22 Aralık 1996'da, Suriye'de Türkiye'nin Şam Büyükelçiliği'ne teslim olan Sabancı suikastı tetikçisi Mustafa Duyar'ın, İstanbul Emniyeti'nde 31 Aralık 1996 tarihinde kendi el yazısıyla verdiği, “Neden teslim oldum?” başlıklı ifadesi...
“GAZETECİ Can Dündar'a ‘her şeyi' anlatacaktı. Ancak dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü, halen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyesi olan Ali Suat Ertosun izin vermedi” iddiasıyla tartışma konusu haline gelen Mustafa Duyar, 22 Aralık 1996'da Suriye'de Türkiye'nin Şam Büyükelçiliği'ne teslim olmuştu. Duyar, 31 Aralık 1996'da İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde, nasıl teslim olduğunu anlatırken, örgüt yöneticilerini sert bir dille eleştiriyor. Duyar, “Tozpembe bir dünya vaat eden örgüt bizi köle haline getiriyordu. Onların ellerine geçen bir dünya ya da ülkenin rezil bir yer olacağını düşündüm. Benim nişanlım da, diğerleri de onların yüzünden öldüler. Ben onların kişisel ihtiyaçları ve lüks yaşamları için tetik çekmedim. Benim temiz duygularımı, ülkeme ve halkıma olan sevgimi yanlış yönlendirip kendi çıkarları için kullandılar” diyor. Duyar'ın çarpıcı açıklamaları şöyle:
Annemi üvey babam öldürdü
“Beni teslim olmaya götüren nedenleri anlatmadan önce, örgütlü mücadele içinde olmama iten koşullardan söz etmem gerekir. Yaşamım zorluk içinde geçti, hayatın zor yanlarıyla mücadele etmem gerekti. Babam yoktu. Annem beş çocuğu ile bize namusuyla bakma savaşı veriyordu. Bir üvey babam vardı. Ama ruhsal olarak dengeli bir tip değildi. Üvey babam ve annem sık sık kavga eder, çevreye, komşulara rezil olurduk. Okulda ya da iş yaşamında kendimi diğer insanlardan hep farklı görür ve eziklik hissederdim. Acı çektiğim için kimsenin acı çekmesini istemezdim. Duygusal yanım ağır basıyordu. Ama çevreme baktığımda aile yaşantım ve içinde bulunduğum koşulları başka kimsede göremiyordum. Ve bunu bilen insanların bana acıyarak baktıklarını fark ediyordum. Sonunda üvey babam annemi öldürdü. Yetim olduğum için bana acıyarak bakan akrabalarım şimdi iki kat daha fazla acıyarak bakıyorlardı. Bundan nefret ediyordum.”
Askerden dört kez firar ettim
“Bana acıyan ve merhamet göstermeye çalışan insanların yanında kalmadım. Merhamete ihtiyacım yoktu. Güçlü olmak ve kendi ayaklarımın üzerinde durmak istedim. Askere gidene kadar bunun mücadelesini verdim. Fakat başaramadım. Yaşamdan ve insanlardan soğudum. Normal bir insan gibi yaşamak için gerekli her şeyden yoksundum. Gerçek dostluk, sevgi, güven gibi insana ekmek ve su gibi gerekli şeyleri bulamadım. Tutunacak, yaşamda kalmak için gerekli bir şeylere ihtiyacım vardı. Askerliği yapmak istemedim. Çünkü yalnızdım ve bunalıyordum. Değil 18 ay, 15 dakika bile orada duracak gücü kendimde bulamıyordum. Askerden sonrası için hiçbir idealim yoktu. ‘Bitirsem ne olur' diye soruyordum kendime. Yaşam adeta bir yük gibi gelmeye başladı. Dört kez firar ettim. Askeri cezaevlerinde yattım, sonunda davranış bozukluğu teşhisiyle ‘Askerliğe elverişsizdir' raporu aldım.”
Şanslıysanız kurtulursunuz
“AÇIkça bana şunu söylüyorlardı: ‘Biz seni nereye hatta Kuzey Kutbu'na bile göndersek, nasıl davranacağını bilmeliyiz. Yoksa sana nasıl güvenip görev verebiliriz.' Evet Kuzey Kutbu'nda bile kendi yarattıkları robotlarına güvenebilirlerdi. Ama robotları orada başarılı olamadığında ya zaaflarına yenik düşmüştür ya haindir ya da bu potansiyeli taşıyordur. Bu yüzden tehlikelidir. Bu nedenle bir şekilde ortadan kaldırılmalıdır. Ama süreç içinde görürsünüz ki tarihi bir hata yapmışsınız. Şanslıysanız bir sebep bulunup hain ilan edilmekten ve öldürülmekten kurtulursunuz. Ama o şansa sahip olan hemen kimse çıkmamıştır. Ya bir cezaevinde başınıza geçirdikleri bir naylon poşetle boğarak öldürürler sizi ya iple bir hayvan gibi boğazlayarak ya da bir inşaat köşesinde başınıza bir kurşun sıkarak ödülünüz ölümdür. Onlar için bunu açıklamak zor değildir; ‘Devletle, polisle işbirliği yaptı, dava arkadaşlarını sattı...'”
Hayatım başkalarının tasarrufundaydı
“‘ŞİMDİ ne yapacağım' diye sordum kendime. Beni yaşama yeniden bağlayacak bir şeylere ihtiyacım vardı. İşte bu koşullarda düzendeki boşlukları devleti ve ülkeyi yıkmak için kullanmaya çalışan gruplarla tanıştım. İlk başta bana çok cazip geldi. Dergilerinde, kitaplarında sömürünün olmadığı eşit, özgür bir dünyadan söz ediyorlardı. Hiç kimsenin haksızlığa uğramadığı, insanın insan gibi muamele gördüğü tozpembe bir dünya. ‘Bunun için mücadele etmeye değer' dedim. Bu bedelleri ödemeye hazırdım. Ancak bir süre sonra gördüm ki haksızlık, eşitsizlik daha bu örgütlerin içine girince başlıyordu. Disiplin ve merkeziyetçilik adına insana ait tüm değerlerini ortadan kaldırmak ve bir makine haline getirmek istiyorlardı. A'dan Z'ye başkaları tarafından programlanan bir yaşam, nasıl düşüneceğin, nasıl konuşacağın ve davranacağın başkalarının tasarrufundaydı.
Bize ait hiçbir şey kalsın istenmiyordu
Sözde ne kadar örgüt içi demokrasiden bahsedilse de son tahlilde bu demokrasinin nerede başlayıp bittiği de örgüt liderleri tarafından belirleniyordu. Öyle ki oturup kalkmadan, günde kaç sigara içeceğine ve konuşurken yaptığın el kol hareketlerine bile onlar karar veriyordu. Bir insanı disiplin altına almak istiyorsanız, buna o insanın günlük yaşamından ve davranış alışkanlıklarından başlarsınız. Buraya bir kez girdiniz mi o insan üzerinde adım adım tahakküm geliştirir ve istediğiniz tip olmasa da ona yakın olanını yaratırsınız. Örgüt de böyle yapıyordu. Düzende kazandığımız tüm alışkanlıkları yok etme adına insani tüm yanlarımıza saldırıp adım adım üzerimizde bir kölelik geliştiriyordu. Aklıma hayvan terbiyecilerinin hayvanları terbiye etmek için kullandıkları yöntemler geliyordu. Onlar da çeşitli maskelerle sözde küçük burjuva zaaflara karşı savaş adı altında bir hayvan terbiyecisi gibi bizim tüm insan ve kendine özgü yanlarımıza savaş açıp dört bir yandan saldırıyordu. Bize ait hiçbir şey kalsın istenmiyordu.”
Özgürleşmenin bedeli sadece hayatımızdı
“Özgürleşmek için geldiğiniz ve canınız dahil her şeyinizi vermeye hazır olduğunuz örgütünüz sizden elinizdekini, yani yaşamınızı almıştır. Elinizi kaptırdınız mı kolunuzu da isterler. Sosyalizm için mücadele ettiklerini söylüyor, kollektivizmden, ortak mücadele ruhundan söz ediyorlardı. Ama onlar için kollektivizm demek yukarıda taktik ve strateji adı altında yaptıkları planların hayata geçirilmesiydi. Yeri geldiğinde en keskin insan hakları, hukuk ve adalet savunucusu kesilenler insanları ölüme göndermekte ya da öldürmekte hiç tereddüt etmiyorlardı. İnsanlar onların planlarını hayata geçireceğim diye ölürken ya da kelle koltukta mücadele verip cezaevlerinde, sokakta her türlü zorluğa katlanırken onlar Avrupa'larda rahat yaşamlarından ve lükslerinden taviz vermiyorlardı.”
İdealler bile eşit paylaşılmıyordu
“Bunları devletten defalarca duymuş ama o günkü şartlanmışlıkla yalan olduğunu düşünmüştüm. Ama gözlerimle gördüm. Özel şoför ve tercümanları, lüks arabaları dahil her şeye sahiptiler. İnsanlar ölüm orucunda iskelete dönmüşken tıkabasa yemek onlar için sorun değildi. Gültepe'de dört insanın ölümüyle sonuçlanan olayda yapılan yorum çok ilginçti: ‘Prestij kaybettik.' İnsanların ölmesi sorun değildi ama kaybedilen prestij canlarını sıkıyordu. Sürekli ekip ruhundan ve ortaklıktan bahsediyorlardı. Benim adıma mektup yazıp dergilerinde yayınladılar. Mektubu ben yazdım ama onların elindeki, bana verdikleri numuneye bakarak yazmam gerekiyordu. Üç kez yazdığım mektuplarda değiştirmem gereken yerleri gösterip nasıl yazmam gerektiğini anlattılar. Sonunda onların istediği gibi bir mektup ortaya çıktı. Kendi düşüncelerini bana dikte ettiler. İdealleri paylaşmada eşit davranmayanlar; o idealleri yazmada da eşit davranmıyorlardı.”
Nişanlım onlar yüzünden öldü
“Onlar için idealler onların kişiliklerinde somutlanan ve onlar yaşadığı sürece yaşayacak olan bir olguydu. Kendilerini (özellikle Dursun Karataş) idolleştirip kendilerine hayranlık duyan ve sonra bakıp ‘Ben neymişim be' diye şaşıran hastalıklı tiplerdi. Her şeyi en iyi kendileri biliyorlardı. Bunların peşinde bir ideale takılıp sürüklenmenin kullanılmak olduğunun farkına vardım. Her geçen gün onlardan ve düşüncelerinden nefret ettim. Onların ellerine geçen bir dünya ya da ülkenin rezil bir yer olacağını düşündüm. Örgütü böyle kişisel çıkarları için kullanan ve onu geçim kaynağı olarak görenlerin daha büyük güçleri ellerine geçirdiklerinde yapacaklarını düşünmek bile istemiyordum. Bu kadar insan onların yüzünden ölüyor ya da acı çekiyor. Benim nişanlım da (Nişanlısı Zeynep Poyraz 12 Mart 1995'te İstanbul'da meydana gelen olaylarda öldü) diğerleri de onların yüzünden öldü. Birçoğunu da kendileri öldürdü ve öldürmeye devam ediyor.”
HÜRRİYET
“GAZETECİ Can Dündar'a ‘her şeyi' anlatacaktı. Ancak dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü, halen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyesi olan Ali Suat Ertosun izin vermedi” iddiasıyla tartışma konusu haline gelen Mustafa Duyar, 22 Aralık 1996'da Suriye'de Türkiye'nin Şam Büyükelçiliği'ne teslim olmuştu. Duyar, 31 Aralık 1996'da İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde, nasıl teslim olduğunu anlatırken, örgüt yöneticilerini sert bir dille eleştiriyor. Duyar, “Tozpembe bir dünya vaat eden örgüt bizi köle haline getiriyordu. Onların ellerine geçen bir dünya ya da ülkenin rezil bir yer olacağını düşündüm. Benim nişanlım da, diğerleri de onların yüzünden öldüler. Ben onların kişisel ihtiyaçları ve lüks yaşamları için tetik çekmedim. Benim temiz duygularımı, ülkeme ve halkıma olan sevgimi yanlış yönlendirip kendi çıkarları için kullandılar” diyor. Duyar'ın çarpıcı açıklamaları şöyle:
Annemi üvey babam öldürdü
“Beni teslim olmaya götüren nedenleri anlatmadan önce, örgütlü mücadele içinde olmama iten koşullardan söz etmem gerekir. Yaşamım zorluk içinde geçti, hayatın zor yanlarıyla mücadele etmem gerekti. Babam yoktu. Annem beş çocuğu ile bize namusuyla bakma savaşı veriyordu. Bir üvey babam vardı. Ama ruhsal olarak dengeli bir tip değildi. Üvey babam ve annem sık sık kavga eder, çevreye, komşulara rezil olurduk. Okulda ya da iş yaşamında kendimi diğer insanlardan hep farklı görür ve eziklik hissederdim. Acı çektiğim için kimsenin acı çekmesini istemezdim. Duygusal yanım ağır basıyordu. Ama çevreme baktığımda aile yaşantım ve içinde bulunduğum koşulları başka kimsede göremiyordum. Ve bunu bilen insanların bana acıyarak baktıklarını fark ediyordum. Sonunda üvey babam annemi öldürdü. Yetim olduğum için bana acıyarak bakan akrabalarım şimdi iki kat daha fazla acıyarak bakıyorlardı. Bundan nefret ediyordum.”
Askerden dört kez firar ettim
“Bana acıyan ve merhamet göstermeye çalışan insanların yanında kalmadım. Merhamete ihtiyacım yoktu. Güçlü olmak ve kendi ayaklarımın üzerinde durmak istedim. Askere gidene kadar bunun mücadelesini verdim. Fakat başaramadım. Yaşamdan ve insanlardan soğudum. Normal bir insan gibi yaşamak için gerekli her şeyden yoksundum. Gerçek dostluk, sevgi, güven gibi insana ekmek ve su gibi gerekli şeyleri bulamadım. Tutunacak, yaşamda kalmak için gerekli bir şeylere ihtiyacım vardı. Askerliği yapmak istemedim. Çünkü yalnızdım ve bunalıyordum. Değil 18 ay, 15 dakika bile orada duracak gücü kendimde bulamıyordum. Askerden sonrası için hiçbir idealim yoktu. ‘Bitirsem ne olur' diye soruyordum kendime. Yaşam adeta bir yük gibi gelmeye başladı. Dört kez firar ettim. Askeri cezaevlerinde yattım, sonunda davranış bozukluğu teşhisiyle ‘Askerliğe elverişsizdir' raporu aldım.”
Şanslıysanız kurtulursunuz
“AÇIkça bana şunu söylüyorlardı: ‘Biz seni nereye hatta Kuzey Kutbu'na bile göndersek, nasıl davranacağını bilmeliyiz. Yoksa sana nasıl güvenip görev verebiliriz.' Evet Kuzey Kutbu'nda bile kendi yarattıkları robotlarına güvenebilirlerdi. Ama robotları orada başarılı olamadığında ya zaaflarına yenik düşmüştür ya haindir ya da bu potansiyeli taşıyordur. Bu yüzden tehlikelidir. Bu nedenle bir şekilde ortadan kaldırılmalıdır. Ama süreç içinde görürsünüz ki tarihi bir hata yapmışsınız. Şanslıysanız bir sebep bulunup hain ilan edilmekten ve öldürülmekten kurtulursunuz. Ama o şansa sahip olan hemen kimse çıkmamıştır. Ya bir cezaevinde başınıza geçirdikleri bir naylon poşetle boğarak öldürürler sizi ya iple bir hayvan gibi boğazlayarak ya da bir inşaat köşesinde başınıza bir kurşun sıkarak ödülünüz ölümdür. Onlar için bunu açıklamak zor değildir; ‘Devletle, polisle işbirliği yaptı, dava arkadaşlarını sattı...'”
Hayatım başkalarının tasarrufundaydı
“‘ŞİMDİ ne yapacağım' diye sordum kendime. Beni yaşama yeniden bağlayacak bir şeylere ihtiyacım vardı. İşte bu koşullarda düzendeki boşlukları devleti ve ülkeyi yıkmak için kullanmaya çalışan gruplarla tanıştım. İlk başta bana çok cazip geldi. Dergilerinde, kitaplarında sömürünün olmadığı eşit, özgür bir dünyadan söz ediyorlardı. Hiç kimsenin haksızlığa uğramadığı, insanın insan gibi muamele gördüğü tozpembe bir dünya. ‘Bunun için mücadele etmeye değer' dedim. Bu bedelleri ödemeye hazırdım. Ancak bir süre sonra gördüm ki haksızlık, eşitsizlik daha bu örgütlerin içine girince başlıyordu. Disiplin ve merkeziyetçilik adına insana ait tüm değerlerini ortadan kaldırmak ve bir makine haline getirmek istiyorlardı. A'dan Z'ye başkaları tarafından programlanan bir yaşam, nasıl düşüneceğin, nasıl konuşacağın ve davranacağın başkalarının tasarrufundaydı.
Bize ait hiçbir şey kalsın istenmiyordu
Sözde ne kadar örgüt içi demokrasiden bahsedilse de son tahlilde bu demokrasinin nerede başlayıp bittiği de örgüt liderleri tarafından belirleniyordu. Öyle ki oturup kalkmadan, günde kaç sigara içeceğine ve konuşurken yaptığın el kol hareketlerine bile onlar karar veriyordu. Bir insanı disiplin altına almak istiyorsanız, buna o insanın günlük yaşamından ve davranış alışkanlıklarından başlarsınız. Buraya bir kez girdiniz mi o insan üzerinde adım adım tahakküm geliştirir ve istediğiniz tip olmasa da ona yakın olanını yaratırsınız. Örgüt de böyle yapıyordu. Düzende kazandığımız tüm alışkanlıkları yok etme adına insani tüm yanlarımıza saldırıp adım adım üzerimizde bir kölelik geliştiriyordu. Aklıma hayvan terbiyecilerinin hayvanları terbiye etmek için kullandıkları yöntemler geliyordu. Onlar da çeşitli maskelerle sözde küçük burjuva zaaflara karşı savaş adı altında bir hayvan terbiyecisi gibi bizim tüm insan ve kendine özgü yanlarımıza savaş açıp dört bir yandan saldırıyordu. Bize ait hiçbir şey kalsın istenmiyordu.”
Özgürleşmenin bedeli sadece hayatımızdı
“Özgürleşmek için geldiğiniz ve canınız dahil her şeyinizi vermeye hazır olduğunuz örgütünüz sizden elinizdekini, yani yaşamınızı almıştır. Elinizi kaptırdınız mı kolunuzu da isterler. Sosyalizm için mücadele ettiklerini söylüyor, kollektivizmden, ortak mücadele ruhundan söz ediyorlardı. Ama onlar için kollektivizm demek yukarıda taktik ve strateji adı altında yaptıkları planların hayata geçirilmesiydi. Yeri geldiğinde en keskin insan hakları, hukuk ve adalet savunucusu kesilenler insanları ölüme göndermekte ya da öldürmekte hiç tereddüt etmiyorlardı. İnsanlar onların planlarını hayata geçireceğim diye ölürken ya da kelle koltukta mücadele verip cezaevlerinde, sokakta her türlü zorluğa katlanırken onlar Avrupa'larda rahat yaşamlarından ve lükslerinden taviz vermiyorlardı.”
İdealler bile eşit paylaşılmıyordu
“Bunları devletten defalarca duymuş ama o günkü şartlanmışlıkla yalan olduğunu düşünmüştüm. Ama gözlerimle gördüm. Özel şoför ve tercümanları, lüks arabaları dahil her şeye sahiptiler. İnsanlar ölüm orucunda iskelete dönmüşken tıkabasa yemek onlar için sorun değildi. Gültepe'de dört insanın ölümüyle sonuçlanan olayda yapılan yorum çok ilginçti: ‘Prestij kaybettik.' İnsanların ölmesi sorun değildi ama kaybedilen prestij canlarını sıkıyordu. Sürekli ekip ruhundan ve ortaklıktan bahsediyorlardı. Benim adıma mektup yazıp dergilerinde yayınladılar. Mektubu ben yazdım ama onların elindeki, bana verdikleri numuneye bakarak yazmam gerekiyordu. Üç kez yazdığım mektuplarda değiştirmem gereken yerleri gösterip nasıl yazmam gerektiğini anlattılar. Sonunda onların istediği gibi bir mektup ortaya çıktı. Kendi düşüncelerini bana dikte ettiler. İdealleri paylaşmada eşit davranmayanlar; o idealleri yazmada da eşit davranmıyorlardı.”
Nişanlım onlar yüzünden öldü
“Onlar için idealler onların kişiliklerinde somutlanan ve onlar yaşadığı sürece yaşayacak olan bir olguydu. Kendilerini (özellikle Dursun Karataş) idolleştirip kendilerine hayranlık duyan ve sonra bakıp ‘Ben neymişim be' diye şaşıran hastalıklı tiplerdi. Her şeyi en iyi kendileri biliyorlardı. Bunların peşinde bir ideale takılıp sürüklenmenin kullanılmak olduğunun farkına vardım. Her geçen gün onlardan ve düşüncelerinden nefret ettim. Onların ellerine geçen bir dünya ya da ülkenin rezil bir yer olacağını düşündüm. Örgütü böyle kişisel çıkarları için kullanan ve onu geçim kaynağı olarak görenlerin daha büyük güçleri ellerine geçirdiklerinde yapacaklarını düşünmek bile istemiyordum. Bu kadar insan onların yüzünden ölüyor ya da acı çekiyor. Benim nişanlım da (Nişanlısı Zeynep Poyraz 12 Mart 1995'te İstanbul'da meydana gelen olaylarda öldü) diğerleri de onların yüzünden öldü. Birçoğunu da kendileri öldürdü ve öldürmeye devam ediyor.”
HÜRRİYET