83 yıllık hayatını İslam’a adayan Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, vefat yıldönümünde anılıyor.
Uzun yıllar vaaz verdiği İskender Paşa Camii"nde birçok kesimden on binlerce insanı irşad eden Zahit Kotku Hazretleri, yazılı türde pek çok eser bırakırken yetiştirdiği insanlarla öne çıktı.
Zahit Kotku, başta merhum Mahmud Es"ad Coşan Hocaefendi olmak üzere Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Korkut Özal, Cevat Ayhan gibi isimlerin hocası olarak hatırlanıyor.
Üstün ahlak ve faziletiyle hatırlanan Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, vefatının 30. yıldönümünde dualarla yâdediliyor. Birçok alandaki hizmetleri neticesinde "Görünmeyen Üniversite" olarak bilinen Kotku Hazretleri, vefatının 30. yıldönümünde rahmetle anılıyor.
1897 yılında Kafkasya göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Mehmet Zahid Efendi Bursa"da doğdu. İlk tahsilini Bursa Oruçbey İbtidaîsi"nde tamamlayan Mehmet Zâhid Efendi daha sonra orta öğrenimi Maksem İdadîsi ve Bursa Sanayi-i Nefîse Mektebi"nde tamamladı.
O yıllarda patlak veren Birinci Dünya Savaşı sebebiyle askerliğe çağrılan Zahit Efendi, uzun yıllar askerlik yaptı.
Bugün İskender Paşa Dergâhı olarak bilinen Gümüşhanevi Dergâhı ile askerlik görevi sırasında İstanbul"da tanışan Mehmet Zahit Kotku, o yıllarda Dağıstanlı Şeyh Ömer Ziyaeddin Efendi"ye talebe oldu. Ramuz el-Ehadîs ve Hizb-i Azam, gibi kitapları okutmak üzere diploma alan Mehmet Zahit Kotku Hazretleri aynı zamanda Beyazıt, Fatih ve Ayasofya Camii ve medreselerindeki derslere devam etti.
DERGAHLAR KAPATILINCA İSTANBUL"DAN GİTTİ
30 Kasım 1925"te çıkan yasayla birlikte tekke ve zaviyelerin kapatılmasının ardından İstanbul"dan ayrılarak Bursa"ya dönen Mehmet Zahit Kotku Hazretleri 15 yıl kadar imamlık yaptı.
Eski dergah arkadaşı Abdülaziz Bekkine"nin vefatının ardından tekrar İstanbul"a dönen Zahit Kotku Hazretleri, Fatih Zeyrek"te bazı camilerde imamlık yaptı. Ardından 1958 yılında İskender Paşa Camii imam hatipliğine tayin oldu.
Hayatı boyunca etrafında toplananlara vâz ve nasihat ederek yol göstermeye çalışan Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, uzunca bir müddet Pazar günleri ikindi namazının ardından hadis dersleri yaptı.
Ömrünün son yıllarında şiddetli rahatsızlıklar geçiren Zahit Kotku Hazretleri Hicaz"a gitti. Kutsal topraklarda rahatsızlığı iyice artan Zahit Kotku Hazretleri ağır hasta olarak 1980 yılının Şubat ayında dönmek zorunda kaldı.
Ağır hastalığına rağmen Ramazan ayında oruçlarını aksatmadan tutan Zahit Kotku Hazretleri, 13 Kasım 1980 tarihinde Hakk"a irtihal eyledi. Hocaefendi"nin cenazesinde büyük bir insan seli yaşanmış, cenaze, kılınan namazın ardından Süleymaniye Camii Haziresi"ne kendisinden feyz aldığı hocalarının yanına defnedilmişti.
HOCALARIN HOCASI
Bugün akademiye yıllarını vermiş isimler için kullanılan "hocaların hocası" tabiri Mehmet Zâhit Kotku"nun en çok bilinen sıfatlarından biri olarak kayda geçti.
Yazılı türde pek çok eser bırakan Zahit Kotku Hazretleri, özellikle de yetiştirdiği insanlarla öne çıktı. Zahit Kotku, başta merhum Mahmud Es"ad Coşan Hocaefendi olmak üzere Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Korkut Özal, Cevat Ayhan gibi isimlerin hocası olarak hatırlanıyor.
MÜSLÜMANLARIN BİRLİĞİ İÇİN ÇALIŞTI
İskender Paşa Camii"ndeki görevi sırasında cemaatin ihtiyaçlarının giderilmesinin yanı sıra Müslümanların birlik ve beraberlik içinde bulunmaları gerektiğine dikkat çeken Kotku Hazretleri "Görmez misin ki, yağmur ne kadar çok yağarsa yağsın, tânecikleri hemen birleşir, toplanırlar. Derken dereler, nehirler meydana gelir.
Neticede bunlar barajları doldurur. Bu ne büyük bahtiyarlıktır. Bundan ibret almalı, birlik ve beraberliğimizi temine çalışmalıyız. Tek tek hareket edersek, hepimiz helâk oluruz.
Ne kadar dindâr olursan ol, birlik ve beraberliği her işin üstünde tutmadıkça, herkes kendi başına buyruk hareket ettikçe bir yere varılmaz" diyordu.
Müslümanların içine kapanık bir hayat sürmemesi gerektiği düşüncesinde olan Hocaefendi, bu gayeyle kurumsallaşmaya büyük önem verdi.
Türk siyasi hayatında Müslümanların ilk olarak temsil edildiği parti olması bakımından büyük önem taşıyan Milli Nizam Partisi"ne desteklerini esirgemeyen Zahit Kotku Hazretleri, üniversite camiasından da çok sayıda insanı yetiştirerek ülkeye büyük hizmetlerde bulundu.
Cevat Akşit, Mehmed Zahid Kotku Hazretlerini anlatıyor
Hocaefendi'yi Zeyrek'teki Ümmügülsüm Camii'ne müezzin olarak tayin edildiğimde, (1956) tanıdım. Hocam sanki güneş gibi parlıyordu. Elini öptüm. Hocaefendi bir daha elimi bırakmadı. "Sağda-solda dolaşma. Seni bana emanet ettiler" dedi.
Bugün Mehmed Zahid Kotku Hazretlerinin vefatının 30. yılı. O'nu rahmetle anıyor ve hasretle arıyoruz. Aralarında Cumhurbaşkanı, Başbakanlar, bakanlar, üniversite profesörleri gibi Türkiye'nin kalkınmasında emeği geçen insanları yetiştiren ve "Görünmeyen Üniversite" olarak isimlendirilen Mehmed Zahid Kotku hazretlerini anlatan ve O'nun icazetli talebesi olan Prof. Dr. Cevat Akşit diyor ki:
"Benim babam vefat etmişti, Onun da iki kızı var, bir oğlu yoktu. Hocaefendi'nin hem müezzini, hem de manevi oğlu oldum. O'nu dinledim ve hep kazandım."
Denizli Yatağan'da 1000 kişiye ders veren müderris dedesinin el yazması tasavvufi notlarını sadeleştirirken ziyaret ettiğimiz ekranların sevilen Hocası Prof. Dr. Cevat Akşit, Fatih Zeyrek'te Ümmügülsüm Camii'nde müezzin olarak tanıdığı hocası Mehmed Zahid Koktu hazretlerini şöyle anlatıyor:
"Hocamın ismi Mehmed Zâhid, soyismi Kotku idi. Babası ona: "Oğlum Mehemmed!" diye hitap edermiş. Soyadının "mütevâzi" manasına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş. Hocam, 1897 yılında Bursa'da, kale içinde, Türkmenzâde Çıkmazı'ndaki baba evinde dünyaya gelmiş.
Babası İbrahim Efendi ile annesi Sabire Hanım, Bursa'ya Kafkasya'dan hicret eden Müslümanlardan. Babası, Hamza Bey Medresesi'nde okumuş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Peygamber Efendimizin sülâlesinden bir Seyyid'dir; 1929'da 76 yaşında Bursa'nın İzvat Köyü'nde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş. Annesi Sabire Hanım, hocam 3 yaşında iken vefat etmiş.
Birinci dünya harbinde yıllarca askerlik
Hocaefendi ilk mektebi Oruç Bey İbtidaisinde okuyor, Maksem'deki İdadiye devam ediyor. Sonra Bursa Sanat Mektebi'ne giriyor. Bu esnada Birinci Cihan Harbi patlıyor ve 18 yaşında askere çağrılıyor.
Çeşitli cephelerde senelerce çarpışıyor. Harpte çok tehlikeli günler yaşıyor ve hastalıklar atlatıyor. Ordunun Suriye'den çekilmesinden sonra, İstanbul'a dönüyor ve İstanbul'da yazıcı olarak vazifeye devam ediyor.
Ayasofya'dan Gümüşhanevi dergahına...
Dedesi ve babası tasavvuf ehli. Hocaefendi, bir Cuma Ayasofya camii'nde namazı edadan sonra, Gümüşhanevi Tekkesi'ne gidiyor. Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi'ye intisâb ediyor.
Onun vefatından sonra Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi'den manevi tahsile devam ediyor. 27 yaşında icazetnâme alıyor. Bu arada hafızlığını tamamlıyor. Hocasının işaretiyle kasaba ve köylerde dini hizmete başlıyor. Tekkeler kapatılınca, Bursa'ya dönüyor ve evleniyor.
1929'da vefat eden babasının yerine Bursa'nın İzvat köyünde 15-16 sene kadar imamlıktan sonra Üftade Cami-i Şerifi'nin imam-hatipliğine tayin ediliyor. Şehirde hisar içindeki baba evine yerleşiyor. Burada 1946'dan 1952'ye kadar hizmet ediyor.
1952'nin Aralık ayında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine'nin vefatı üzerine, İstanbul'a tayin ediliyor. Fatih-Zeyrek'te Ümmü Gülsüm Mescidi'nde vazifeye başlıyor.
Hocaefendi'yi Zeyrek'teki Ümmügülsüm camiine müezzin olarak tayin edildiğimde, (1956) tanıdım. Hocam sanki güneş gibi parlıyordu. Elini öptüm.
Hocaefendi bir daha elimi bırakmadı. "Sağda-solda dolaşma. Seni bana emanet ettiler" dedi. Artık Hocaefendi benim manevi babamdı. Ben de onun manevi oğluydum.
Benim babam vefat etmiş, Hocaefendi'nin de oğlu yoktu. Valide hanımın bana çok emeği geçti. Çamaşırımı yıkadı, yemeğimi pişirdi. Gelen misafirlere sofra kurulacaksa ben kurardım.
Çarşı pazara ben giderdim. 1958'de Hocaefendi Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi'ne tayin edildi ve vefatına kadar bu vazifede kaldı. Ben de Hocaefendi'nin yerine Ümmügülsüm Camii'ne imam tayin edildim.
40 kişiye bir karpuz
Bursa'da Zühtü efendi vardı. Hocaefendi ile O'nun misafiri olduk. Hocaefendi sevdiği için bir tane de karpuz aldım. Hanıma, "Bunu doğra ve servis yap" dedim. Hanım bana bir çıkıştı ki: "Efendi sen deli misin? Bu bir tane karpuz kime yetecek? Oda misafir doldu" dedi.
Gerçekten odaya girdim ki oturacak yer yok. Dört tane sofra kurduk. Her sofraya bir tabak karpuz koydum. Bir tabakta da Hocaefendi'ye sundum. O bir parça karpuz aldı ve bana "Mustafa bu tabaktakileri, diğer tabaklara böl. Ben fazla yemeyeceğim" dedi.
Ben de emrini yerine getirdim. Sonra hanıma dedim ki: "Seni görüyor musun, seni, Hocaefendi belki de senin sesini duydu da karpuz yemedi." Hanım dedi ki: "Mümkün değil. Çünkü mutfakla salon arasında tam 3 tane oda vardı."
Bu milletin mayası Müslüman
Biz Hocaefendi'nin de himmetiyle Sakarya üniversitesindeyiz. Ben Ticaret Hukuku Doçentiyim. Okulda ders anlatırken Allah bile demiyoruz. Yalnız biz namaz kılınca, üniversitenin büyük mescidi her vakit 3 defa dolup boşalıyor. Bütün öğrenciler, hocalar namaz kılıyor diye namaz kılıyorlar.
Bu milletin mayası Müslüman. Üniversitenin bahçesinde bir tane oğlanla kızı el ele dolaşırken göremezsiniz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de o zaman bizim üniversitede Doçent.
Birgün Hocaefendi beni İstanbul'a çağırdı."Gel, beni Adapazarı'na götür" dedi. Daveti alır almaz İstanbul'a geldim. Sabah namazını İskenderpaşa Camii'nde kıldık.
Eve gittik. Hocaefendi, valide hanım ve ben. Kahvaltı yapıyoruz. Hocaefendi ile aramızda bir sehpa var. Hoca efendi "Ye Mustafa" diye kaşıkla yemek uzatıyor, ben yiyorum. Hocaefendi gözümün içine baktı ve: "Bursa'ya gitsek ne dersin?" dedi. "Emredersiniz" dedim.
Hocaefendiye itiraz edince...
Yine böyle bir bayram öncesi İstanbul'a geldim. Hocaefendi'nin elini öptüm. "Denizli'ye gideceğim" dedim "Gidecek misin?" dedi. "Gideceğim" dedim. Bir defa daha sordu.
Üçüncüde de aynı cevabı verince Hocaefendi "Git bakalım" dedi ama bu sefer soğuk bir sesle. "İzin verirseniz, gideceğim" demiyorum. Çocuklar arabada beni bekliyor. Yola çıktık.
Görüş mesafesi 2 metre. Öyle bir sis var. Eskişehir'e varmadan önce benim farlar söndü. Olsun, sis lambalarıyla idare eder gideriz dedim. Bu sefer. Lastik "fıssss" etti. Mevsim kış. Çocuklar perişan. "Bu ne iştir?" O zaman Hocaefendi'nin "Git bakalım" sözünü bir daha duydum.
"Ben şu camiye gideceğim" dedim. Gittim. İmam hazırlıksız çıkmış. Vaaz ediyor ama cemaat uyuyor. Neyse geldi sarıkla cüppeyi bana verdi. Bayram namazını kıldırdım. Hutbeye çıktım. Cemaat canavar gibi. Herkes uyandı. Birbuçuk saat hutbe okudum.
Hutbeden sonra beni bırakmak istemediler. Yolda çocukların olduğunu, arabamın lastiğinin patladığını, farlarının söndüğünü söyledim. "Biz yaparız" dediler. Bir Almancı beni evine götürdü. Sonra arabayı yapmışlar. Çocukları da getirdiler. Orada Bayram yemeği yedik. Tekrar yola çıktık. İkindi vakti Denizli'ye vardık.
En çok sevdiği ilahi
Ey Risalet Tahtının Hurşid-i Mah-ı Enveri
Ey Risalet Tahtının Hurşid-i Mah-ı Enveri
Vey nübüvvet mazharı, ahir zaman Peygamberi
Hak Senin Şanında Levlâk okudu Ya Mustafa
Yani Sensin nur Muhammed Kâinat'ın rehberi
Sure-i Şemsi-d Duha geldi cemalin şanına
Alemi kıldı münevver bu kemalin enveri
Ya Rasulallah şefaat kıl Gazali hasteye
Bir günahkâr ümmetindir, hem kamunun kemteri
Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii'nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kanûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.
İyi bir hattat idi, bana da yazı dersi verdi
Bana yazı dersleri verdi. Hocaefendi aynı zamanda iyi bir hattattı. Hamit Aytaç (hattat) gelmiş de O'nun yanında da yazmış. O'nunla da ortak eserleri vardı. Allah nasip ederse, inşallah bana verdiği yazılarını neşredeceğim. Mesela Hocaefendi bir cümle yazar, "Bunu 20 kere yaz gel" derdi.
Hocaefendi'nin hiçbir yemek seçtiğini hatırlamıyorum. Ne gelirse gelsin, "Yemeğin en güzeli hazır olanıdır" der, besmeleyi çeker, afiyetle yerdi. İtikafa girdiğimiz zaman tuz, su ve hurma ile iftar açardık. Hocaefendi hiç aksatmadan her Ramazan ayında itikafa girerdi.
Ben de dedemin Denizli Yatağan'daki çilehanesinde girerdim. Vefatına yakın 4-5 sene kala izin vermedi. "Hayır buraya geleceksin, burada birlikte itikafa gireceğiz" dedi. İskenderpaşa'ya geldim. Birlikte girdik itikafa.
Anayasa Profesörü ders aldı
Bir gün Hukuk Fakültesi'nden hocam olan Anayasa Profesörü Selçuk Özçelik Hoca'ya Ahmet Davutoğlu Hoca'yı ziyarete gideceğimi söyledim. Özçelik "Ne olur beni de götür. Ben o yiğit insanı çok seviyorum" dedi. Sebebini de şöyle açıkladı:
"Ahmet Davutoğlu Hoca, medeni kanunu eleştirdiği için mahkemelik olmuştu. Zengin Müslümanlar 'Sen hocayı savun, avukatlık paranı biz vereceğiz' dediler. Davaya girdim ki, bakan hakim, benim fakülteden öğrencim. Bana "Hocam sen merak etme.
Davutoğlu hocayı kurtaracağım" dedi. Hoca'ya tam 3 defa, "Yani sen böyle demedin değil mi hocam, böyle diyen insanlar da var" dedi. Fakat Davutoğlu, "Hayır, bu eleştirileri ben söyledim" dedi. Önce Ahmet Davutoğlu'nu ziyaret ettik. Sonra Hocaefendi'ye geldik.
Hocaefendi, devleti, devlet adamlarının adil olması gerektiğini, görevlerini, kuvvetler ayrımını anlatıyor. Selçuk Özçelik, "Hocaefendi'den ders almak istiyorum. Bu meseleleri bizden iyi biliyor" dedi.
Müslümanlar birlik olmalı
İskenderpaşa Camii görünmeyen üniversite olmuştu. Hocaefendi, camide pazar günleri ikindi namazlarını tâkiben devamlı ders verirdi. Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinin derlediği Râmûz el-Ehâdis isimli hadîs-i şerîf kitabını okuyup açıklardı.
Müslümanların birlik ve berâberlik içinde bulunmaları gerektiğini bildirir ve şöyle derdi: "Görmez misin ki, yağmur ne kadar çok yağarsa yağsın, tânecikleri hemen birleşir, toplanırlar.
Derken dereler, nehirler meydana gelir. Netîcede bunlar barajları doldurur. Enerji santrallerini işletir, arâziyi sular, şehirlerin elektriğini temin ederler.
Bu nîmet sâyesinde insanlar rahata kavuşur, işleri kolaylaşır. Bu ne büyük bahtiyarlıktır. Bundan ibret almalı, birlik ve berâberliğimizi temine çalışmalıyız. Tek tek hareket edersek, hepimiz helâk oluruz..."
Davasında samimiydi
Mehmed Zâhid Koktu Hazretleri; güler yüzlü, sevimli bir zât idi. Mütevâzî, azîm sâhibi, hiç kimsenin gönlünü kırmaz, tanıdığına, tanımadığına selâm verir, güler yüz gösterir, gönüllerini alırdı. Hâfızası kuvvetli, konuşması samîmî idi.
Çoğu zaman halk telaffuzu ile konuşur, karşısındakine konuşma fırsatı verir, kimseden bir şey istemezdi. Şeyhliğini ve makâmını büyük bir tevâzû ile gizlerdi. Gece ve gündüz ibâdetlerine riâyet eder, talebelerini de buna teşvik ederdi.
Hayâtı boyunca pekçok talebe yetiştiren Hocaefendi'nin beş ciltlik Tasavvufî Ahlâk adlı eseriyle Duâ Mecmuası, Cennet Yolları ve Müminlere Vaazlar isimli eserleri vardır. Hazırladığı fakat henüz basılmamış olan başka eserleri de vardır.
Sabah namazını kıldıktan sonra İskenderpaşa Camii'nde Esma-ı Hüsna'yı okurduk. Yani Cenab-ı Allah'ı güzel isimleri ile anardık. Zikirsiz sabah yoktu.
Ümmügülsüm Camii'nde de İskenderpaşa Camii'nde de her sabah Esma zikri yapardık. Çünkü Peygamberimiz Efendimiz buyuruyor ki: "Sabah namazını kıldığınız camide işrak vaktine kadar zikirle uğraşırsanız, Hac ve Umre sevabı kazanırsınız"
Hocaefendi, insanları sohbet esnasında eğitirdi. Yani, eğitimde Peygamber Efendimizin metodunu izlerdi... Alemlerin Sevgilisi'nin Medine-i Münevvere'de Ashab-ı Suffa'ya uyguladığı yöntemi... Bu metod, çıkar ve hesabiliğe dayanmayan bir yöntem..
Sevgi ve fedakârlık üzerine kurulmuş bir uygulama. Kendisine gelenlerin sıkıntılarını, büyük küçük bütün problemlerini dinler, kısa, ancak öz tavsiyelerde bulunurdu.
Yakınlarına, talebelerine, dostlarına karşı son derece vefalı idi. Kimsenin kendisine gelmesini beklemez, tersine o yakınlarını arar ve ziyaret ederdi. Hocaefendi'nin kapısı gönlü gibi istisnasız ve protokolsüz herkese sonuna kadar açıktı."
Gönül eğitimine adanmış bir ömür
Hocaefendi'nin 1897'de Bursa'da başlayan ve İstanbul'da son bulan mütevazı hayatı; kitleleri kendine çekmiş, Nazif Gürdoğan'ın dediği gibi başlıbaşına "görünmeyen üniversite" olmuştu.
Mehmet Zahid Kotku Hocafendi'nin, Türkiye'nin siyasi, sosyal ve iktisadi hayatında bıraktığı derin izler ve toplumsal kalkınma için attığı temeller vefatından 21 yıl sonra bile canlılığını koruyor.
Mehmed Zahid Kotku (R.ah) bundan 21 yıl önce 14 Kasım günü, büyük ve hüzünlü bir insan selinin omuzlarında Süleymaniye Camii'ndeki Kanuni Süleyman Türbesi arkasındaki istirahatgâhına defnolunduğunda arkasında ilim adamlarının, bakanların, başbakanların ve cumhurbaşkanlarının çıkacağı bir cemaat bırakmıştı.
O'nun 1897'de Bursa'da başlayan ve İstanbul'da son bulan mütevazı hayatı; kitleleri kendine çekmiş, Prof. Ersin Nazif Gürdoğan'ın dediği gibi başlıbaşına "görünmeyen üniversite" olmuştu.
Mehmet Zahid Kotku Hocafendi'nin, Türkiye'nin siyasi, sosyal ve iktisadi hayatında bıraktığı derin izler ve toplumsal kalkınma için attığı temeller vefatından 21 yıl sonra bile canlılığını koruyor.
Bunun nedeni elbette gıpta edilecek hayatıydı. Hocaefendi, Peygamber'in (s.a.v) hayatını yani sünnetini, yaşamının her alanında uygulamaya çalışmakla başarmıştı bunu...
Kafkasya'dan manevi miras
Ailesi aslen Kafkasyalı olan Hocaefendi'nin babası İbrahim Efendi, 16 yaşındayken Bursa'ya gelmiş, tahsilini Hamza Bey Medresesi'nde yapmış, muhtelif yerlerde imamlık görevlerinde bulunmuş bir seyyiddir.
3 yaşında annesi vefat eden Mehmed Zahid Efendi, ilkokulu Oruç Bey İbtidasi'nde okur, ardından Maksem'deki İdadi'ye devam eder. Bursa Sanat Mektebi'ne girdikten sonra Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla 18 yaşında askere alınır.
Hastalıklar atlattığı uzun ve zorlu yılların ardından, ordunun Suriye'den çekilmesiyle İstanbul'a gelir. Burada askeri şubede yazıcı olarak askerlik vazifesine devam eder...
Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi'nin hayatı, İstanbul'da çeşitli dini toplantılara, derslere, vaazlara devam ettiği yıllarda bir cuma günü Gümüşhaneli Tekkesi'ne gitmesiyle farklı bir seyir izlemeye başlar. Bu onun olgunlaşma döneminin başlangıcıdır.
Tekkenin şeyhi Ömer Ziyaeddin Efendi'ye intisap eden Hocaefendi, onun vefatından sonra da Mustafa Feyzi Efendi'nin yanında gönül ve ilim eğitimini sürdürür.
Bayezit, Fatih ve Ayasofya camii ve medreselerinde derslere devam ederken, hafızlığını da tamamlar ve hocasının isteği ile bazı köy ve kasabalara dînî dersler vermeye gider. Bu görevler sırasında öğrendiklerini tatbik etme ve anlatma fırsatı bulur.
Tekkelerin kapatılmasıyla 25 yıl gibi uzun bir süre İstanbul'dan ayrı kalır Hocaefendi. Bursa'daki köyü İzvat'ta 15 yıl imamlık yaptıktan sonra Üftade Camii'nde göreve başlar ve Bursa'ya yerleşir; tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine Efendi'nin vefatı üzerine İstanbul'a vazifeye çağrılıncaya dek orada görevini sürdürür.
Halkın diliyle konuştu
Bekkine Efendi'nin ardından postnişin olan Hocaefendi, uzun süre Bursa'da görev yaptığı için halkın diliyle konuşuyordu, felsefi konulara girmiyordu. Bu nedenle Abdulaziz Bekkine'nin sohbetlerinin aksine sade ve yalın anlatımı ve taşralı dili, onu tanımayan kuşağı şaşırtıyordu. Hocaefendi'nin aldığı eğitimine rağmen basit, anlaşılır bir halk dili kullanması onun bilinçli tercihinden ve olağanüstü tevazuundan kaynaklanıyordu.
Onun şivesiyle ilgili Mahmud Es'ad Coşan Hocaefendi şöyle diyor:
Anadolu şivesiyle konuşurdu, o da halkın hoşuna giderdi. Tabii, lügat parçalamak, çok edebi konuşmak bir soğukluk meydana getirir. Ama halktan bir insan gibi konuşmak, halkın hoşuna gider. Hocamız da kendisi halktan bir kimse olarak teleffuzunu değiştirmeye kalkışmazdı.
Bir öğrencisinin anlattıkları da Hocaefendi'nin "ben bilmem" deme büyüklüğünü ve ne derece bir tevazuya sahip olduğunu gösteriyor:
Abdulaziz Efendi'nin vefatından birkaç gün sonra, alıştığımız sohbetleri özlemeye başlamıştık. Sohbetler ne zaman başlayacaktı? Gençlere, talebelere, bilhassa bizlere müjde geliyor...
Vedat Özmen Ağabey'in evinde yatsıdan sonra sohbet olacak. Kalabalık değil 5-6 kişi... Uzun bir sessizlik... Hocaefendi koynundan küçük, kırmızı bir not defteri çıkarıyor ve "Sizlere talebe iken aldığım notlardan bazı satırlar okuyayım" diyor....
Abdülaziz Efendi'ye soru sorma alışkanlığımız sebebiyle bir arkadaş, "Efendi Hazretleri, Muhyiddin Arabi Hazretleri'nin vahdet-i vücud nazariyesi ile ilgili..." diyecek oldu.
Hocaefendi, "Evladım, ben bunları bilmem, sen bunları bilenlere sor" deyince, o güne kadar "Ben bilirim"den başka bir şey bilmeyenlerin doldurduğu bu nefsaniyet âleminde ilk defa duyduğum bu tevazu şahikası karsışında yerlerin dibine geçerken, bu sözü söyleyebilmek sultanlığına erişen yeni hocamız gözümde Himalayalar gibi yükseldi.
Terbiye edeceği talebesinin karşısında kendi hayatıyla örnek olarak, "Ben bunu bilmem" diyebilmek büyüklüğünü göstermişti.
'Herşeyimizi teslim edeceğiz'
Hocaefendi, kısa bir süre İstanbul Fatih'teki Ümmü Gülsüm Mescidi'nde görev yaptıktan sonra aynı semtte bulunan İskenderpaşa Camii'ne naklolur ve vefatına kadar orada görev yapar.
Kısa bir sürede kendine has üslubu yankı bulur ve bir mıknatıs gibi, her geçen gün kitleleri kendine çeker. Onun bu sesi yukarda bahsettiğimiz dilindeki "taşralığa" rağmen üniversite öğrencileri ve aydınlar arasında daha çok yankı bulur.
Hatta İslamî hayatı olmayanlar bile sırf meraklarından sohbetlerine gelecek, hayretler içinde kalacaklardır. Hocaefendi'nin yakınında bulunanlardan Av. Merhum Yusuf Türel'in anlattığı hatıratında olduğu gibi:
O zamanki İstanbul Üniversitesi Rektörü Şerif Egeli bir asistanı ile gelmişti. Gelişinin sebebi sırf talebe ve asistanlarının aktardıkları bilgiler sebebiyle bir merak saikasıydı.
Yoksa onun İslamî hayatı çok iyi değildi. Bir namazdan sonra çıkarken ben kulağımla işittim "Biz buraya devam edersek galiba hem doktorluğumuz, hem üniversite rektörlüğümüz uçup gidecek, hepsini buraya teslim edeceğiz" dediğini.
Hocaefendi'yi her nerede görürsek görelim, etrafında kısa bir süre içinde, hemen bir sohbet halkası oluşurdu.
Avukat Yusuf Türel, sohbeti bir eğitim metodu olarak benimseyen Hocaefendi'nin konuşmasının tesirli olduğunu naklediyor: Lüzümlu olmayan yerde konuşmazdı. Konuşunca da sanki ağzından hikmetler dökülüyor durumda olurdu ve çok tesirli olurdu.
Sadece sohbetlerinde kullandığı dili ve sesi kitlelerin ona koşmasının tek sebebi değildi elbette. Görev yaptığı camilerde her pazar ikindi namazının ardından Ramuzü'l-Ehâdis'ten yaptığı hadis sohbetlerinde ve çeşitli zamanlarda yaptığı konuşmalarında insanların iç dünyasına seslenmeyi başarmıştı.
Tanımayanların bile ilk görüşlerinde sevgi ve saygı duyduğu hali, herkese selam vermesi, güleryüz göstermesi ve insanların gönlünü alması her gittiği yerde etrafında bir halka oluşmasına neden oluyordu.
ÖĞRENCİLERİNİ SABIRLA EĞİTİRDİ
Her yönüyle örnek aldığı Peygamberimiz'in ümmetine gösterdiği titizliği ve düşkünlüğü o da öğrencilerine göstermişti. Vefatından sonra yerine bıraktığı Merhum Prof. Mahmud Es'ad Coşan Hocaefendi onun eğitim metoduyla ilgili şu tespitte bulunuyor:
...talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmazdı. Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışır, ilk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi.
Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı. Sadece manevi açıdan öğrencilerini gözetmediğini, zaman zaman elinden geldiği kadar maddi yardımda da bulunduğunu öğrencilerinden Prof. Dr. Orhan Çeker şöyle naklediyor: Talebelerinin maddi ve manevi ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı.
Yine bir sefer İstanbul seferi yapmıştık. Konya'dan gelen arkadaşlarımız arasında para sıkıntısı çekenler vardı, oraya vardık, gerekli ziyaretleri yaptık, İskenderpaşa'da bizi misafir ettiler, o zaman talebelerin kaldığı yerde.
Oranın işleriyle ilgilenenlerden bir tanesi, elinde bir demet parayla içeri girdi. Meğer Hocaefendi merhum bizim sayımızca her birine birer tane verilmek üzere yüzer lira göndermiş ki, o zaman için geliş-gidiş parası zaten 46 liraydı.
Manevi hallerinden hatıralar
Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi'nin kerametleri bir başka deyişle manevi halleri hem öğrencileri hem de Türkiye'nin önde gelen, Celalettin Ökten gibi, aydınları tarafından sık sık anlatılır. İşte bunlardan bazıları:
Yedi yıllık imam hatip okullarının kurucusu olan Celaleddin Ökten Hoca hacca gitmek istiyordu. Aylarca uğraştı, çalmadık kapı bırakmadı fakat bir türlü pasaport alamadı...
Yine bir gün yatsı namazını müteakip Hocaefendi'nin odasında oturduğu yerde uyuklamaya başladı... Hocaefendi Celal Hoca'ya eğilerek ve gülümseyerek "Celal hoca pasaportunu aldın mı?" dedi. Celal Hoca da gülümseyerek, "Aldım efendim" dedi. Zira Celal Hoca o anda rüyasında pasaportunu almıştı. Ertesi gün de Ankara'dan pasaportu geldi.
Bir öğrencisi anlatıyor: Bir defasında camide herkes ayağa kalkmış saygıyla gelişini bekliyordu. Gençliğin verdiği vurdumduymazlıktan olacak, "Bu kadara da ne gerek var?" diye düşünmüştüm. Hocaefendi yerine geçti ve gözümün içine baka baka, "Siz bizi seveceksiniz ki, biz de sizi sevelim" dedi. Çok utanmıştım.
Yukardakine benzer bir olay da Ali Rıza Demircan Hoca'nın başından geçmiş:
Bir gün İskenderpaşa Camii'ne gelmiştim. Henüz Hocaefendi'ye bir gönül bağım yoktu. Süleymaniye Camii imam ve hatibi olmam vesilesiyle gittiğim her yerde bizi imamete geçiriyorlardı.
Böyle olur mülahazasıyla, imamette İnfitar Suresi'ni okumayı planladım. Bu arada Hocaefendi geldi, direkt imamete geçti ve İnfitar Suresi'ni okumaya başladı.
Eski bir brokratın anlattıkları ise Hocaefendi'nin hem dünya görüşünü yansıtması hem de söylenmeden insanların düşündüklerini bilebilmesiyle ilgili ilginç bir hatıra:
"Bir defasında Hocaefendi ile Medine'deyiz... Mescid-i Nebevi'nin önünde bir yerde Hocamız oturuyorlardı. Hocaefendi'nin yanında bir bayan da vardı. Oradan geçen bir Müslüman, sadaka almak için oturmuş ihtiyaç sahibi sanarak Hocaefendimiz'in yanına yaklaşıyorlar.
Hocamız 100 riyali alıyorlar, itiraz etmiyorlar. Yanında bulunan o hanım, "Vah bu da ne biçim Hocaefendi, dilenci gibi para aldı" diye içinden geçirmiş bir insanın ruh haliyle Hocaefendi'ye bakmış. Hocaefendi başını çevirip şöyle kendine has bir bakışla bakmış ve şöyle demiş:
Bilir misin hanım kızım, bu parayı almamda ne hikmetler vardır. Birincisi, eğer almasaydım, bu sadakayı veren adamın kolunu kanadını kırmış olurdum. Bir daha sadaka vereceği zaman gene terslenir miyim diye düşünürdü. İkincisi, ben sadakayı aldım ki, "Ne kadar acizsin! Bak sadaka alacak kadar acizsin diyerek nefsime ders verdim.
YAŞANTISIYLA DA TAM BİR ÖRNEKTİ
Hocaefendi hizmetleri ve sohbetleriyle olduğu kadar yaşantısıyla da insanlara İslamî bir hayatın nasıl olması gerektiğini göstermişti. Ali Ulvi Kurucu, Hocaefendi'nin kendisini en çok etkileyen yönünü şöyle anlatıyor: En tesir eden hali, sünnetleri ihya etmek, Peygamber gibi yaşamak...
Yani hal ve hareketlerini Efendimiz'e uydurmak... Sanki Resulullah'ı görüyor da, o nasıl hareket ediyorsa öyle hareket ediyordu.
Sadece kendisini takip eden talebelerin anlattıkları değil Çarşambalı Ali Haydar Efendi (k.s.) gibi alimlerin söyledikleri de Hocaefendi'nin İslam'ı yaşama noktasında ulaştığı noktayı gösteriyor. Ali Haydar Efendi'nin onunla ilgili kanaati şöyledir:
Hasip Efendi'yi tanırım, büyük zattı. Aziz Efendi'yi de okuduğum bir yazısı ile tanıdım, o da büyük bir insandı. Amma şu Bursalı'yı görüyor musunuz, büyükler büyüğü Gümüşhaneli'nin ta kendisi...
Kalkınmanın öncüsüydü
Hocaefendi "O otomobillerin yerine atölyeler, fabrikalar kurulsa..." diyordu. Otomobiller yerine fabrikalar ve atölyeler...
Bireysel kazanımların toplum için birleştirilmesi ve harcanması yönünde çağrıda bulunuyordu.
'Bu kapının önünde cemaatin dizdiği otomobillerden rahatsız oluyorum, rahatsız oluyorum!...
Yabancı diyarlara ekmek parası için giden işçilerin o diyarlara gitmemesi var iken buna mecbur kılınması beni üzüyor.
O otomobillerin yerine atölyeler, fabrikalar kurulsa ve bu vatandaşlara iş bulunsa, hem onlar İslam diyarında yaşama imkanı bulur hem de biz, yabancıların kölesi olmazdık.'
Hocaefendi "O otomobillerin yerine atölyeler, fabrikalar kurulsa..." diyordu. Otomobiller yerine fabrikalar ve atölyeler... Bireysel kazanımların toplum için birleştirilmesi ve harcanması yönünde bir çağrıydı onunkisi.
Böyle düşünüyordu ve her fırsatta bu yöndeki düşüncelerini yakınlarına anlatıyor, bununla da kalmayıp, bizzat öğrencilerini "toplum yararına" yatırımlar yapmaları için teşvik ediyordu.
Çünkü Hocaefendi, sadece bir gönül eğitimcisi değildi. Günlük politikanın tamamen dışında olmasına rağmen Türkiye'nin kültürel, ekonomik, politik sorunlarıyla yakından ilgileniyordu.
Bu nedenledir ki, onun çevresinde oluşan topluluğun içinde aydınlar ve üniversiteliler ağırlıklı bir yer teşkil etmişti. Sohbetlerinde sık sık dile getirdiği sorunlara ürettiği çözüm önerileri, Hocaefendi'nin düşüncesiyle de çağının ilerisinde olduğunun bir göstergesiydi.
Sanayileşmeyi önemsiyordu
Türkiye'nin bir tarım ülkesi olarak görüldüğü ve öylece kabullenildiği yıllarda Hocaefendi, ekonomik yönden, özelikle de savunma ve ağır sanayide, dışarıya bağımlı olmamak için sanayileşmek gerektiğini dile getiriyordu.
O, Türkiye'nin ekonomik olarak dışarıya bağımlılığının, kültürel bağımlılığı getireceğinin, bunun da Batı'ya tutsaklık anlamına geldiğinin bilincindeydi. Bu nedenle Müslümanlar'ın kalkınma için birleşmeyi, bir ibadet gibi algılamalarını istiyordu:
"Yapılacağı tasavvur olunan ufak-büyük herşey, muhakkak bir şirket, bir toplum malı olarak yapılırsa, işte o zaman daha iyi, daha güzel, daha üstün olarak yaşar ve gelişir. Bu sebepten muhakkak Müslüman ticaret ve sanatkârların birleşmesi adeta farzdır."
Hocaefendi'nin Türkiye'nin sorunlarına getirdiği çözüm önerileri düşünce düzleminde kalan fikirler değildi. Bizzat teşvikiyle kurulan ve zamanında Avrupa'nın en büyük fabrikası olan Gümüş Motor bu anlamda güzel bir örnektir.
Nuri Topbaş, Hulisi Topbaş, Hasan Uğur gibi birçok girişimci ve onun yakınları Hocaefendi'nin isteği ile Gümüş Motor'a ortak olmuştu. Onun Gümüş Motor örneğindeki gibi "Hayırlı işlerde acele ediniz" düsturunca fikirlerini nasıl hayata geçirdiğini Nazif Gürdoğan şöyle anlatıyor:
Hocaefendi, 1980 yılının yaz aylarında bir Cuma namazı sonrasında evinde bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda genel bir durum değerlendirmesi yaptı.
Gençlerin sokakta boş yere vakit kaybettiklerini söyledi. "Bir vakıf kurup, yayın ve kültür faaliyetlerini desteklemeli, kendi kaynaklarımızı biraraya getirip en uygun şekilde kullanmasını öğrenmeliyiz. Hemen şimdi bir vakıf kuruyoruz" dedi.
Bunun üzerine Es'ad Coşan Hoca, başta Hocaefendi olmak üzere toplantıya gelenlerin, katılabilecekleri para miktarlarını yazdı. Böylece, kültür hayatımızda önemli yeri olan bir kurumun temelleri atılmış oldu.
Siyasette yeni bir 'damar'a öncülük etti
Hocaefendi, mevki, makam ve para tutkunu olmaktan kurtarmaya çalıştığı öğrencilerini bir yandan da Türkiye'nin yönetimine talip olmaya yönlendiriyordu. Çünkü Türkiye'nin ancak mevki ve makam düşkünü olmayan insanlarla kalkınma sağlayacağına inanıyordu.
Bu düşüncesi yıllar geçtikçe İslami hassasiyete sahip insanların Türkiye siyasetinde yeni bir "damar" oluşturmalarına neden olacaktı... Hocaefendi'nin ekonomi ve siyaset alanındaki fikirleri 1960'lı yılların sonlarında özellikle Devlet Planlama Teşkilatı'nda görev yapan ve daha sonraları da çeşitli dönemlerde hükümetlerde görev alan öğrencilerine ilham kaynağı olmuştu...
Herhangi bir siyasi kişiye doğrudan engel olmadan bütün siyasetçilerle ilgilennmeye çalışan Hocaefendi'yi hemen hemen her partiden siyasi ziyaret etmiş, bazıları da onun hem gönül eğitiminden hem de fikirlerinden istifade ettikten sonra siyasete girmişti.
Bunların arasında en çok bilineni merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'dır. Merhum Av. Yusuf Türel bir röportajında şöyle diyordu:
'Bu çocuğa dikkat edin!'
Turgut Özal, Zeyrek Camii'ne geliyordu. O zaman Turgut, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde talebe idi. Kardeşi Korkut da inşaat bölümünde idi. Onlar tâ o zaman (dergâha) devam ediyorlardı. Turgut tabii Ankara'da olduğu için her namazda bulunmazdı.
Ama geldiği zaman mutlak surette buraya gelirdi. Cuma namazlarını İskenderpaşa'da kılar, namazdan sonra Efendi Hazretleri'nin odasına gelir, diz çökerdi.
Sükunetle Hocaefendi'yi dinlerdi. Yine bir gün aynı vaziyette Cuma'dan sonra bizim de bulunduğumuz bir sohbetin ardından Hocefendi bana "Hacı Yusuf Bey, Hacı Yusuf Bey, bu çocuğu takip edin" dedi. Turgut o zaman DPT'de müsteşardı.
Hocaefendi'nin siyasilere karşı tutumu menfaate yönelik olmamış, siyasette hassas bir denge gözetmiş ve kendisini ziyarete gelen birçok ünlü isme birlik ve beraberliği öğütlemişti. Tercih yapma durumunda ise ülkesinin çıkarını ön planda tutmuştu...
Ahlâkıyla, yaşantısıyla, tebessümüyle, yaratılanı Yaratan'dan dolayı seven ve kucaklayan felsefesiyle gönülleri fetheden Hocaefendi, siyasi, sosyal ve iktisadi alanlarda da "imanın" hakim olması için çalışmış, geriye imzalı imzasız birçok eser bırakmıştır.
Vakıflar, dernekler, ticari kuruluşlar, çeşitli yayınlar... vb arasında belki de en önemlisi, kalplerine seslenmek için ömrünü harcadığı, vefatında mahşerî bir kalabalık oluşturan sevenleriydi.
1979 yazında uzun süre kalmak için gittiği Hicaz'dan 1980'in Şubat ayında hastalanarak geri dönen Mehmed Zahid Kotku (r.a.h.) midesinden ameliyat olur. Kısmen sağlığına kavuşur ve hacc mevsimi gelince tekrar Hicaz'a gider. Bu onun son haccı olur.
İstanbul'a dönüşünden bir hafta sonra 13 Kasım 1980 Perşembe günü öğleye yakın dâr-ı bekâya irtihal eyler. 14 Kasım'da Süleymaniye'deki feyz aldığı üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolunur.
Hocaefendi'nin vefatından bir hafta önce haccdan dönerken, Medîne-i Münevvere'de yaptığı konuşmadaki şu sözleri onun yaşam felsefesinin hem bir özetiydi, hem de attığı maddi ve manevi temeller üzerinde yeni binalar kuracak olan sevenlerine bıraktığı mirası:
Ne dervişlikte, ne şeyhlikte, ne imamlıkta iş yok.. İş, Allah'ın rızasını kazanabilmekte... İş, Allah'ın rızasını kazanabilmekte... İş, Allah'a kul olabilmekte.
Her zaman ileri görüşlüydü
İnsanların yaratılıştan gelen tabiatını çok iyi görüyor ve orada eksik olan şeyi bulup yerine koyuveriyor. O konunca insan mükemmelleşiyor veya en azından büyük bir eksik gideriliyor.
Bu eksikliğin giderilmesiyle insan kalbi insanın uzuvları üzerinde etkili oluyor ve belki de insanın Hakk'a yönelmesi sonucunu doğuruyor. Çok kısa bir dönem ders almış insanlar bile hayatlarını idame ettirirken büyük nimetlere mazhar olmuşlar ve nimetler ellerine geçince de gerçeği yaşamak ve yaşatmak için büyük gayret sarfetmişler.
Demek ki programlanma konusunda çok büyük yararlar görülmüş dergâhtan. Burada Hocaefendi'nin ileri görüşünün tesirlerini görüyoruz. Siz 60'lı yıllardan itibaren diyeceksiniz ki bu mühendisler ileride çok iş yapacak insanlar. Bunlar Türkiye'nin taşını toprağını sanayiini etkileyecekler.
Öyleyse ben teknik kişilere yöneleyim diyor Hocaefendi. Bunu görmek ve daha sonra bunun meyvelerini almak çok güzel bir şey. O zaman bazı kişiler bunun yanlış olduğunu düşünmüşler ama Hocaefendi, "Hayır, bu en güzeli" demiş ve bugün onun tesirlerini görüyoruz. (İslam Dergisi, Kasım 1996, Sayı: 159.)
Türkiye'de bir çığır açtı
O'nun açtığı bir çığır var Türkiye'de. Hakikaten bir çığırdır bu. Politikada bir çığırdır. Sosyal hayatta bir çığırdır. Çok enteresan şeyler başlatmıştır Hocamız.
Türkiye'de sanayileşmenin çok mühim dev eseri Gümüş Motor'u o kurmuştur. Yani bir Hocaefendi olarak, ilk defa çok mühim bir tesis kurma konusunda bizi irşad edip de bu çalışmaları yapması çok enteresan. Toplantılarda, istişarelerde bizzat ben de bulunmuştum.
Hatta ben yaşça biraz küçük olmama rağmen, herkese sırayla soruluyordu, yani bu fabrikayı Çatalca tarafında mı kuralım, Gebze tarafında mı kuralım? Herkes konuşurken sıra bana gelmişti. Bana düşmez, ben henüz ortaokul-lise talebesiyim filan demiştim.
"Yok, sıradan herkes sözünü söyleyecek" diye bizim de fikrimiz alınmıştı. Yani böylece her sahada, her vadide tesirleri vardır. Ben İlahiyat Fakültesi emekli profesörüyüm. Edebiyat Fakültesi'nde okudum. Bazı şeyler kitaplardan alınamıyor.
Ancak üstadlardan çıraklık-ustalık yoluyla öğrenilebiliyor. Ben onun ilahi ilimlerde de olduğunu gördüm, yaşadım. Çünkü İlahiyat Fakültesi'nde her çeşit, hadisten, tefsirden, fıkıhtan, kelamdan kitap bize yağardı. Okurduk, incelerdik, imtihanlarına girerdik, jürilerde bulunurduk.
Ama Hocamız'ın bazen bir sözü bizi o kadar şaşırtırdı ki, nasıl olmuş da bunu böyle kavrayamamışız diye şaşırırdık. Dinde fakih olmaktan, dinin esasına âşina olmaktan, manevi bir kaynaktan, ulûm-u diniyye'ye vakıf olmaktan doğan bir üstünlüğü vardı Hocamız cennetmekânın.
Allahü Teâlâ Hazretleri bir kulunu sevdi mi, başka insanlara da onu sevdiriyor. Ve Resulullah'a karşı olan o muhabbetinden miras geliyor galiba.
YERLİ DEĞERLERİ YENİDEN CANLANDIRDI
Türkiye'nin meselelerini ele alışındaki hareket noktası önemlidir. Hocaefendi, evrensel bir düşüncenin temsilcisi olarak, yerliliğe yeni bir yorum ve canlılık getirdi. Evrensel olanla yerli olanın ahenkli uyumunu sağladı. Bu çok önemli bir hususiyettir...
Türkiye'nin, son 300 yıllık tarihinde, ithal düşünceler önemli bir yer tutar. Mehmed Zahid Efendi, Birinci Dünya Savaşı'nın en acılı dönemlerini ve sonuçlarını yaşamış birisi olarak, meselelerimize kendi kaynak ve şartlarımız doğrultusunda çözüm aranması gerektiğini savundu.
Ve yerliliği, yerli düşünce ve üretimi öne çıkardı. Bunu yaparken de, evrensel değerleri ve gelişmeleri ihmal etmedi, yakından takip etti. Dünyadaki gelişmelerin ihtiyaçlarımıza, sosyal gerçekliğimize uygunluğu üzerinde durdu. Bu girişimleri hayatın her alanında kendisini gösterdi.
Mesela, çağımızın en etkin kuruluşlarından kabul edilen sivil toplum örgütlerinin, ülkemizde canlanmasında etkili bir şahsiyet. Önemli bir geçmişe sahip vakıf ve dernekler kuruluşlarını ona borçlu. Yerli sermayenin gelişmesi için yaptığı teşvikin tesiri de bugün daha iyi anlaşılıyor.
Kendi sanayimizin kurulmasını gündeme getirdi. İncelemelerde bulunmak üzere yurt dışına çıktı. O dönemlerde, bir tabu gibi görünen yerli sanayinin kurulmasıyla ilgili korkuların aşılmasını sağladı. Gümüş Motor girişimi bunun önemli örneklerinden birisidir.
O devirlerde bir sanayi kuruluşunun temelini atmak hocaefendiler için alışık olunmayan bir tabloydu.