazırladığı tevhîd ve
îmân zemînini o da orada hazırlıyordu.
O da, Mus'ab gibi olarak orada şehâdetin yüce rütbesine
nâil olacaktı.
Bu şehâdet gününün Arafat gününe isâbet etmesi de,
ayrı bir mânâ, ayrı bir güzellik oldu_ Sanki onun rûhâniyet
ve temizliğinin bir tecessümü böylece zuhûr etti...
Gufrân saati olan bu saatte gelen haberi onu üstüste çakılmış
iki gölge gibi milyonla hacının hüviyeti içinde Arafat'a
taşıdı.
Ve o böylece (=Rabbine dön!) emrini, milyonla kula nasîb
olan gufrân müjdesine dâhil olarak aldı.
En azından biz, onu, gönlümüzden ve gözümüzün önünden
silinmeyen hayâliyle Arafat'a taşıdık.
Orada beraber olduk.
Şehîdlik, zâhirde dünyâ nîmetlerinin en değerlisi olan
hayâtın Allâh yolunda fedâ edilmesidir.
Ancak sadece zâhirî hayâtı fedâ etmek şeklinde anlaşılan
şehîdliğin bir diğer yönü de, vücud hayatiyetini devam
ettirdiği halde dahî onun mânen aşılması, zâhirî benliğin
âdetâ yok edilmesi ve ruhen Rabbe ulaşılmasıdır.
Bu iki vasfı birleştirebilmek ise, ayrı bir nîmet ve ulvî bir
mertebedir.
Hâfız Emin de, işte bu iki nîmet ve mertebeye nâil olarak
Rabbine kavuşan bahtiyarlar kervanına katıldı.
Çünkü o, yaşıyorken de âdetâ -kendi idrâkine nakşedilmiş bir
namzedlik hâlinde- şehîddi:
Nitekim "Hizmet" adlı şiirinde: diyordu.
Onun bu mısrâı, âdetâ ilâhî kaderin keşfi gibiydi.
Nihâyet o, şehîdler, yâni ne katıldı.
Ebû Eyyûb el-Ensârî, i'lâ-yı kelimetullâh heyecanı ile 80
yaşını geçmiş olduğu halde iki sefer İstanbul fütûhâtına
iştirâk etmişti.
Vefât ederken:
"-Benim kabrimi adımınızı attığınız son noktaya gömün ki,
benden sonra gelen İslâm askerleri daha ötelere gitsin!"
diyerek cesedi ile de hedef gösteriyordu.
Hâfız Emin de, sanki rûhâniyetin gölgelediği kabrinde
haleflerine îmân heyecanı dolu mücâdelesini telkîn ediyordu.
Hâl lisanı ile:
"-Ben dînimin güzelliklerini ve seâdetini buraya kadar
taşıdım. Siz de bu tevhîd hizmetinde yarışın!
Bu ezanlar ve Kur'ân sadâlarını ötelere taşıyın!
Bu yolda fânî vücûdunuzu Hakk'a adayarak Rabbe râm
olun!" diyordu.
Hakk yolunda gerçek zaferler ve onların neticesi olan büyük
ilâhî mükâfatlar, ancak maldan ve candan vazgeçenlere
âiddir.
"Malları ve canları ile cenneti satın aldılar_"
(et-Tevbe, 111) buyuruluyor.
Hâfız Emin de, bu şekilde cenneti satın alan bahtiyarlardan
oldu inşâallâh.
Aliabad halkı:
"-Bu bizim; o, bize âid!
Cesed-i fânîsi burada gömülsün; bize azîz bir hâtırâ olsun!
Rûhu da zâten gönlümüzde ebediyyen yaşayacaktır_" dediler.
Geçen sene Aliabad'a gittiğimizde doğup bir müddet sonra
vefât eden oğlu da oraya gömülmüştü.
Hâfız Emin:
"-Hocam biz buraya bir hâtırâ bıraktık.
Biz de artık herhalde buralıyız!" demişti.
Bu da âdetâ ilâhî kaderin değişik bir keşfiydi.
şimdi o, dünyâda sevgisine doyamadığı yegâne evlâdı ile kabir kundağında kucak kucağa_
O, Azerbaycan'ın toprağına, yeniden filiz veren i'lâ-yı
kelimetullâh rûhunun ebedî bir hâtırâsı olarak emânet oldu.
Sonra gelen haleflerinin gönlünde mekân tuttu.
Ömrü uzadı. Elbette ki asıl hayat, gönüllerde yaşamaktır.
Gönüllerde mekân tutanlar, Mus'ab gibi ebedî yaşarlar.
Bu şekilde onlar, berzahtaki âlemleri ile de gönül ufkunda
devam ederler.
Sanki şâir, şu içli, duygulu mısraları ile onun hayatını
hulâsa etmektedir:
Seni annen doğurup attığı gün dünyâya ağlıyordun,
Bütün âlem gülüyordu bir yanda_
Öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin,
Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân ardında!..
Ey Hâfız Emin!
Ebedî yolculuğun,
bir Cum'a seherinde hizmet aşkı ile koştururken oldu.
Bu, kahramanca ve yiğitce ölümü karşılamaktı.
Muhakkak ki, göğsün Kur'ân, kalbin îmânla doluydu,
dudaklarında Rabbin zikri vardı.
Vuslatın mübârek olsun!
Ey seher rüzgârı!
Sen Kafkas eteklerinde göğsü îmân ve
Kur'ân dolu, rûhu alev alev yanan o sevdâlı gönle bizden selâm götür!
Muhterem babasına, annesine,
kardeşlerine, sâlihât-ı nisvândan olan fedâkâr ve çile
arkadaşı zevcesine ve vefâkâr arkadaşlarına sabır ve ecir
diler, kendisiyle de ilâhî rahmetin tecellîsi ile Dâru's-
Selâm'da buluşmayı niyâz ederiz.
Muazzez rûhunun şâd olması için üç ihlâs-ı şerîf, bir fâtiha-i şerîfe_
Rahmetullâhi Aleyh!
9 Zilhicce, Arafat 1919 / MEKKE
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi